TÜRKİYE’NİN VİZYON BELGESİ; HAKİKAT SİHRE ÜSTÜN GELECEKTİR!

Süleyman Uğurlu

Musa Aleyhi’s Selam ile Firavun arasındaki hak-batıl mücadelesinde sihirbazlar önemli bir yer işgal eder. Mucizelerin, aslında bir meydan okuma olduğu gerçeğiyle o dönemde Mısır’ın sihrin merkezi olduğunu, en usta sihirbazların da elbette Firavun’un yanında, gözetiminde bulunduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.

Kur’an’da geçen sihirbazlar kıssasını incelediğimizde halkın toplu sihir gösterilerine aşina olduğunu görmekteyiz. Yani halk, sihirbazlık gösterileri ile meşgul edilirken Firavun, iktidarda dilediğini yapıyordu. Firavunun ilahlık iddiasının temelinde elinde tuttuğu sihir gücü bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Her ne olursa olsun sihir, dönemin propaganda aracı; sihirbazlar ise iktidarı ayakta tutan propagandacılar konumundaydı.

Halk-iktidar ilişkileri böyledir; ya ideolojik boyutta seyreder; ideolojiden türemiş ilişkiler ve hedefler iktidar ile halkı bir bütün haline getirir ve aralarında kopmaz bir bağ oluşturur ya da Firavun’un sihirbazları gibi her dönem halkı uyuşturan, düşünmesini engelleyen, değişim arzusunu bastıran, istediği biçimde şekillendiren ve gözlerini boyayan illüzyonist yönetimler olur.

Sanırım, bu uzun girişi nereye bağlayacağımı merak etmeye başlamışsınızdır. Aslında bu makalede, “Türkiye’nin Yüzyılı Vizyon Belgesi”ni ele alarak kalkınmanın gerçeğini arayış yolculuğuna çıkacağız. “Kalkınma gerçeğini arayış yolculuğu”; kabul ediyorum, anlaşılması güç bir tamlama oldu. Okuyucumun, kıvrak zekasıyla ne anlatmak istediğimi anladığını umut ediyorum.

Başlayalım…

AK Partinin çok iyi bir propaganda zekâsı olduğunu kabul etmek gerekir. Ekonomik krizin derin yaralar açtığı, halkın büyük kısmının geçim sıkıntısı yaşadığı bir ortamda bile seçim kazanıyorsa, kurulduğu günden bugüne kadar girdiği tüm seçimlerden galip ayrılıyorsa seçmeni bir şekilde kendisine inandırıyor demektir. İşte bu, propagandanın gücüdür. AK Parti yani Erdoğan, seçim atmosferinde birçok vaatte bulundu. Herkesin gönlünü almaya çalıştı. Bu seçim vaatlerinden biri de açıklanan Türkiye’nin Yüzyılı Vizyon Belgesiydi. “Türkiye’nin Yüzyılı” denilerek açıklanan bu belgenin başlıkları şöyle:

Gücün Yüzyılı, Başarının Yüzyılı, Barışın Yüzyılı, Bilimin Yüzyılı, Haklının Yüzyılı, Verimliliğin Yüzyılı, İstikrarın Yüzyılı, Şefkatin Yüzyılı, İletişimin Yüzyılı, Dijitalin Yüzyılı, Üretimin Yüzyılı, İstikbalin Yüzyılı.

Bu başlıkların altı, türlü vaatler ve temennilerle doldurulmuş ve “vizyon belgesi” olarak sunulmuştur. Başarının temelinde hayal kurmanın olduğunu kabul ediyorum ancak hayallerin bile dayandığı bir temel olması gerektiğine inanıyorum. Geçmişe bakarak gelecek hakkında tahminde bulunmak için medyum olmaya gerek yok sanırım. Türkiye’nin geçmiş yüzyılı, aslında gelecek yüzyılının da habercisidir. Zira köklü bir değişiklik olmadığı sürece geçmiş geleceğe, suyun suya benzediği kadar benzer. Evet, öyle demişti İbnu Haldun. Öyleyse geçmişte sağlam temeller atıldı mı ki gelecek yüzyıl Türkiye’nin yüzyılı olabilsin!

Geçmiş yüzyılın utanç tablosunu aktarmadan önce kalkınmanın gerçeği üzerine biraz konuşalım istiyorum. “Kalkınma” dendiğinde akla sadece ekonomik refah seviyesinin gelmesi yanılsamadır. Şayet böyle olmuş olsa petrol denizinde yüzen, tükenmez doğalgaz rezervleri olan Körfez ülkeleri kalkınmış ülkeler sıralamasında en üstte olurdu. Nitekim Katar’da kişi başına düşen milli gelir 63 bin dolar seviyesindeyken Türkiye’de 13 bin dolar seviyesindedir. Peki, Katar kalkınmış bir ülke midir? Ya da Türkiye, Katar’a kıyasla geri kalmış bir ülke midir? 90 bin dolara yakın GSYİH ile zirvede olan İsviçre, dünyanın en kalkınmış ülkesi midir?

Kalkınmışlığı ekonomik refah seviyesine indirgemek kapitalist bakış açısının ürünüdür. Zira onların hayata bakış açıları, dünya nimetlerinden olabildiğince faydalanmak ve hayattan olabildiğince zevk almak üzerine bina edilmiştir. Üstelik onlar toplumu, “bireylerden oluşan bir organizma” olarak gördükleri için “kişi başına düşen geliri yükseltmekle insanların dolayısıyla da toplumun kalkındığını” iddia etmektedir. Ancak gerçekler hiç de öyle değildir. Kalkınmanın temelinde bir fikir yatar. Toplumları kalkındıran da para değil fikirdir.

“İslam’da İktisat Nizamı” adlı kitabında Müçtehit Âlim Takiyyuddîn en-Nebhânî, bakın bu hakikati ne de güzel dile getirmiş:

“Fikirler, gelişme sürecinde bulunan bir toplumun hayatta elde edebileceği en büyük servettir. Aydın fikir de köklü geçmişi olan bir toplumda yaşayan bireylerin atalarından teslim aldığı en büyük mirastır. Maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik yenilikler ve benzerlerinin yeri, bu fikirlerden çok daha aşağı seviyededir. Bunlara ulaşmak, sahip olunan fikirlere bağlı olduğu gibi bunların korunmaları da fikirlere bağlıdır.

Fikrî değerlerini koruyabilen bir toplumun maddi servetleri tahrip edilse bile bu toplum onu hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî serveti çökmüş bir toplum, maddi servete sahip olsa bile bu toplumun, zamanla maddi varlıklarını kaybetmesi ve fakirleşmesi çok çabuk olur. Bir toplum, elde ettiği bilimsel gerçekleri kaybetmiş olsa bile düşünce metodunu kaybetmediği sürece onların çoğunu tekrar elde edebilir. Fakat kendine ait verimli düşünme metodunu kaybettiğinde ise gerilemeye ve elindeki teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı öncelikle fikrî değerlere sahip çıkmak gerekir. Bu fikirlere ve verimli düşünme metoduna bağlı olarak maddi servet tekrar kazanılabileceği gibi yeni bilimsel buluşlara ve teknolojik gelişmelere doğru da gidilebilir.”

Bu kabulle, Türkiye’nin ilk yüzyılına baktığımızda göreceğimiz tek şey, keşmekeşliktir. Batı karşısında alınan hezimet sonrası Batılı olma yarışı, bu keşmekeşliği tetikleyen yegâne unsurdur. Yüzyıllar boyunca İslami fikirlerle hayatına yön veren bir toplumu tepeden inmeci bir yaklaşımla değiştirmek, “10 yılda 15 milyon genç yaratmaya” çalışmak, elbette ki kaos ve zulüm dolu bir hayatı da beraberinde getirir ve getirmiştir de! Türkiye’nin ilk yüzyılının özeti de aslında budur: kaos ve zulüm!

Toplumun inançlarıyla çelişen fikirlerin dayatılmasının toplumsal bir kırılmanın yanında çift kişilikli insanlar meydana getireceği muhakkaktır. Mustafa Kemal’i “ilah” seviyesinde sevme ve kutsama ayinleriyle büyütülen ilk nesil, travmalar yaşamaktadır. Bir tarafta; anne-babasından kalan İslami referanslı değerler dururken diğer tarafta; bu değerlere savaş açmış bir otorite durmaktadır. Otoriteye karşı durmanın ağır bedelleri düşünüldüğünde değerlerin gizlenmesi en makul korunma yöntemiydi. Batılılaşma serüveninde yaşanan çıkmazlar halk ile otorite arasına duvarların örülmesine sebebiyet vermiştir. Halkıyla bütünleşmeyen otoriteler -doğal olarak-, halkı “bir numaralı düşman” olarak görmektedir. Yani geçen yüzyıl, dış düşmanla değil iç düşmanla mücadele içinde geçen bir yüzyıl olmuştur.

Osmanlı Hilafet Devleti’nin fikrî, fıkhi, kültürel tüm mirası reddedildiğinde şahsiyet fukarası bir devlet ve toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zira reddedilen mirasın yerine hiçbir şey konulamamıştır. Batı hayranlığı, kötü bir taklit olmaktan öteye geçememiştir. Gelecek nesillere bıraktığı miras da çürümüş, aciz ve ezik bir toplumdan başka bir şey değildir.

Böyle bir devletin başarılı olması imkansızdır. Nitekim de öyle olmuştur. Türkiye, ne ekonomik ne de fikrî kalkınma gerçekleştirmiş, iç ve dış siyasetinde tamamen dışa bağımlı bir yol izlemiştir. Geçmiş yüzyılda eğitim kalitesi, sömürgeciler tarafından talan edilmiş Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmıştır. Türkiye'de insanlar 6 saat televizyon izleyip 3 saat internete girerken sadece 1 dakikasını kitap okumaya ayırıyor. Kitap okumak, Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alıyor. En fazla kitap okuyan ülkelerin başında %21 oranıyla İngiltere ve Fransa var. Bunu Japonya %14, Amerika %12 ve İspanya %9 ile izliyor. Türkiye, %0.1 (binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor. Oldu ya; “kitap okuyayım” diyenlerin %65’i aşk, %24’ü siyasi, %13’ü düşünce, %7’si kişisel gelişim kitapları okuyor.

Kitap okuma kriteri, diğer alanlardaki başarısızlığın da teminatı konumunda. Eğitim sistemi geçmiş yüzyılda korkunç derecede başarısızlıklarla dolu. Dünyada söz sahibi değiliz. Üniversitelerimiz bilim yuvası değil, maalesef; teorik bilgilerin verildiği ölçüm mekanizması konumunda. İş başvurusunda öne geçebilmek için kullanılan markadan başka bir şey değil. Ekonomiye artı değer olacak herhangi bir üretim, herhangi bir buluş henüz görülemedi. Bu boşluk yeni yüzyılda “Teknofest” ile doldurmaya çalışılmış olsa da bu girişim, üniversitelerin başarısızlık öyküsünü engelleyemez.

Eğitim böyle yerlerde gezince doğal olarak suç oranları tavan yapmaktadır. 2022 yılında Cumhuriyet başsavcılıklarında açılan dosya sayısı 5 milyon 297 bin 31’e ulaşmıştır. Bir o kadar da geçmiş yıldan devreden olunca 2022 yılında 10 milyon 598 bin 645 dosya açılmış vaziyettedir. Günlük 14 bin 512, saatte 604, dakikada 10 dava dosyası açılmıştır. Savcılığa intikal etmeyen suçları da hesaba kattığımızda her nefes alıp verdiğimizde suç işlenen bir ülke konumundayız.

Suç oranlarında gösterilen bu başarının(!) arkasında, eğitim olduğu kadar yargı sisteminde yaşanan yozlaşma da önemli bir yer tutmaktadır. Yargı, gücünün yettiğine adaleti uygulamaya çalışan, gücünün yetmediğine boyun büken bir konumdadır. Parası ve tanıdığı olmayanlara kanunu uygulamak elbette kolaydır. Önemli olan, “kanun karşısında herkesin eşit olduğu” hakikatini yargıda da göstermektir. Ancak yargı sistemi güvensizliğin kaynağı konumundadır.

Daha, bitmeyen ekonomik krizleri, halkın sırtına yüklenen vergileri, şapka takmadığı için idam edilenleri, kapatılan camileri, ezanın Türkçeleştirilmesini, Kur’an okumanın yasaklanmasını, başörtüsü zulmünü, alkol ve çocukları, gençleri esir alan uyuşturucu madde bağımlılığını, eşcinsellik sapkınlığını, 400 bin kadının fuhuş sektöründe çalışmasını, birikmiş ahlaksızlıkları saymadık. İşte geçmiş yüzyıl öyleydi; bugüne bıraktığı miras da böyle.

Sorumuz şu: Türkiye’nin, -geleceği vizyon belgesinde olduğu gibi- muhteşem bir kalkınmayı gerçekleştirmesi mümkün mü?

Aslında kısaca yukarıda değinmiştik; kalkınmanın hakikatinde doğru bir fikir yatar. O doğru fikir yakalanamadığı sürece ne ekonomik kalkınma ne de fikrî kalkınma gerçekleşebilir, diye. Batı dünyası gibi, dünyanın başka yerlerini sömürüp bedava hammadde elde ederseniz belki ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilirsiniz ama zaman içinde ahlaki yozlaşma, ekonomik kalkınmayı gölgede bırakır.

Peki, bahsettiğimiz “doğru fikir” nedir ve onun doğruluğunu nereden anlayacağız?

Ne kadar kafa yorarsanız yorun -ister filozof ister âlim, isterseniz de sıradan bir vatandaş olun- içinde yaşadığımız hayat hakkında üç ana düşünceye ulaşabilirsiniz. Zira bu üç ana düşünce temelinde de hayat hakkında fikirler ve çözümler üretilmiştir. Bunlar; ya “insan, içinde yaşadığı hayat, dünya ve tüm evren bir dizi rast gelmeler sonucunda kendiliğinden meydana gelmiştir”, ya “bunları yoktan var eden bir yaratıcı vardır”, ya da “yaratıcı var ya da yok, bu, üzerinde kafa yorulacak bir şey değildir. Birey kendisi nasıl istiyorsa öyle inanabilir. Önemli olan dünya hayatında her halükârda söz sahibinin insan olmasıdır.”, şeklindedir.

Belki garip gelebilir belki de çok basit ama bugün konuştuğumuz, tartıştığımız her fikir, bu üç düşünceden birinden üretilmiştir. Bu üç ana düşünceden, “yaratıcının olmadığını, her şeyin tesadüfler zincirinden ibaret olduğunu” söylemek akıl ile çelişmektedir. Zira akıl, her eserin bir sahibinin olduğunu, hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını bilir/anlar. Üstelik “yaratıcının olmadığını” söylemek, insanın zor anlarda sığındığı limanı elinden almak demektir ki bu, fıtrata aykırıdır. Fıtrat, bir gücü kutsama meyilli yaratılmıştır. Bu güdüyü bastırmak, yok saymak, insanı mutsuz ve huzursuz edecektir. Dolayısıyla bu düşünce hem akla hem de fıtrata uygun değildir. Nitekim tatbik edildiği coğrafyalara yıkım ve derin psikolojik bozukluklardan başka bir şey bırakmamıştır.

“Yaratıcının varlığı ya da yokluğu önemli değildir, önemli olan; dünya hayatına karışmamasıdır.” diyerek çıkılan yol, kapitalizmi doğurmuş ve insanlığı uçurumun kenarına sürüklemiştir. Hakeza kapitalizm, sömürü ve birbirini ezen yamyam insanlar topluluğu getirmekten başka bir işe yaramamıştır. İç güdüleri serbest bırakarak tüketimi ve mal kazanma hırsını tetiklemiş, bencilliği ilahlaştırmıştır. Orta çözümlü bu ideoloji, aklen ve fıtraten bozuk bir ideolojidir. İnsanlığı doğru bir kalkınmaya götürmediği gibi onu derin iktisadi ve ahlaki krizlerin içinde boğmuştur.

İslam, aklen ve fıtraten insanlığa hitap eden yegane ideolojidir. O, “yerlerin ve göklerin, hayatın ve insanın bir yaratıcısı olduğu” temelinde yükselen bir ideolojidir. Yine o, insanlar için en uygun çözümler sunan yegâne ideolojidir. Zira insanı yaratan ve onun ihtiyaçlarını en iyi bilen Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından gönderilmiştir.

Dolayısıyla fikrî ve iktisadi kalkınmanın tek adresi, İslam ideolojisi iken Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş felsefesinde İslam’ı, “gericiliğin kaynağı” görmüş ve ona savaş açmıştır. Batı’dan derme-çatma fikirler ve kanunlar ile yapay bir devlet inşa etmiştir. Bu yapay devletin temelleri çürüktür. Zira hiçbir ideolojiye tam manasıyla sahip değildir. Laiklik alınmış ve tatbik edilmiştir ancak halkın diniyle çeliştiği için halk tarafından benimseme hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Aynı şekilde demokrasi de öyledir. Türkiye’de demokrasi, hiçbir zaman Batı’da anlaşıldığı gibi anlaşılmamıştır. Türkiye’de demokrasi, seçime indirgenmiş ve “yöneticileri seçmek ve seçimle görevden almak” olarak kabul edilmiştir. Demokratik özgülükler yani zina özgürlüğü, din değiştirme özgürlüğü, hayvan gibi yaşama özgürlüğü vb. özgürlükler, toplum tarafından hiçbir zaman “hak” olarak kabul görülmemiş ve tepkiyle karşılanmıştır. Kapitalizm ise yarım yamalak uygulanmış ve her daim bir avuç seçkin zümreyi daha da zenginleştirme üzerine hareket edilmiştir.

Geçen yüzyıldaki Türkiye’nin halk-devlet ilişkisi; despotizm, baskı ve sindirme yöntemleriyle sürdürülmüştür. Devletin tatbik ettiği nizam ile halkın değerleri hiçbir zaman örtüşmemiş, netice olarak hedeflerde birleşmeyi gerçekleştirememiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin halkla bütünleşmiş ortak bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. “Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak”, halktan uzak ve kopuk yaşayan bir avuç elitin söylemi olarak kalmıştır.

“Türkiye’nin Yüzyılı” diyerek popülist bir söylem icat eden AK Parti iktidarında da değişen pek bir şey olmamıştır. Çarpık ve kimliksiz ideoloji varlığını sürdürmektedir. İslami söylemlerle halkın duyguları okşanırken sömürü sistemi tüm hızıyla devam etmektedir. Servet sahiplerine bir şekilde aktarılan paralar, halkın sırtına vergi yükü olarak yansımıştır. Laiklik masumlaştırılmış ve Müslümanlara sonunda kabul ettirilmiştir. Batılı yaşam tarzı, her geçen gün hanelere yerleşmiş ve ailelerin parçalanmasına kapı aralamıştır. Özgürlükler fikri, ahlaksızlığın sokağa taşmasını sağlamıştır. Şiddet, şehrin her köşesine ulaşmıştır. Türkiye, -dün olduğu gibi bugün de- ne Batılı olabilmiş ne de kendi değerlerine sarılabilmiştir. Kalkınmaya götürecek bir ideolojiden yoksundur. Halk ile bütünleşme dün olmadığı gibi bugün de gerçekleşmemiştir. -Seçim dönemlerinde açık bir şekilde görüldüğü gibi- toplum ayrışmış ve toplumda derin ayrılıklar hatta kopuşlar meydana gelmiştir. AK Parti, bu ayrılıkları körükleyerek iktidarda kalmayı başarmıştır. Bu gerçekliğe rağmen vizyon belgesinin “İstikbalin Yüzyılı” başlığı altında şöyle denmektedir:

“Güçlüyüz ve yarın daha güçlü olacağız. Milletimizin azmi ve güçlü yönetim yapımız ile Türkiye Yüzyılı’nı gıpta edilecek bir istikbale dönüştüreceğiz. Tarihe yön veren fikirlerin filizlendiği bu topraklarda bizi daima ileriye götürecek olan her projeye, gerektiğinde can suyu gerektiğinde hayat nefesi olacağız. Finansman ve nitelikli insan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bakanlıklarımız, doğru veri ve politikalar üzerine inşa edilen Türkiye Yüzyılı vizyonu projeleri geliştirmektedir. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın anlayışı ile geçmişten aldığımız ilhamı günümüze yatırım yaparak bir gelecek kurmayı hedefleyen Türkiye Yüzyılı geleceğin öngörülebilirliğini temsil edecektir.”

Dolayısıyla Türkiye’nin Vizyon Belgesi propaganda aracı olmaktan öteye geçme ihtimali olmayan bir vizyon belgesidir. Bizim yaştakilerin çokça duyduğu ama hiçbir zaman gerçekleştiğini göremediği “beş yıllık kalkınma planları”ndan bu açıdan hiçbir farkı yoktur. Göz boyama ve mugalata ile seçim dönemlerinde tekrar tekrar ısıtılıp halkın karşısına çıkılmaktadır.

Vizyon sahibi olmak; dünü, bugünü ve geleceği doğru okumaktan geçer. Türkiye’yi ülke ülke dolaşarak borç para arattıran, halkını sefalete mahkûm eden, ahlaksızlığı körükleyen, insani değerleri öldüren, aileyi parçalayan, beyinleri uyuşturan, ufukları daraltan, bencilliği ilahlaştıran, bu laik sistemin ta kendisiyken, tatbik edilen, bu kapitalist nizam, liberal demokrasi iken bunları baz alarak gelecek inşa etmeye çalışmak, vizyonsuzluktur. Yarının daha kötü olacağının habercisidir.

Girişte değindiğimiz Musa Aleyhi’s Selam kıssasına yeniden dönelim: Firavun; batılı hak, kendisini de ilah göstermek için sihri ve sihirbazları kullanmıştı. Böylece halkın gözü boyanmış ve gerçekleri görmesi engellenmişti. Musa Aleyhi’s Selam sihirbazlarla giriştiği mücadele ile sadece onların sihirlerinin sahte olduğunu göstermedi, Firavun’un saltanatının da yalan üzere kurulduğunu ifşa etti. Sihirbazlar, Firavun’u terk ederek hakikate tabi olduklarında, halkın gözlerine çekilen perde de kalkmış oldu. Halk, Firavun’a sırt çevirerek Musa Aleyhi’s Selam’ın getirdiğine tabi olmayı seçti. Ateş çukurları, işkenceler ve zulüm, Firavun’un saltanatını kurtaramadı! En sonunda Allah Subhanehu ve Teâlâ, onu ve beraberindekileri Kızıl Deniz’de helak etti.

Elbette bugün böyle olmayacak; Kızıl Deniz ikiye ayrılıp hakka karşı azgınlık edenleri boğmayacak. Ancak Musa Aleyhi’s Selam kıssası bize gösterdi ki; hangi zamanda ve hangi şartlar altında olursa olsun hakikat sihre, yalana, sahte olan her şeye üstün gelecektir. Zamanı geldiğinde hak ile batıl arasındaki perde kalkacak; toplum, yıllardır batılla uyutulduğunu, aldatıldığını anlayacak ve hakka tabi olacak. O gün süslü sözler, vaatler, vizyon belgeleri hiçbir işe yaramayacak!

Doğru, hiçbir zaman gölgede kalmaz ve hiçbir zaman yanlışa yenilmez. Doğrunun taraftarı da hiçbir zaman eksik olmaz. Dün böyleydi, bugün de böyledir! Doğrularla yaşayan, doğruları haykıran, Allah’ın dinine davet eden, Rasulullah’ın metodunu takip eden, Râşidî Hilâfet Devleti’ni inşa ederek İslam ideolojisini hayata tatbik etmek için çalışan nice ihlaslı Müslüman vardır. Onlar Allah’ın izniyle her yerde! Endonezya’dan Fas’a, Doğu Türkistan’dan Bosna’ya, onları görebilirsin. Öyleyse mesele, Allah’ın yardımını gönderme meselesidir. İstikbal Türkiye’nin değil; Türkiye’nin de parçası olduğu İslam ümmetinindir!

[اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ] “Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz pek yakındır.”[1]                                   



[1] Bakara Suresi 214


Yorumlar

  1. Abdullah Talha

    Olayları İslami açıdan yorumluyor, yorumlarınızı hadislerle ve Kur'an'la güçlendiriyorsunuz. Yazarların ellerinden öperim❤️

Yorum Yaz