Johne Locke, insan
zihnini boş bir levhaya (tabula rasa) benzetir. İnsan doğduğunda, bu zihinde
hiçbir fikir yoktur. Deneyimler neticesinde fikirler bu levhaya yazılmaya
başlar. Yazılan bu fikirler onun hayata bakış açısını şekillendirir. Aslında
Locke, burada bir nevi aklın tarifini yapmıştır. Duyu organlarımızla
hissettiğimiz bir vakıa hakkında hüküm verebilmemiz için o vakıa hakkında öncül
bir bilgimizin olması kaçınılmazdır. O öncül bilgi bizi bir yerlere ulaştırır
ve vakıayı yorumlamamızı sağlar. Şayet öncül bilgiler hatalı ise doğal olarak
erişilen sonuç da hatalı olacaktır. Ya da öncül bilginin kaynağı, size kasıtlı
bir şekilde yanlış bilgi vermiş olabilir. Bu durumda da o kaynağın güdüm
alanına girmişsiniz demektir. Her halükârda öncül bilgi önemlidir ve
sorgulanmadan alındığında saptırıcı sonuçlara yol açabilir.
100 yıl önce kurulan
Laik Cumhuriyet tam bir asırdır öncül bilgilerin birinci kaynağı olmaya devam
ediyor. Sosyal medyada biri şöyle yazmıştı: “Atam ne diyorsa o!” Kolay değil,
bir asırdan bahsediyoruz. Bilginin tek elde toplandığı günlerden bahsediyoruz.
Hainlerin ve kahramanların sistem tarafından belirlendiği tarih kitaplarından
bahsediyoruz. 10 yılda 15 milyon gencin zihinlerindeki levhaların “Atatürk”
güzellemeleriyle doldurulduğundan bahsediyoruz.
Evet, zihin
kodlarımızla oynadılar ve bizi, “düşündüğünü sanan” fikirsel köle haline
getirdiler. Kendilerinden çıkan hiçbir bilgiyi tartışmaya açmadılar ve
sorgulatmadılar. Onların verdiği bilgiyi kabul etmeyenler toplumdan tecrit
edildi. Hastalık saçan bir virüs gibi görüldü ve gösterildi. -Severek ya da
sevmeyerek fark etmez- toplum, resmî ideolojinin bilgilerine boyun büktürüldü.
Artık herkes Atatürk’ü göklere çıkarmak ve Cumhuriyeti sevmek zorundaydı.
Okullara, sokaklara, caddelere, resmî dairelere, iş yerlerine, dağlara, taşlara,
göz temasınızın olduğu her alana onun ismi kazındı, heykelleri dikildi.
Okuma-yazmayı onunla
öğrendi. Üniversiteden mezun olduğunda son dersi yine İnkılap Tarihi ve
Atatürkçülüktü. Beşikten mezara kadar zihin kontrolü yapılmayan hiçbir fert
bırakılmadı. Bu -ilk geçiş döneminden sonra şiddeti değişkenlik gösterse de-
zihin kontrolü hep devam etti.
Aslında bu durum
sadece Türkiye’ye has bir durum değildir. İslam coğrafyasının tamamında benzer
bir durum hakimdir. Mısır’da okutulan tarih dersi kitaplarında Türklerin
Araplara ihanet ettiği anlatılırken Türkiye’de okutulan kitaplarda Arapların
Türklere ihanet ettiği, arkadan vurduğu anlatıldı.
Batı, bu dönemde
ulaşılması gereken ulvi bir hedef olarak gösterildi. Onun teknolojisi ve
medeniyetine erişmek için çok çalışmak gerektiği aşılandı. Batı hayranlığı her
alanda kendini gösteriyordu. Ondan gelen şeyler sorgulanmaya kapatıldı.
Demokrasi, laiklik, cumhuriyet, ulus devlet anlayışı, milliyetçilik Batı’dan
geldiği için sorgulanmadan alındı. Hatta Batı’nın çizdiği sınırların dışına
çıkılmaması için “Misak-ı Milli” diye bir şey uyduruldu.
Kapitalizmin
yerleşmesiyle birlikte boş levhalar, popüler kültürün argümanlarıyla
doldurulmaya başlandı. Nihayetinde düşünmekten, araştırmaktan aciz,
ezberletilmiş cümlelerin dışına çıkamayan, sloganik konuşmalar haricini beceremeyen,
tam da ayette belirtilen dünya hayatı tasvirini yaşam şekline dönüştürmüş “oyun
ve eğlence düşkünü” bir nesil meydana geldi. Her kuşak bir önceki kuşağı mumla
arattı.
Aslında buraya kadar
anlattıklarımızın özeti, Batı fikir ve düşüncelerinin İslam ümmetinin fertleri
arasında yerleşik hale getirildiğidir. Zihin dünyamızı Batı’nın fikirleri,
sembolleri, doğruları ve yanlışları şekillendirdi. Bugün, -bilerek ya da
bilmeyerek- Batı menşeili fikirlere rağbet eden, davet eden, onu yücelten
Müslümanların varlığını görmek, gerçekten üzücü bir durum.
Batı’nın bilhassa da
İngiltere ve ABD’nin kültürel, düşünsel işgalinin ulaştığı boyutların görüntüsü,
İzzettin Kassam Tugaylarının 7 Ekim’de Yahudi varlığı “İsrail”e yönelik
başlattığı saldırlar ve ardından gelen Gazze katliamlarıyla bir kez daha
karşımıza çıktı. Günlerdir bombalanan, ambargoya maruz bırakılan Gazze için
dünyanın dört bir yanında gösteriler düzenlendi ve düzenlenmeye de devam
ediyor. Gazze bir yandan ümmeti birleştirirken diğer yandan ne denli bir fikrî
bunalım yaşadığımızı da bizlere gösteriyor.
Mesela Gazze’ye
destek eylemleri düzenleyen kitlelerde, oraya katılan halkın ellerinde
gördüğümüz Filistin bayrağının aslında neyi temsil ettiğini biliyor musunuz?
İnanıyorum ki bu satıları okuduktan sonra bir daha o bayrağı elinize
almayacaksınız.
İngiltere; o, üzerinde
güneş batmayan imparatorluğunu kurarken ve sömürgesini devam ettirirken sadece
kendisinin askerî gücüyle bunu başarmadı. Osmanlı Hilâfet Devletine zorluk
çıkartacak, onu zayıflatacak tüm entrika ve tuzakları da kullandı.
1908 yılında II. Meşrutiyetle
birlikte devlet yönetimini eline alan İttihatçılar, Şerif Hüseyin’in “Mekke
Emiri” olarak atanmasını sağlamışlardır. Oysa Halife Abdulhamid, onu
İstanbul’da tutarak olası bir ayaklanmayı daha başlamadan önlemişti. 16 yıl
İstanbul’da kalan Şerif Hüseyin, İttihatçıların baskısıyla Mekke Şerifi
olduktan sonra “Haşimi Krallığı” hayalleri kurmaya başlamıştır. Nitekim birkaç
yıl sonra İngilizlerle iş birliği içinde oğullarıyla birlikte Arap İsyanını
başlatmıştır.
Arap milliyetçiliğine
dayalı bu isyan, Osmanlı Hilâfet Devletine karşı başlatılmış bir isyan olup şer’an
haram ve ihanettir. Bu isyan neticesinde, İngilizlerin marifeti bazı Arap
aşiretlerinin desteğiyle Hilafet ordusunun binlerce askeri şehit edilmiştir. Burada
bir parantez açıp bu ihaneti tüm Müslüman Arapların sırtına yıkmaya çalışanlara
da bir cevap vermek gerekir. Arap isyanının başarıya ulaşmasının sebebi
Müslüman Arapların bu isyana katılımı değil İngilizlerin sinsi planları
sayesinde olmuştur. Aynı İngilizler, İttihat ve Terakki’ye darbe yaptırarak
Osmanlı Hilafet Devletini zayıf düşürmüş, M.Kemal’in eliyle de son darbeyi
vurmuştur. Dolayısıyla ihanet tek boyutlu değildir
Konumuza devam
edelim; “Mark Sykes” deyince sanırım ilk aklımıza gelen Sykes-Picot Anlaşması
ve Osmanlı Hilafet Devletinin topraklarının paylaşılmasıdır. Bir İngiliz Subayı
olan Mark Sykes, aynı zamanda Ortadoğu uzmanıdır ve saha elemanıdır. Şerif
Hüseyin’in başını çektiği Arap İsyanının çıkışında önemli bir rol oynamış,
isyan bayrağını tasarlamış, İngiltere’de üretmiş ve Arap isyancı güçlere
dağıtmıştır. Hem Arap İsyanını hem de Pan-Arabizm ideolojisini temsil eden bayraktaki
siyah renk Abbasileri, beyaz renk Emevileri, yeşil Fatimileri ve kırmızı üçgen
Şerif Hüseyin’in soyu olan Haşimoğlullarını temsil etmektedir.
Renklerin sıralaması
değişse de bugün Ortadoğu’daki birçok ülkenin bayrağı aynı bayraktır. Filistin
bu bayrağı, 1964 yılından beri kullanmaktadır. Filistin halkını temsil ettiği
söylenen bayrak, 1988’den sonra olmayan Filistin Devletini resmi bayrağıdır.
Yahudileri Filistin
topraklarına getiren, onlara toprak dağıtan, her türlü desteği veren ve
nihayetinde “İsrail’i” kuran İngilizlerin tasarladığı, dağıttığı bayrakla
“İsrail’e” karşı mücadele verilmesi, can yakıcı bir ironidir. Bir çok STK,
Filistin ile alakalı bir eylem düzenlediğinde bu bayrağın alanın her yerinde
dalgalandığını görürsünüz. Bilindiği gibi bayraklar semboldür ve bir şeyi
temsil eder. Bu bayrak açık bir şekilde Arap milliyetçiliğini temsil
etmektedir. Bir taraftan milliyetçiliği kınayıp diğer taraftan milliyetçiliğin sembolü
olan bir bayrağı cihad ruhuyla dalgalandırmak batının zihin dünyamızda
bıraktığı izlerin ne kadar derin olduğunu göstermesi için önemli bir detaydır. Bu
sahneyi gören İngilizler bir kez daha eserleriyle övünmekten kendini
alamamıştır sanırım.
Elbette bu durum,
onların samimiyetlerini ve mücadelelerini gölgelemez. Abdurrahman Dilipak’ın
dediği gibi; bu çelişkiyi “galat-ı meşhur” kabilinden değerlendirmek daha
doğrudur.
Tüm bu can yakıcı
hakikatlerden bihaber olan bazı kardeşlerimiz, bizim neden Filistin bayrağı
taşımadığımızı, neden sadece kelime-i Tevhid bayrağı taşıdığımızı soruyorlardı.
İşte tam da bu sebepten dolayı taşımıyoruz! Ulus devlet bayrakları ayrılışı, kopuşu
ve parçalanmayı temsil ederken Kelime-i Tevhid bayrakları birliği ve gücü
temsil etmektedir. Umarım, eylemlerde neden Filistin bayrağını elimize
almadığımız net bir şekilde anlaşılmıştır.
Şimdi sizi bir başka
çelişkiyle tanıştırmak istiyorum.
7 Ekim’den sonra
Yahudi varlığı “İsrail’in” saldırıları şiddetlendiğinde özellikle Müslümanların
başındaki yöneticiler ve bazı sivil toplum kuruluşları, sürecin “iki devletli
çözüm” ile nihayete ermesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Peki, sizin “iki
devletli çözüm” dediğiniz şey nedir? Anlatayım… İki devletli çözüm, “İsrail”
kurulmadan önce Peel Planıyla başlayan oyalama sözcüğüdür. ABD II. Dünya
Savaşıyla birlikte uluslararası arenaya çıkıp dünya liderliğini ele almaya
başladığında karşısında birçok sorun buldu. Bunlardan biri de Filistin-“İsrail”
sorunudur. ABD, İngiltere’nin çözümsüzlük politikasını fark ettiğinde,
çözümsüzlükle Ortadoğu’da arzuladığı istikrarı yakalayamayacağının farkına
vardı. Uzun vadeli bir plan hazırladı -ki bu planın temelini “iki devletli
çözüm” oluşturmaktadır-. Bu plana göre; “İsrail” ile Filistin Kurtuluş
Örgütü’nün temsil ettiği iki ayrı devlet olacaktı. Ancak sınırları bir türlü
çizilemeyen “İsrail”, bu çözüme hep siyaseten “evet” demiştir. Sular
durulduğunda işgalini geliştirmeye devam etmiştir.
ABD’nin hazırladığı
Büyük Ortadoğu Planı doğrultusunda bütün ABD başkanları, Filistin meselesi ile
alakalı iki devletli çözüme atıfta bulunmuştur.
24 Haziran 2002’de
yaptığı konuşmada George W. Bush, “barışçıl ve demokratik bir Filistin
devletinin İsrail’le yan yana yaşayabileceğini” belirterek, ABD’nin iki
devletli çözümden yana olduğunu dile getirdi. Obama, Filistin devletinin
kurulabilmesinin önündeki en büyük engelin Yahudi yerleşimleri olduğunu dile
getiren ilk ABD başkanı oldu. Mart 2013’ten itibaren Dışişleri Bakanı John
Kerry, barış görüşmelerinin yeniden başlayabilmesi için Ramallah ve Kudüs
arasında altı ay süren mekik diplomasisi uyguladı. Bu süreçte de barış
görüşmelerinin iki devletli çözüm esasına dayanarak gerçekleştirilmesine karar
verildi. Trump tarafından “yüzyılın barışı” olarak lanse edilen girişim, Ocak
2020’de “Refah İçin Barış: Filistin ve İsrail Halklarının Yaşamlarını
İyileştirmeye Yönelik Görüş” başlığıyla kamuoyuna açıklandı. Belgede,
müzakerelerin, BM’nin 242 sayılı kararını esas alan iki devletli çözüm
temelinde yürütüleceği belirtilmekteydi. Gazze’ye bombalar yağarken “İsrail’i”
ziyaret eden, burada savaş kabinesi üyeleriyle görüşen ABD Başkanı Biden, “İsrail
ve Filistin için iki devletli çözüm konusunda uğraşmaya devam etmeliyiz” dedi.
Netice itibariyle
Yahudi varlığı “İsrail’e” her alanda tam destek veren, Gazze katliamını meşru
gören, “İsrail’e” destek amacıyla en büyük uçak gemisini gönderen ABD, aynı
zamanda iki devletli çözümün de mimarı ve mühendisidir. İşler bazen istediği
gitmeyebilir ancak ABD, bu çözümden hiçbir zaman vazgeçmedi, vazgeçmeyecektir.
“Filistin meselesi”
denildiğinde akla gelen, ABD’nin iki devletli çözüm önerisidir. Cumhurbaşkanı
Erdoğan bu çözümü her fırsatta dile getirmektedir. Sadece Erdoğan değil İslam
İşbirliği Teşkilatı da Filistin meselesinin halli için iki devletli çözümden
yana olduğunu, tek çözümün bu olduğunu belirtmiştir.
Şimdi düşünelim: ABD,
“İsrail’in” en güçlü destekçisi. Aynı ABD, Filistin için iki devletli çözüm
önerisi ortaya atıyor ve Türkiye dahil halkı Müslüman olan ülkeler, -bu çözüm
önerisinin mantukunda ve mefhumunda “İsrail”in meşru kabul edilmesi yattığı
halde- başka bir öneri ortaya koyamamakta, Filistin meselesini Filistinlilerin
ve Müslümanların düşmanı konumundaki ABD’nin inisiyatifine terk etmektedir.
Son olarak; Filistin
meselesiyle dertlenen, özellikle “İsrail’in” son Gazze saldırılarından sonra
ümmetin başsızlığını gören bazı Müslüman kardeşlerimiz, “İttihâd-ı İslâm” ya da
tercümesi olarak “İslam Birliği”ni yeniden dillendirmeye başlamışlardır. Kulağa
hoş gelen İttihâd-ı İslâm fikri, hakikatte Mason olduğu tescillenen,
İngilizlerle birlikte hareket ettiği bilinen Cemaleddin Afgani tarafından
ortaya atılmış, fasit bir fikirdir. Afgani bu fikri ortaya attığında, Hilâfet
zaten hayattaydı ve yapısı itibariyle Müslümanların birliğini sağlıyordu.
Afgani, Batı menşeili ulus devlet anlayışıyla Hilâfet’i sulandırmak ve hakikatinden
uzaklaştırmak için kendi içlerinde bağımsız yani ulus devlet olan, savaş
zamanlarında birleşen, başında bir halifenin bulunduğu “İttihâd-ı İslâm”
fikrini ortaya atmıştır. Ondan sonra gelen takipçileri ve meselenin aslından habersiz
olan Müslümanlar, bu fikri arada bir hatırlatmaktadırlar. Ancak dediğimiz gibi;
İttihâd-ı İslâm’ın temelinde milliyetçilik ve ulus devlet anlayışı yatmaktadır
ki bu fikir, Batı uygarlığının bayraklaştırdığı bir fikirdir.
Toparlayacak olursak…
Batı, kendisini tek
doğru olarak lanse ettikten sonra hızlı bir şekilde Müslümanların düşünce
dünyasına sızdı. Onları kendi doğrularına ikna etti. Bilinç altına kendi
doğrularını yerleştirdi. Bunu yaparken de Müslümanların başındaki yöneticileri,
bir takım alim görünümlü şahsiyetleri maşa olarak kullandı. Geldiğimiz noktada,
düşünce dünyası bulanıklaşmış bir ümmet ile karşı karşıyayız. Bu bulanıklık,
çözümleri görmemizi, hak ile batılın arasını ayırmamızı da zorlaştırmaktadır.
Güçlü duygularımız, zayıf fikirler tarafından öğütülmekte ve harekete geçmemizi
engellemektedir. Müslümanların başında zorba iktidarların varlığını devam
ettirmesinin, sömürgeci kafirlerin tahakkümünden kurtulamamamızın, Mescid-i
Aksa’nın esir hayatı yaşamasının, Gazze’nin gözlerimizin önünde öldürülüyor
olmasının başlıca sebebi, işte bu bulanıklıktır.
Oysa biz, Müslümanız. İslam, hangi zamanda ve hangi şartlar altında olursak olalım bize çözüm yollarını açık ve net bir şekilde göstermiştir. Bugün sorunların sorunu, İslami düşünce metoduna uygun düşünememek ve sadece ve sadece şer’i hükümlerden istinbat edilmiş bize ait çözümler üretememektir. Filistin meselesinde bu çarpıklık bariz bir şekilde görülmüştür. İslam’ı referans alarak çözüm üretmek yerine Batı’nın çözümlerini çözüm olarak kabul etmemiz, Filistin meselesini çıkmaza sokmaktadır. İşte bu nedenle Filistin meselesini çözüme kavuşturmak istiyorsak önce Batı artığı fasit fikirlerden kendimizi arındırmamız kaçınılmazdır. Bunu başardığımız takdirde ne yapmamız gerektiği açık bir şekilde gözlerimizin önüne serilecektir. İşte o zaman Gazze kurtulacak, Kudüs yeniden bizim olacaktır!


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış