Türkiye’de ne zaman Hilâfet konusu gündem olsa ve konuşulmaya başlansa,
bir kısım yazar çizer tayfası, akademik ve siyasi camia ve belirli medya
yüzleri hemen Hilâfet fikrine saldırmaya başlar. Hilâfet’in, “içi boş bir
slogan” ya da “bir hayal” olduğuna vurgu yaparak küçümsemeye çalışırlar.
Müslümanların tarihindeki bazı sıkıntılı dönemlerde yaşananları gündeme
getirerek, “Hilâfet varken işte bunlar yaşandı” yaygarası ile kötüleme
çalışmalarına başlarlar. 13 asır boyunca tüm dünyada eserleri görünen muazzam
bir kültür ve hadarat hamlesini ve küresel bir medeniyet inşasını gizlemek
için, bu süreçte yaşanan bazı lokal olayları ön plana çıkarırlar. Ancak bu
kimseler sadece bir asırlık Batı hegemonyasında yaşanan katliamları,
barbarlıkları, zulüm ve ifsatları maalesef görmezler.
Yeryüzünün tüm servetlerini çalıp çırpan, milyarlarca insanı açlığa mahkûm
eden, kendi çıkarları için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen, ekini ve nesli
ifsat eden, aileyi dağıtıp gençliği yok eden, kadınları ucuz işçi ve cinsel
obje olarak gören, her şeyin fıtratını bozan ve hayatı yaşanmaz hale getiren, hiçbir
hak ve hukuk gözetmeyen bu küresel kaos sisteminin savunulacak hiçbir tarafı
yoktur. Ve bu sistem artık Batılı halklar tarafından bile savunulamamaktadır.
Özellikle Gazze soykırımı Batı’nın bebek katili yüzünü de iyice ifşa etmiştir.
İşte bu küresel ifsat ve kaos sisteminin yıkılmaya yüz tuttuğu şu
günlerde, insanlığın önünde bir alternatif olarak duran yegâne yönetim sistemi,
İslâm’ın yönetim sistemi olan Râşidî Hilâfet’tir. 13 asır boyunca yeryüzüne
adalet ve huzuru getirmiş ve Müslümanları izzet ve şeref abidesi kılmış olan bu
sisteme sadece Müslümanlar değil tüm dünya muhtaçtır.
Gazze’deki Soykırıma Son
Verecek Olan Hilâfet’tir!
“Hilâfet” ile “Filistin” yapışık ikizler gibidir. Yahudi varlığının
kuruluşu ve Filistin’in işgali, Hilâfet’in ortadan kaldırılmasının bir
sonucudur. Bu nedenle Yahudilerin, Filistin ve dünyada gerçekleştirdiği kötülüklerinden
kurtulmak, Hilâfet’in kurulmasına bağlıdır.
Yahudi varlığı hem İslâm ümmetine hem de dünyaya karşı çok büyük suçlar
işlemiş bir varlıktır. Bu yüzden dünya onun kötülüklerinden kurtarılmalıdır.
Bu, politik olarak bu varlığın kökünü kazımayı gerektirir. Politik düzeyde
dünya çapında bu varlık ve küstahlığına ilişkin “tiksinti” giderek artmaktadır.
Söz konusu tiksinti, Yahudi varlığını ortadan kaldırmak için küresel bir atmosfer
oluşturulmasına katkıda bulunacaktır.
Bu politik motivasyona ek olarak; şer’i hükümler de kutsal toprakları
Yahudilerin pislik ve kirinden arındırmak için ümmetin seferber olmasını emretmektedir.
Diplomatik kanallar yoluyla, başarısız ve sahte müzakerelerle bu sorun çözüme kavuşturulamaz.
Aksine bunun yolu, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın yeniden Müslümanların otoritesine
geri döneceği vaadinden esinlenen orduların harekete geçirilmesidir. İslâmi
beldelerin bugünkü durumu ve mevcut küresel sistem ile bunun olmayacağı
ortadadır. Bunu mümkün kılacak yegâne sistem, tartışmasız bir şekilde Hilâfet’tir.
Râşidî Hilâfet, Filistin’e yardım etme farzını yerine getirmek üzere İslâm
ümmetine ait orduların askerî iradesini boyunduruktan kurtaracak ve asli işini
yeniden bu ordulara iade edecek yegâne sistemdir.
İşgal Altındaki Tüm
Beldeleri Kurtaracak Olan Hilâfet’tir!
Geçmişte İslâm topraklarında dönem dönem işgaller yaşanmıştı. Ancak o
zaman ümmetin birliğini sağlayan ve Müslümanları koruyup gözetmekle yükümlü
olan Hilâfet yani Müslümanların kendilerine ait bir devletleri vardı. Bu
devletin varlığı, ümmette en ağır işgaller karşısında bile bir gün kurtulacağı
umudunu ve beklentisini daima diri tutmuştur. Halifeler, saldırılara ve
işgallere karşı harekete geçmeye, Müslümanları kâfirlerin elinden kurtarmak
için ordularını harekete geçirmeye sürekli olarak gayret göstermişlerdir. Sonuçta
Haçlı ve Tatar saldırılarında olduğu gibi bir asır süren işgallere ve büyük katliamlara
maruz kalmış kalsalar bile İslâm Devleti’nin halifeleri, ne pahasına olursa
olsun bu saldırıları püskürtmüşler ve işgalleri kaldırmışlardır. İşte ümmetin
işgal altındaki bugünkü durumunu öncekilerden ayıran en önemli fark budur. Zira
bugün ümmet için ordularını harekete geçirecek ne bir halife vardır ne de
ümmetin kurtuluşunu sağlayacak bir birlik söz konusudur.
Bugün parçalanmış İslâm topraklarında oluşturulan -güya- bağımsız
devletlerin sayısı, 50’nin üzerindedir. Bunların her biri, kendi aralarında
milletinin ve sömürgeciler tarafından belirlenmiş topraklarının (vatanının)
kutsallığı esası üzerine birbirlerine bağlan(ama)mışlardır. Bunun sonucu olarak
da İslâm toprakları üzerinde olması gereken ümmet bilincinin yerini, vatancı ve
milliyetçi duygular almıştır. Bu yüzden İslâm topraklarında bulunmalarına
rağmen, bu devletlerden birinin başına gelenler diğerini hiçbir şekilde
ilgilendirmemektedir. Her biri, kendi sınırları dışında kalan ümmetin diğer
evlatlarına karşı yapılanlara, duyarsız ve sorumsuz bir şekilde tavır almaktadır.
Bu parçalanma ve işgalin ümmet üzerindeki tesiri öylesine büyük olmuştur ki;
ümmetin en cengâver evlatları olan ve İslâm sancağını yüceltmek için cepheden
cepheye koşan Kürt, Türk ve Araplar birbirlerinden nefret eder hale
getirilmişlerdir. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ
تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ
الصَّابِرِين] “Allah’a
ve Rasulü’ne itaat edin ve çekişmeye girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider.
Sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.”[1]
[وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا
وَلاَ تَفَرَّقُو] “Hep
birlikte Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin.”[2]
Sömürgeci kâfirlerin İslâm beldelerine sokmuş olduğu fitneler ve ümmetin
zamanla sahiplenmiş olduğu Batı kültürü, bugün şüphesiz işleri daha da
zorlaştırmakta ve aradaki sınırları daha da kalınlaştırmaktadır. Sömürgeci
kafirler de bu durumu değerlendirerek topraklarımızda yeraltı ve yerüstü
zenginliklerimize el koymak ve bizleri sömürmek için proje üzerine proje hazırlamakta
ve hatta bu projeleri uygularlarken kendi aralarında birbirleri ile açıkça
yarışmakta bile bir sakınca görmemektedirler. İslâm topraklarındaki bu hayâsız
yarışın bedeli, Hilâfet’in ilgasından günümüze kadar milyonlarca Müslümanın
katledilmesi, namuslarının kirletilmesi, mallarının yağmalanması, zindanlarda
çürümeye terk edilmesi ve topraklarından sürülüp kamplarda yaşamaya mahkûm
edilmesidir. Sadece 2000’li yılların başından bugüne, sömürgeci kafirlerin
saldırıları kapsamında katledilen Müslümanların sayısı milyonlarcadır. Sudan,
Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Yemen, Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerin
halkları, bedel ödemeye hâlen devam etmektedirler. Filistin, Doğu Türkistan,
Arakan gibi Hilâfet’in ardından üzerlerindeki zulmün kronikleştiği bölgeleri
ise saymaya gerek bile yoktur.
İşte Müslümanların toprakları üzerindeki işgali ve katliamları bitirecek
ve ümmeti yeniden tek çatı altında toplayacak, birliğini muhafaza edecek,
canının, malının ve namusunun koruyucusu olacak yegâne güç, Hilâfet
Devleti’dir. Nasıl ki kâfirler, Müslümanlar karşısında zafere ulaşmanın yolunu
onları tek çatı altında tutan devletlerini yıkmakta görerek bu yolla
topraklarımızı parçalayıp işgal ettilerse onları bu topraklardan kovmanın,
parçalanmış toprakları birleştirmenin ve ümmetin birliğini tesis etmenin yolu
da Hilâfet Devleti’nin ikamesinden geçmektedir. Bu nedenle ümmetin kurtuluşu ve
tekrar izzetli ve şerefli günlerine dönüşü için yapılacak olan tek çalışma,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna uygun olarak II.
Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması için yapılacak çalışmadır. Bunun dışında
yapılacak olan bir çalışma, ne kadar samimi duygularla yapılırsa yapılsın, daha
önce defalarca tecrübe edildiği gibi ümmetin enerjisini boşa harcamaktan ve
tekrar tekrar aynı başarısızlığı yaşayıp sonra da karamsarlığa kapılmaktan
başka bir şey getirmeyecektir.
Yeraltı ve Yerüstü
Enerji Kaynaklarımızı ve Tüm Servetlerimizi Koruyacak Olan Hilâfet’tir!
İslâm coğrafyası, stratejik ve jeostratejik olarak önemli su yollarının,
denizlerin, enerji kaynaklarının, yeraltı madenlerinin, tarım alanlarının
oldukça zengin olduğu üç kıtanın; Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişim alanında
bulunmaktadır. Yine bu coğrafyanın tüm ana ulaşım hatlarının merkezinde olması,
bölgenin stratejik önemini daha da arttırmaktadır. Bu kadar zengin yeraltı ve yerüstü
kaynağa sahip, stratejik açıdan muazzam bir konumda olması, bu bölgenin tarih
boyunca çatışma ortamının odağında olmasını kaçınılmaz kılmıştır.
İslâm coğrafyası, enerji kaynakları bakımından -ki özellikle petrol ve
doğalgazda- tartışmasız bir gerçek olarak dünyanın en zengin rezervine
sahiptir. Sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol rezervi, dünya toplam petrol
rezervinin %50’sinin üzerinde iken tüm İslâm coğrafyasının toplam petrol ve
doğalgaz rezervi, dünya toplam rezervinin %70’ine tekabül etmektedir -ki bu,
yüzlerce trilyon dolar değerinde enerji kaynağı anlamına gelmektedir-. Hâlâ
keşfedilmeyi bekleyen kaynaklar da göz önüne alındığında; bu zenginliğin ne denli
büyük olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yine nükleer enerjinin hammaddesi olan ve
stratejik öneme sahip uranyumun, dünya toplam rezervinin yarısına yakınının
İslâm coğrafyasında bulunması, bölgenin önemini daha da arttırmıştır.
Sanayinin hammaddesi olan -özellikle ağır sanayi için gerekli olan krom,
demir gibi- madenler bu coğrafyada fazlasıyla bulunmakta; gübre sanayisinde
kullanılan fosfat, özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde oldukça yoğun bir şekilde
mevcut durumdadır. Manganez, kobalt, bor ve diğer yüzlerce maden çeşidinin bu
coğrafyada oldukça zengin bir rezerve sahip olması, tüm gözlerin bu coğrafyanın
hazinelerine çevrilmesine sebep olmuştur.
Yerüstü kaynaklarına baktığımızda ise üç kıtanın kesişim alanında bulunan
İslâm coğrafyasının, milyonlarca hektar verimli tarım alanlarına ve bu tarım
alanlarını sulayacak önemli akarsu ve nehirlere sahip olduğu görülebilir. Fırat
ve Dicle nehirleri -ki Türkiye’den başlayıp Irak ve Suriye’de dünyanın en
verimli toprakları olan Mezopotamya’yı sulamaktadır-, yine Asya’da Asi, Ceyhun,
Seyhun, Ganj, Ürdün nehirleri; Afrika’da Nil, Nijer gibi nehirler, geçtikleri
toprakları sulayarak oralara hayat vermektedir. Verimli topraklara bol su
taşıyan akarsu ve çeşitli iklimlerin kesişim merkezinde bulunan İslâm
coğrafyası, dünyanın en çeşitli ve bereketli tarım ürünlerinin doğal yetişme
alanı olmaktadır -ki bu tarım alanları işletildiğinde, tüm dünyanın tamamına
yetecek gıdayı üretecek bolluğa ve berekete sahiptir-.
Deniz ve okyanuslara komşu olan ve İstanbul, Çanakkale, Cebelitarık,
Hürmüz ve Babülmendep gibi boğaz ve Süveyş Kanalı gibi dünyanın en stratejik su
yollarına ev sahipliği yapması, bu coğrafyanın ne denli jeostratejik bir
konumda olduğunu göstermeye yeterlidir. Dünya toplam ticaretinin %50’sinden
fazlasının bu su yolları üzerinden gerçekleşmesi, önemli ada, limanlara sahip
olması, İpek ve Baharat yollarının İslâm coğrafyasından geçmesi, bu coğrafyaya
hem ticari, hem askerî hem de siyasi olarak büyük üstünlükler sağlamaktadır.
Yine dünyanın en genç ve aktif nüfusuna sahip bu coğrafya, büyük bir
askerî gücü, önemli iş gücü potansiyelini, güçlü bir demografik yapıyı
oluşturmakta ve bölgeye muazzam üstünlük sağlayacak potansiyeli bünyesinde
barındırmaktadır.
İşte bu saydığımız ve de burada sayamadığımız yüzlerce zenginlikten ötürü
bu coğrafya, tarih boyunca Batı’nın sahip olmak istediği ve uğrunda her türlü
sömürü aracını kullanmaktan geri kalmadığı bir coğrafya olmuştur. Bu sömürünün,
günümüzdeki kadar vahşileştiği hiçbir dönem de olmamıştır. Bugün ederi,
yüzlerce trilyon dolar değerindeki petrol ve doğalgazımız, ajan, uşak, kukla
yöneticilerin elleriyle sadece kendi menfaatleri ekseninde çok cüzi paralara
Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Çin’e, Japonya’ya peşkeş çekilmektedir ki onlar
ümmetin enerji kaynaklarıyla güçlerine güç katarken ümmet ise heba olan bu
kaynakları sadece seyreder duruma gelmiştir. Bu sömürgecilerin en kadim
olanlarından olan İngilizlerin eski başbakanlarından Whinston Churchill, “Bir
damla petrol, bir damla kandan değerlidir.” sözüyle ne kadar vahşi bir
zihniyete sahip olduklarını beyan etmiştir. Şahit olduğumuz birçok vakıa da bir
damla petrol için yüzlerce, binlerce insanı katletmekten çekinmediklerini
bizlere göstermiştir. Yine içerisinde onlarcası stratejik öneme sahip yeraltı
kaynaklarımızın, yüzlerce çeşit madenimizin, ümmetin sanayisine hammadde olacak
yerde, çok cüzi meblağlar karşılığında heba edildiğini de şahit olmaktayız
maalesef.
Yerüstü kaynaklarımızın en değerli olanlarından olan tarım alanlarımız
ise -Batılı efendilere satılarak, uzun süreli kiralamalar yapılarak ya da bazı
müktesebatlar çerçevesinde- kullanılmaz bir hâle getirildi. Kendi gıda
ürünlerimizi üretmekten aciz bir duruma düşürülerek temel gıda ürünlerimizi bile
bu sömürgecilerden almaya mahkûm edilmekteyiz. Bu bağımlılık sayesinde bizleri
istedikleri gibi yönetmekteler. Bu meyanda; ABD Dışişleri eski Bakanlarından
Henry Kissinger’ın, “Petrolü kontrol ederseniz milletleri, gıdayı kontrol
ederseniz insanları kontrol edersiniz.” şeklindeki sözü bugün her yıl
milyonlarca insanın açlıktan, gıdasızlıktan ölmesini açıklar niteliktedir. Yine
genç, dinamik nüfusumuzun -kimi zaman Batı’nın sanayi çarkında işçi, kimi zaman
maden ocaklarında ve tarım arazilerinde karın tokluğuna çalışan amele olarak-
enerjisi, zamanı sömürülmektedir. Nüfusun önemli bir kısmı, -çok daha verimli
olabilecek insan kaynağı olmasına rağmen- üzerimize tatbik edilen kapitalist
nizamlar sebebiyle cüzi ücretlere ve günün neredeyse 2/3’ünde çalıştırılmak
suretiyle adeta köleleştirilmekte; bu insan kaynağı heba edilmektedir.
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan ve 50’den fazla devlete ayrılan İslâm
coğrafyasındaki ümmetin evlatları milliyetçilik, vatancılık, laiklik,
sosyalizm, liberalizm, demokrasi gibi bizlere yabancı Batı menşeli fikirlerle
zehirlenmektedir. Elbette Batı, bu zehri direkt kendisi enjekte etmiyor bunu
kendi içimizden çıkan, isimleri yerli, renkleri yerli, fakat zihinleri ithal
olan ajan, uşak kimselerin elleriyle gerçekleştiriyor. Kirli fikirlerle bulandırılan
dimağların sonucunda işgale ve sömürüye hazır hâle gelen bedenlerimiz üzerinde
sömürü, kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettirildi. Sonuçta zamanımızı,
eylemlerimizi, insanlarımızı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı bu sinsilikle
çalanları gözümüz görmesine, kulağımız işitmesine rağmen batıl ve yönlendirici
fikirlerle dolan zihinlerimiz bu sömürüyü, bu hırsızlığı maalesef algılayamaz
oldu.
İslâm coğrafyasında Müslümanların başındaki yöneticiler ise ümmetin paha
biçilemez bu yeraltı ve üstü kaynaklarını korumaktan ziyade, bu kaynakları
talan ettirmektedirler. Peki, bugünkü yöneticiler bu zenginlikleri korumaktan
aciz iken “bu zenginlikleri kim ve nasıl koruyacak?” sorusu akla gelecektir:
Şüphesiz bu, 1400 yıl boyunca doğuda Çin sınırına, batıda İspanya’ya, güneyde
Afrika’nın ortalarına kadar üç kıtada, milyonlarca kilometre kare toprağa hâkim
olmuş, yüzlerce farklı inanç ve kültürden milyonlarca insanı adaletle yönetmiş,
bünyesindeki gayrimüslimlerin bile canını, malını ırzını koruyup kollamış
Hilâfet’ten başkası değildir.
İslâm ümmeti, Hilâfet Devleti olarak dünya sahnesine geri döndüğü zaman
en kısa süre içinde maddi yükselişini de gerçekleştirip ekonomik ve teknolojik
açıdan Batı’ya olan bağımlılığını bertaraf edecektir. Bunu yapmak için ne
yeraltı kaynakları ne nüfus ve işgücü ne de bilgi ve kaynak sıkıntısı çekecektir.
Zira petrol, doğalgaz, nadir elementler ve sanayi devrimini gerçekleştirebilmek
için gerekli demir, çelik gibi stratejik maddeler açısından ümmet, eşsiz bir
konumdadır.
Âdil Bir Hukuk
Düzenini Tesis Edecek Olan Hilâfet’tir!
Hukuk sisteminin bir tek amacı vardır ki o da adaletin tesis edilmesidir.
Adalete çeşitli anlamlar yüklenebilir, ancak adalet için “hakkın yerini
bulması” ve “tarafların hükümden razı olması” tanımlaması yapılabilir. Hüküm,
hakkın yerini bulması için verildiğine göre; “hak nedir?” diye bir soru akla
gelebilir. Hak, üstün bir güç tarafından bahşedilen maslahatlar olarak
tanımlanabilir. Bu durumda şöyle bir tespitte bulunulabilir: üstün bir güç
tarafından bize bahşedilen maslahatlar ve menfaatlerin güvence altında olması,
adaletli bir düzenin var olduğuna işarettir. İşte günümüz dünyasının en büyük
sorunu da budur: Bu üstün güç kimdir? Yani hukuk düzenlerinin kaynağı ne
olmalıdır? Din/vahiy kaynaklı mı olmalı yoksa insan/akıl mahsulü mü olmalıdır?
Bugün neredeyse dünyanın tamamında, “evrensel hukuk normları” şeklinde tabir
edilen, Batı merkezli hukuk sistemleri uygulanmaktadır ki bu hukuk
sistemlerinin tamamının kaynağı insandır.
Bir hukuk düzenindeki en önemli unsur; adalettir. İstenen; insanların
haklarını koruyacak, hak ihlallerinin oluşmasına engel olacak ve caydırıcı
cezaları barındıracak adil bir sistem olmasıdır. O halde esas soru şudur: “İnsan
adil bir sistem ortaya koyabilir mi?” Bu soruya en güzel cevap, insanların
koymuş olduğu hukuk sistemlerindeki uygulamalardır. Kapitalizmin hâkim olduğu
dünyada insan kaynaklı hukuk sistemlerinin marifeti ortadadır: Dünya, bir suç
arenasına dönmüş, demokrasinin ifsat ettiği insan adeta bir suç makinesi hâline
gelmiş ve her ülkede cezaevleri dolup taşmıştır. Haklı ile haksız ayırt
edilememekte ve doğal olarak haklılar her zaman güçlüler, gücü ile tahakküm
kuranlar olmaktadır. Dünyanın âdeta çivisi çıkmış ve insanlar, huzurlu ve
güvenli bir yaşama hasret kalmışlardır. Cinayetler, tecavüzler, uyuşturucu,
hırsızlık, dolandırıcılık vb. suçlar, tarihin hiç görmediği oranda artmıştır.
Dünyada en çok suç işlenen ülkelerin başında ise ABD gelmektedir. Bunu
sırasıyla; Kanada, Almanya ve İtalya takip etmektedir. Bazı ülkelerdeki suç
örgütleriyle devletler bile baş edemeyecek düzeye gelmiş ve bazı devletler,
uyuşturucu ticaretinin merkezi hâline gelmişlerdir. İnsanı bu denli yoldan
çıkaran, ifsat eden ve azgınlaştıran ise; kapitalizm kaynaklı yaşam tarzı,
insanlara verilen sınırsız hürriyetler ve beşerin aklından çıkan hukuk
kurallarıdır.
Ülkemizde de aynı durum ziyadesiyle geçerlidir. Uygulanan hukuk sistemi
her ne kadar evrensel bir sistem gibi tarif edilse de vakıa hiç de böyle
değildir. 1923 yılında kurulan Cumhuriyetin 93 yılda 5 kere anayasa
değiştirdiğini düşündüğümüzde, diğer hukuk kurallarının hâlini varın siz
düşünün. Cumhuriyet tarihi boyunca hukuk, iktidarın kullandığı bir silah hâlini
almıştır. Önce laik Kemalistler tarafından rejimin kabullenilmesi için
göstermelik mahkemelerde on binlerce Müslüman idam edilmiştir. Uzun yıllar
Kemalistlerin hükmü altında kalan hukuk sistemi, hiçbir zaman bağımsız
olmamıştır. Kemalistlerden sonra Gülenciler, Gülencilerden sonra da şimdi,
iktidar yanlısı karma bir ekip tarafından -sözde- hukuk düzeni işletilmeye
çalışılmaktadır. Kendisi de bir yalan olan demokrasinin; kuvvetler ayrılığı
ilkesinin de kocaman bir yalan olduğu ortadadır. Zira hiçbir zaman bağımsız bir
yargı söz konusu olmamıştır ve olması da mümkün değildir.
Dünyanın ve ülkemizin hâli pürmelali budur! Uygulanan hukuk sistemi ile
dünyanın ve ülkemizin daha fazla yol alamayacağı da aşikârdır. İşte bu nedenle
adil bir hukuk sistemi olan İslâm’a ve bu hukuk sistemini uygulayacak olan
Hilâfet’e olan ihtiyaç büyüktür. Hilâfet’in uygulayacağı hukuk sistemi aciz,
sınırlı ve muhtaç olan, çelişkili, ihtilaflı ve değişik hükümler ihdas eden
insan kaynaklı hukuk sistemleri gibi olmayacaktır. Onun uygulayacağı hukuk
sistemi, İslâm’dır; vahiy kaynaklıdır.
Yok Oluşun
Kıyısındaki Aileyi ve Nesilleri Koruyacak Olan Yegâne Sistem Hilâfet’tir!
Kapitalist anlayışa sahip olan Batı’da aile kurumu çökmüş, nesiller
tükenmiş, insani, ahlaki, ruhi kıymetler neredeyse bitme noktasına gelmiştir. Zira
Batı, erkek-kadın arasındaki ilişkilere insan türünün bekası yerine sadece
cinsel ilişki zaviyesinden bakmaktadırlar. Batı, kadın ile erkek ilişkilerinde
insan fıtratını, tabiatını esas almadığı ve insana “erkeklik” ve “dişilik”
nazarıyla baktığı için ortaya koyduğu çözümler de yanlıştır. Çünkü Batı,
insanın bu hayat tarzını, “hayattan lezzet almak” olarak görüyor ve buna
inanıyor. Bununla da yetinmeyerek, erkek ve kadının cinsi ihtiyaçlarını
istedikleri şekilde serbestçe doyuramadıkları takdirde; bedensel, psikolojik ve
akli birçok rahatsızlıkların gündeme geleceğini iddia ediyor ve bunu
pazarlıyor.
Avrupa İstatistik Kurumu’nun yayınladığı araştırmalar, Batı toplumunun
geldiği vahim tabloyu yansıtmaktadır. Boşanma oranları ortalaması %60’ları
bulmuştur. Evlilik dışı birlikteliklerden doğum oranları ortalaması, %50’leri geçmiştir.
Avrupa’da bu krizin önüne geçmek için aile kurumunu teşvik edici yasalar
çıkarılmasına rağmen, boşanma ve evlilik dışı ilişki oranı her geçen gün
artıyor. Bununla birlikte Avrupa ve ABD’de “yeni bir başlangıç” adıyla boşanma
fuarları düzenleniyor. Bu fuarlar, ayrılan çiftlere psikolojik destek
sağlayarak bu zor dönemlerini atlatabilmek için onlara yardımcı olmayı
amaçlıyor. İnsan fıtratına ve ihtiyaçlarına karşı Rabbi ile mücadele etmenin,
Batı toplumlarını getirdiği acınası ancak doğal sonuç ortadadır.
Ülkemizdeki durum ise Batı’dan daha iyi olsa da her geçen gün kötüye
doğru gitmektedir. Batı hayat tarzının ve nizamlarının esas alındığı ve
Müslümanlara zorla dayatıldığı günden bugüne evlilik oranları azalıyor, aile
yapısı bozuluyor, problemler artıyor ve milyonlarca aile yıkılıyor. Planlı ve
örgütlü şekilde film ve dizilerde evlilik dışı ilişkiler, nikâhsız
birliktelikler normalleştiriliyor; bu tür gayri ahlaki ilişkiler, ünlü kişiler
tarafından topluma pazarlanıyor. İffetini ve ahlakını temiz tutmak isteyen
gençler için “flört” adı altında gayriinsani ve gayriahlaki ilişkiler
özendiriliyor. Gençlerin evlenmelerinin önü, gereksiz ve sebepsiz nedenlerden
dolayı zorlaştırılırken, haramların önü açılıyor ve çeşitli ahlâksızlıklar,
maddi ve manevi nice hastalıklar, zina, fuhuş ve sapık ilişkiler yaygınlaşıyor.
Doğal sonuç olarak da şiddet, taciz, tecavüz ve çeşitli problemler beraberinde
artıyor.
Kadına karşı şiddet ve hatta cinayetler, tüm alınan tedbirlere, koruma
kanunlarına, sığınma evlerine rağmen artarak devam ediyor. Mutlu ve huzurlu
yuvaların sayıları her geçen gün azalıyor. Demokrasinin kuralsız özgürlük, “kadın
hakları” ve “kadın-erkek eşitliği” anlayışları ve ekonomik sarmallar aileleri
vuruyor. Çocuk yaşta ebeveynine itaat etmeyen asi bir gençlik yetişiyor.
Uygarlığı, Batı hayat tarzında arayan ve özenti içinde olan Müslüman kadınlar,
erkeklerle eşit haklara sahip ve özgür olmak adına izzetini, şerefini
kaybediyor. Müslüman kadınlar, devlet kontrolünde genelevlerde, -kanuna uygun
şekilde- vergi adına pazarlanıyor. Fuhuş sektörü, her geçen gün artarak
işlemeye devam ediyor! Bunu engelleyecek hiçbir ciddi tedbir de alınmıyor.
Geleceğimizin teminatı denilen gençlerimiz ve nesillerimiz ise
şehvetlerinin peşinde, uyuşturucu batağında, suç ve şiddet sarmalında bir
hayata mahkûm ediliyor. Hayata dair bir umudu olmayan, insanı insan yapan
değerlerden bihaber, kimliksiz ve kişiliksiz bireyler haline dönüştürülüyor. Bu
gerçekler, izaha muhtaç olmayacak şekilde herkes tarafından açıkça görülen
gerçeklerdir. Zira ideal nesilleri var edecek olan, geleceği inşa edecek
kadınları ve erkekleri yetiştiren iki temel unsur; aile ve toplumdur. Toplumun
ve ailenin yıkılışı insanlığın yıkılışıdır. Mevcut sistem bu iki unsuru
görmezden gelmekte, sadece çıkar ve menfaatleri öncelemektedir. Bu yıkıcı
süreci durduracak olan yegâne sistem; aileyi, “korunması gereken bir kale”,
toplumu ise “dünya ve ahiret saadetine ulaştıracak bir gemi” olarak gören ve
bunları korumayı önceleyen hükümlere sahip olan Hilâfet sistemidir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış