Musa Aleyhi’s
Selam ile Firavun arasındaki hak-batıl mücadelesinde sihirbazlar önemli bir
yer işgal eder. Mucizelerin, aslında bir meydan okuma olduğu gerçeğiyle o
dönemde Mısır’ın sihrin merkezi olduğunu, en usta sihirbazların da elbette
Firavun’un yanında, gözetiminde bulunduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.
Kur’an’da geçen
sihirbazlar kıssasını incelediğimizde halkın toplu sihir gösterilerine aşina
olduğunu görmekteyiz. Yani halk, sihirbazlık gösterileri ile meşgul edilirken
Firavun, iktidarda dilediğini yapıyordu. Firavunun ilahlık iddiasının temelinde
elinde tuttuğu sihir gücü bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Her ne
olursa olsun sihir, dönemin propaganda aracı; sihirbazlar ise iktidarı ayakta
tutan propagandacılar konumundaydı.
Halk-iktidar ilişkileri
böyledir; ya ideolojik boyutta seyreder; ideolojiden türemiş ilişkiler ve
hedefler iktidar ile halkı bir bütün haline getirir ve aralarında kopmaz bir
bağ oluşturur ya da Firavun’un sihirbazları gibi her dönem halkı uyuşturan,
düşünmesini engelleyen, değişim arzusunu bastıran, istediği biçimde
şekillendiren ve gözlerini boyayan illüzyonist yönetimler olur.
Sanırım, bu uzun
girişi nereye bağlayacağımı merak etmeye başlamışsınızdır. Aslında bu makalede,
“Türkiye’nin Yüzyılı Vizyon Belgesi”ni ele alarak kalkınmanın gerçeğini arayış
yolculuğuna çıkacağız. “Kalkınma gerçeğini arayış yolculuğu”; kabul ediyorum,
anlaşılması güç bir tamlama oldu. Okuyucumun, kıvrak zekasıyla ne anlatmak
istediğimi anladığını umut ediyorum.
Başlayalım…
AK Partinin çok iyi
bir propaganda zekâsı olduğunu kabul etmek gerekir. Ekonomik krizin derin
yaralar açtığı, halkın büyük kısmının geçim sıkıntısı yaşadığı bir ortamda bile
seçim kazanıyorsa, kurulduğu günden bugüne kadar girdiği tüm seçimlerden galip
ayrılıyorsa seçmeni bir şekilde kendisine inandırıyor demektir. İşte bu,
propagandanın gücüdür. AK Parti yani Erdoğan, seçim atmosferinde birçok vaatte
bulundu. Herkesin gönlünü almaya çalıştı. Bu seçim vaatlerinden biri de
açıklanan Türkiye’nin Yüzyılı Vizyon Belgesiydi. “Türkiye’nin Yüzyılı”
denilerek açıklanan bu belgenin başlıkları şöyle:
Gücün Yüzyılı, Başarının
Yüzyılı, Barışın Yüzyılı, Bilimin Yüzyılı, Haklının Yüzyılı, Verimliliğin Yüzyılı,
İstikrarın Yüzyılı, Şefkatin Yüzyılı, İletişimin Yüzyılı, Dijitalin Yüzyılı, Üretimin
Yüzyılı, İstikbalin Yüzyılı.
Bu başlıkların altı,
türlü vaatler ve temennilerle doldurulmuş ve “vizyon belgesi” olarak
sunulmuştur. Başarının temelinde hayal kurmanın olduğunu kabul ediyorum ancak
hayallerin bile dayandığı bir temel olması gerektiğine inanıyorum. Geçmişe
bakarak gelecek hakkında tahminde bulunmak için medyum olmaya gerek yok
sanırım. Türkiye’nin geçmiş yüzyılı, aslında gelecek yüzyılının da
habercisidir. Zira köklü bir değişiklik olmadığı sürece geçmiş geleceğe, suyun
suya benzediği kadar benzer. Evet, öyle demişti İbnu Haldun. Öyleyse geçmişte
sağlam temeller atıldı mı ki gelecek yüzyıl Türkiye’nin yüzyılı olabilsin!
Geçmiş yüzyılın utanç tablosunu aktarmadan önce kalkınmanın gerçeği üzerine biraz konuşalım istiyorum. “Kalkınma” dendiğinde akla sadece ekonomik refah seviyesinin gelmesi yanılsamadır. Şayet böyle olmuş olsa petrol denizinde yüzen, tükenmez doğalgaz rezervleri olan Körfez ülkeleri kalkınmış ülkeler sıralamasında en üstte olurdu. Nitekim Katar’da kişi başına düşen milli gelir 63 bin dolar seviyesindeyken Türkiye’de 13 bin dolar seviyesindedir. Peki, Katar kalkınmış bir ülke midir? Ya da Türkiye, Katar’a kıyasla geri kalmış bir ülke midir? 90 bin dolara yakın GSYİH ile zirvede olan İsviçre, dünyanın en kalkınmış ülkesi midir?
Kalkınmışlığı ekonomik refah seviyesine indirgemek kapitalist bakış açısının ürünüdür. Zira onların hayata bakış açıları, dünya nimetlerinden olabildiğince faydalanmak ve hayattan olabildiğince zevk almak üzerine bina edilmiştir. Üstelik onlar toplumu, “bireylerden oluşan bir organizma” olarak gördükleri için “kişi başına düşen geliri yükseltmekle insanların dolayısıyla da toplumun kalkındığını” iddia etmektedir. Ancak gerçekler hiç de öyle değildir. Kalkınmanın temelinde bir fikir yatar. Toplumları kalkındıran da para değil fikirdir.
“İslam’da İktisat Nizamı” adlı kitabında Müçtehit Âlim Takiyyuddîn en-Nebhânî, bakın bu hakikati ne de güzel dile getirmiş:
“Fikirler, gelişme
sürecinde bulunan bir toplumun hayatta elde edebileceği en büyük servettir. Aydın
fikir de köklü geçmişi olan bir toplumda yaşayan bireylerin atalarından teslim
aldığı en büyük mirastır. Maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik
yenilikler ve benzerlerinin yeri, bu fikirlerden çok daha aşağı seviyededir.
Bunlara ulaşmak, sahip olunan fikirlere bağlı olduğu gibi bunların korunmaları
da fikirlere bağlıdır.
Fikrî değerlerini
koruyabilen bir toplumun maddi servetleri tahrip edilse bile bu toplum onu
hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî serveti çökmüş bir toplum, maddi servete
sahip olsa bile bu toplumun, zamanla maddi varlıklarını kaybetmesi ve
fakirleşmesi çok çabuk olur. Bir toplum, elde ettiği bilimsel gerçekleri
kaybetmiş olsa bile düşünce metodunu kaybetmediği sürece onların çoğunu tekrar
elde edebilir. Fakat kendine ait verimli düşünme metodunu kaybettiğinde ise
gerilemeye ve elindeki teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı
öncelikle fikrî değerlere sahip çıkmak gerekir. Bu fikirlere ve verimli düşünme
metoduna bağlı olarak maddi servet tekrar kazanılabileceği gibi yeni bilimsel
buluşlara ve teknolojik gelişmelere doğru da gidilebilir.”
Bu kabulle,
Türkiye’nin ilk yüzyılına baktığımızda göreceğimiz tek şey, keşmekeşliktir.
Batı karşısında alınan hezimet sonrası Batılı olma yarışı, bu keşmekeşliği
tetikleyen yegâne unsurdur. Yüzyıllar boyunca İslami fikirlerle hayatına yön
veren bir toplumu tepeden inmeci bir yaklaşımla değiştirmek, “10 yılda 15
milyon genç yaratmaya” çalışmak, elbette ki kaos ve zulüm dolu bir hayatı
da beraberinde getirir ve getirmiştir de! Türkiye’nin ilk yüzyılının özeti de
aslında budur: kaos ve zulüm!
Toplumun inançlarıyla çelişen fikirlerin dayatılmasının toplumsal bir kırılmanın yanında çift kişilikli insanlar meydana getireceği muhakkaktır. Mustafa Kemal’i “ilah” seviyesinde sevme ve kutsama ayinleriyle büyütülen ilk nesil, travmalar yaşamaktadır. Bir tarafta; anne-babasından kalan İslami referanslı değerler dururken diğer tarafta; bu değerlere savaş açmış bir otorite durmaktadır. Otoriteye karşı durmanın ağır bedelleri düşünüldüğünde değerlerin gizlenmesi en makul korunma yöntemiydi. Batılılaşma serüveninde yaşanan çıkmazlar halk ile otorite arasına duvarların örülmesine sebebiyet vermiştir. Halkıyla bütünleşmeyen otoriteler -doğal olarak-, halkı “bir numaralı düşman” olarak görmektedir. Yani geçen yüzyıl, dış düşmanla değil iç düşmanla mücadele içinde geçen bir yüzyıl olmuştur.
Osmanlı Hilafet
Devleti’nin fikrî, fıkhi, kültürel tüm mirası reddedildiğinde şahsiyet fukarası
bir devlet ve toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zira reddedilen mirasın
yerine hiçbir şey konulamamıştır. Batı hayranlığı, kötü bir taklit olmaktan öteye
geçememiştir. Gelecek nesillere bıraktığı miras da çürümüş, aciz ve ezik bir
toplumdan başka bir şey değildir.
Böyle bir devletin
başarılı olması imkansızdır. Nitekim de öyle olmuştur. Türkiye, ne ekonomik ne
de fikrî kalkınma gerçekleştirmiş, iç ve dış siyasetinde tamamen dışa bağımlı
bir yol izlemiştir. Geçmiş yüzyılda eğitim kalitesi, sömürgeciler tarafından
talan edilmiş Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmıştır. Türkiye'de insanlar
6 saat televizyon izleyip 3 saat internete girerken sadece 1 dakikasını kitap
okumaya ayırıyor. Kitap okumak, Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada
yer alıyor. En fazla kitap okuyan ülkelerin başında %21 oranıyla İngiltere ve
Fransa var. Bunu Japonya %14, Amerika %12 ve İspanya %9 ile izliyor. Türkiye, %0.1
(binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor. Oldu ya; “kitap
okuyayım” diyenlerin %65’i aşk, %24’ü siyasi, %13’ü düşünce, %7’si kişisel
gelişim kitapları okuyor.
Kitap okuma kriteri,
diğer alanlardaki başarısızlığın da teminatı konumunda. Eğitim sistemi geçmiş
yüzyılda korkunç derecede başarısızlıklarla dolu. Dünyada söz sahibi değiliz.
Üniversitelerimiz bilim yuvası değil, maalesef; teorik bilgilerin verildiği ölçüm
mekanizması konumunda. İş başvurusunda öne geçebilmek için kullanılan markadan
başka bir şey değil. Ekonomiye artı değer olacak herhangi bir üretim, herhangi
bir buluş henüz görülemedi. Bu boşluk yeni yüzyılda “Teknofest” ile doldurmaya
çalışılmış olsa da bu girişim, üniversitelerin başarısızlık öyküsünü
engelleyemez.
Eğitim böyle yerlerde
gezince doğal olarak suç oranları tavan yapmaktadır. 2022 yılında Cumhuriyet başsavcılıklarında
açılan dosya sayısı 5 milyon 297 bin 31’e ulaşmıştır. Bir o kadar da geçmiş yıldan
devreden olunca 2022 yılında 10 milyon 598 bin 645 dosya açılmış vaziyettedir.
Günlük 14 bin 512, saatte 604, dakikada 10 dava dosyası açılmıştır. Savcılığa
intikal etmeyen suçları da hesaba kattığımızda her nefes alıp verdiğimizde suç
işlenen bir ülke konumundayız.
Suç oranlarında
gösterilen bu başarının(!) arkasında, eğitim olduğu kadar yargı sisteminde
yaşanan yozlaşma da önemli bir yer tutmaktadır. Yargı, gücünün yettiğine
adaleti uygulamaya çalışan, gücünün yetmediğine boyun büken bir konumdadır. Parası
ve tanıdığı olmayanlara kanunu uygulamak elbette kolaydır. Önemli olan, “kanun
karşısında herkesin eşit olduğu” hakikatini yargıda da göstermektir. Ancak
yargı sistemi güvensizliğin kaynağı konumundadır.
Daha, bitmeyen
ekonomik krizleri, halkın sırtına yüklenen vergileri, şapka takmadığı için idam
edilenleri, kapatılan camileri, ezanın Türkçeleştirilmesini, Kur’an okumanın
yasaklanmasını, başörtüsü zulmünü, alkol ve çocukları, gençleri esir alan
uyuşturucu madde bağımlılığını, eşcinsellik sapkınlığını, 400 bin kadının fuhuş
sektöründe çalışmasını, birikmiş ahlaksızlıkları saymadık. İşte geçmiş yüzyıl öyleydi;
bugüne bıraktığı miras da böyle.
Sorumuz şu:
Türkiye’nin, -geleceği vizyon belgesinde olduğu gibi- muhteşem bir kalkınmayı
gerçekleştirmesi mümkün mü?
Aslında kısaca yukarıda
değinmiştik; kalkınmanın hakikatinde doğru bir fikir yatar. O doğru fikir
yakalanamadığı sürece ne ekonomik kalkınma ne de fikrî kalkınma gerçekleşebilir,
diye. Batı dünyası gibi, dünyanın başka yerlerini sömürüp bedava hammadde elde
ederseniz belki ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilirsiniz ama zaman içinde ahlaki
yozlaşma, ekonomik kalkınmayı gölgede bırakır.
Peki, bahsettiğimiz “doğru
fikir” nedir ve onun doğruluğunu nereden anlayacağız?
Ne kadar kafa
yorarsanız yorun -ister filozof ister âlim, isterseniz de sıradan bir vatandaş
olun- içinde yaşadığımız hayat hakkında üç ana düşünceye ulaşabilirsiniz. Zira
bu üç ana düşünce temelinde de hayat hakkında fikirler ve çözümler
üretilmiştir. Bunlar; ya “insan, içinde yaşadığı hayat, dünya ve tüm evren
bir dizi rast gelmeler sonucunda kendiliğinden meydana gelmiştir”, ya “bunları
yoktan var eden bir yaratıcı vardır”, ya da “yaratıcı var ya da yok, bu,
üzerinde kafa yorulacak bir şey değildir. Birey kendisi nasıl istiyorsa öyle
inanabilir. Önemli olan dünya hayatında her halükârda söz sahibinin insan
olmasıdır.”, şeklindedir.
Belki garip gelebilir
belki de çok basit ama bugün konuştuğumuz, tartıştığımız her fikir, bu üç
düşünceden birinden üretilmiştir. Bu üç ana düşünceden, “yaratıcının olmadığını,
her şeyin tesadüfler zincirinden ibaret olduğunu” söylemek akıl ile
çelişmektedir. Zira akıl, her eserin bir sahibinin olduğunu, hiçbir şeyin
yoktan var olamayacağını bilir/anlar. Üstelik “yaratıcının olmadığını”
söylemek, insanın zor anlarda sığındığı limanı elinden almak demektir ki bu,
fıtrata aykırıdır. Fıtrat, bir gücü kutsama meyilli yaratılmıştır. Bu güdüyü
bastırmak, yok saymak, insanı mutsuz ve huzursuz edecektir. Dolayısıyla bu
düşünce hem akla hem de fıtrata uygun değildir. Nitekim tatbik edildiği coğrafyalara
yıkım ve derin psikolojik bozukluklardan başka bir şey bırakmamıştır.
“Yaratıcının varlığı ya da yokluğu önemli değildir, önemli olan; dünya hayatına karışmamasıdır.” diyerek çıkılan yol, kapitalizmi doğurmuş ve insanlığı uçurumun kenarına sürüklemiştir. Hakeza kapitalizm, sömürü ve birbirini ezen yamyam insanlar topluluğu getirmekten başka bir işe yaramamıştır. İç güdüleri serbest bırakarak tüketimi ve mal kazanma hırsını tetiklemiş, bencilliği ilahlaştırmıştır. Orta çözümlü bu ideoloji, aklen ve fıtraten bozuk bir ideolojidir. İnsanlığı doğru bir kalkınmaya götürmediği gibi onu derin iktisadi ve ahlaki krizlerin içinde boğmuştur.
İslam, aklen ve
fıtraten insanlığa hitap eden yegane ideolojidir. O, “yerlerin ve göklerin,
hayatın ve insanın bir yaratıcısı olduğu” temelinde yükselen bir ideolojidir.
Yine o, insanlar için en uygun çözümler sunan yegâne ideolojidir. Zira insanı
yaratan ve onun ihtiyaçlarını en iyi bilen Allah Subhanehu ve Teâlâ
tarafından gönderilmiştir.
Dolayısıyla fikrî ve
iktisadi kalkınmanın tek adresi, İslam ideolojisi iken Türkiye Cumhuriyeti,
kuruluş felsefesinde İslam’ı, “gericiliğin kaynağı” görmüş ve ona savaş
açmıştır. Batı’dan derme-çatma fikirler ve kanunlar ile yapay bir devlet inşa
etmiştir. Bu yapay devletin temelleri çürüktür. Zira hiçbir ideolojiye tam
manasıyla sahip değildir. Laiklik alınmış ve tatbik edilmiştir ancak halkın
diniyle çeliştiği için halk tarafından benimseme hiçbir zaman
gerçekleşmemiştir. Aynı şekilde demokrasi de öyledir. Türkiye’de demokrasi,
hiçbir zaman Batı’da anlaşıldığı gibi anlaşılmamıştır. Türkiye’de demokrasi,
seçime indirgenmiş ve “yöneticileri seçmek ve seçimle görevden almak” olarak
kabul edilmiştir. Demokratik özgülükler yani zina özgürlüğü, din değiştirme özgürlüğü,
hayvan gibi yaşama özgürlüğü vb. özgürlükler, toplum tarafından hiçbir zaman
“hak” olarak kabul görülmemiş ve tepkiyle karşılanmıştır. Kapitalizm ise yarım
yamalak uygulanmış ve her daim bir avuç seçkin zümreyi daha da zenginleştirme
üzerine hareket edilmiştir.
Geçen yüzyıldaki
Türkiye’nin halk-devlet ilişkisi; despotizm, baskı ve sindirme yöntemleriyle
sürdürülmüştür. Devletin tatbik ettiği nizam ile halkın değerleri hiçbir zaman
örtüşmemiş, netice olarak hedeflerde birleşmeyi gerçekleştirememiştir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin halkla bütünleşmiş ortak bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. “Muasır
medeniyetler seviyesine çıkmak”, halktan uzak ve kopuk yaşayan bir avuç
elitin söylemi olarak kalmıştır.
“Türkiye’nin Yüzyılı” diyerek popülist bir
söylem icat eden AK Parti iktidarında da değişen pek bir şey olmamıştır. Çarpık
ve kimliksiz ideoloji varlığını sürdürmektedir. İslami söylemlerle halkın
duyguları okşanırken sömürü sistemi tüm hızıyla devam etmektedir. Servet
sahiplerine bir şekilde aktarılan paralar, halkın sırtına vergi yükü olarak
yansımıştır. Laiklik masumlaştırılmış ve Müslümanlara sonunda kabul
ettirilmiştir. Batılı yaşam tarzı, her geçen gün hanelere yerleşmiş ve
ailelerin parçalanmasına kapı aralamıştır. Özgürlükler fikri, ahlaksızlığın
sokağa taşmasını sağlamıştır. Şiddet, şehrin her köşesine ulaşmıştır. Türkiye, -dün
olduğu gibi bugün de- ne Batılı olabilmiş ne de kendi değerlerine
sarılabilmiştir. Kalkınmaya götürecek bir ideolojiden yoksundur. Halk ile
bütünleşme dün olmadığı gibi bugün de gerçekleşmemiştir. -Seçim dönemlerinde
açık bir şekilde görüldüğü gibi- toplum ayrışmış ve toplumda derin ayrılıklar
hatta kopuşlar meydana gelmiştir. AK Parti, bu ayrılıkları körükleyerek
iktidarda kalmayı başarmıştır. Bu gerçekliğe rağmen vizyon belgesinin “İstikbalin
Yüzyılı” başlığı altında şöyle denmektedir:
“Güçlüyüz ve yarın
daha güçlü olacağız. Milletimizin azmi ve güçlü yönetim yapımız ile Türkiye
Yüzyılı’nı gıpta edilecek bir istikbale dönüştüreceğiz. Tarihe yön veren
fikirlerin filizlendiği bu topraklarda bizi daima ileriye götürecek olan her
projeye, gerektiğinde can suyu gerektiğinde hayat nefesi olacağız. Finansman ve
nitelikli insan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bakanlıklarımız, doğru
veri ve politikalar üzerine inşa edilen Türkiye Yüzyılı vizyonu projeleri
geliştirmektedir. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın anlayışı ile geçmişten
aldığımız ilhamı günümüze yatırım yaparak bir gelecek kurmayı hedefleyen
Türkiye Yüzyılı geleceğin öngörülebilirliğini temsil edecektir.”
Dolayısıyla
Türkiye’nin Vizyon Belgesi propaganda aracı olmaktan öteye geçme ihtimali
olmayan bir vizyon belgesidir. Bizim yaştakilerin çokça duyduğu ama hiçbir
zaman gerçekleştiğini göremediği “beş yıllık kalkınma planları”ndan bu açıdan
hiçbir farkı yoktur. Göz boyama ve mugalata ile seçim dönemlerinde tekrar
tekrar ısıtılıp halkın karşısına çıkılmaktadır.
Vizyon sahibi olmak;
dünü, bugünü ve geleceği doğru okumaktan geçer. Türkiye’yi ülke ülke dolaşarak
borç para arattıran, halkını sefalete mahkûm eden, ahlaksızlığı körükleyen,
insani değerleri öldüren, aileyi parçalayan, beyinleri uyuşturan, ufukları
daraltan, bencilliği ilahlaştıran, bu laik sistemin ta kendisiyken, tatbik
edilen, bu kapitalist nizam, liberal demokrasi iken bunları baz alarak gelecek
inşa etmeye çalışmak, vizyonsuzluktur. Yarının daha kötü olacağının
habercisidir.
Girişte değindiğimiz
Musa Aleyhi’s Selam kıssasına yeniden dönelim: Firavun; batılı hak,
kendisini de ilah göstermek için sihri ve sihirbazları kullanmıştı. Böylece
halkın gözü boyanmış ve gerçekleri görmesi engellenmişti. Musa Aleyhi’s
Selam sihirbazlarla giriştiği mücadele ile sadece onların sihirlerinin
sahte olduğunu göstermedi, Firavun’un saltanatının da yalan üzere kurulduğunu
ifşa etti. Sihirbazlar, Firavun’u terk ederek hakikate tabi olduklarında,
halkın gözlerine çekilen perde de kalkmış oldu. Halk, Firavun’a sırt çevirerek Musa
Aleyhi’s Selam’ın getirdiğine tabi olmayı seçti. Ateş çukurları,
işkenceler ve zulüm, Firavun’un saltanatını kurtaramadı! En sonunda Allah Subhanehu
ve Teâlâ, onu ve beraberindekileri Kızıl Deniz’de helak etti.
Elbette bugün böyle
olmayacak; Kızıl Deniz ikiye ayrılıp hakka karşı azgınlık edenleri boğmayacak.
Ancak Musa Aleyhi’s Selam kıssası bize gösterdi ki; hangi zamanda ve
hangi şartlar altında olursa olsun hakikat sihre, yalana, sahte olan her şeye
üstün gelecektir. Zamanı geldiğinde hak ile batıl arasındaki perde kalkacak; toplum,
yıllardır batılla uyutulduğunu, aldatıldığını anlayacak ve hakka tabi olacak. O
gün süslü sözler, vaatler, vizyon belgeleri hiçbir işe yaramayacak!
Doğru, hiçbir zaman
gölgede kalmaz ve hiçbir zaman yanlışa yenilmez. Doğrunun taraftarı da hiçbir
zaman eksik olmaz. Dün böyleydi, bugün de böyledir! Doğrularla yaşayan,
doğruları haykıran, Allah’ın dinine davet eden, Rasulullah’ın metodunu takip
eden, Râşidî Hilâfet Devleti’ni inşa ederek İslam ideolojisini hayata tatbik etmek
için çalışan nice ihlaslı Müslüman vardır. Onlar Allah’ın izniyle her yerde! Endonezya’dan
Fas’a, Doğu Türkistan’dan Bosna’ya, onları görebilirsin. Öyleyse mesele, Allah’ın
yardımını gönderme meselesidir. İstikbal Türkiye’nin değil; Türkiye’nin de parçası
olduğu İslam ümmetinindir!
[اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ
الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ
وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ
اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ] “Sizden önce
gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?
Peygamber ve onunla beraber müminler: ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ diyecek
kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın
yardımı şüphesiz pek yakındır.”[1]


Yorumlar