Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasının ardından din-devlet ilişkilerinin dini yok gören ya da dışlayıcı
bir laiklik anlayışı temelinde şekillendiğini hepimiz biliyoruz. Bu anlamda
rejim dine ve dindarlara önceleri düşmanca sonra ise mesafeli yaklaşmıştır. Zira
laikliğin en temel özelliği dini tamamen hayattan ayırmak en azından kamusal
alanın dışında tutmaktır. Bu minvalde devletin dindarlarla ilişkisi uzun yıllar
boyunca sorunlu olmuş, lakin 2002 yılında iktidara gelen AK Parti ile birlikte
devletin dışlayıcı yaklaşımında büyük kırılmalar meydana gelmiştir.
AK Parti’nin
kurucusu ve lideri Recep Tayip Erdoğan, üniversite yıllarında siyasi hayatına
başlamış, önce Milli Türk Talebe Birliği’nde 1976’da ise Milli Selamet Partisi
Beyoğlu Gençlik Kolları Başkanlığına ve MSP İstanbul İl Başkanlığı’na seçilmişti.
Millî Selamet Partisi’nin 1981’de kapatılması sonrasında, 1983’te kurulan Refah
Partisi ile siyasi hayatına devam etmiş; 1986’da milletvekili, 1989 yerel
seçimlerinde ise Beyoğlu Belediye Başkan adayı olmuş ancak ikisinde de seçilememişti.
1991’de ise milletvekili olmasına rağmen tercihli oy sistemi sebebiyle Yüksek
Seçim Kurulu milletvekilliğini iptal etmişti. 6 Aralık 1997’de Siirt’te
düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada okuduğu şiir yüzünden 10 ay hapis
cezasına çarptırılmış, 26 Mart 1999’da cezaevine girmiş, 4 ay 10 gün cezaevinde
kaldıktan sonra 24 Temmuz 1999’da tahliye edilmişti.
Bu süreç,
Müslümanların bizzat kendilerinin de birçok defa sistem karşısında maruz
kaldıkları bir durumdu. Bu minvalde halk ve İslâmi camia Erdoğan’ı kendileri
gibi mazlum olarak gördüler. Anayasa Mahkemesi’nin Fazilet Partisi’ni
kapatmasının ardından milletvekilleri, gelenekçiler ve yenilikçiler olarak iki
kanada ayrıldığında “Millî Görüşçü” olarak adlandırılan kanat, Recai Kutan’ın
genel başkanlığında 2001’de Saadet Partisi’ni kurarken, “Yenilikçi” kanat,
Tayyip Erdoğan’la birlikte, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu ve Tayyip
Erdoğan, parti genel başkanlığına seçildi. Tüm bu sürece şahit olan İslâmi
hassasiyeti olan büyük çoğunluk, kendileri gibi mazlum gördükleri AK Parti’yi ve
Erdoğan’ı 3 Kasım 2002 seçimlerinde seçimin galibi yaptılar.
Ancak Erdoğan’ın,
siyasi yasağı bulunduğu için seçimlere girememesi ve milletvekili seçilememesi
yüzünden 58. Hükumet Erdoğan’ın yakın arkadaşı Abdullah Gül’ün eliyle kuruldu.
Bu hükumet Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması için Meclise yasa teklifi
sundu ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı “öznel, somut ve
kişisel” olduğu gerekçesiyle veto etti. Yasa değiştirilmeden mecliste tekrar
kabul edilince Sezer yasa değişikliğini bu kez onaylamak zorunda kaldı ve böylece
Erdoğan’ın yasağı kaldırılmış oldu. Tüm bu yaşananlar Müslümanlar nezdinde ona
karşı bağlılığı perçinledi. Çünkü “İslâmi vurguları onu bu duruma düşürüyor!”
düşüncesi, laik devlet tarafından engellenenin Erdoğan üzerinden İslâm olduğu
algısını oluşturuyordu.
Yasanın kabulünün
peşi sıra Siirt Milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz’ün milletvekilliğinin
düşürülmesi ve ardından da Siirt’teki seçimlerin tekrar edilmesi
kararlaştırıldı. Seçimlerde Erdoğan partinin birinci adayı olarak Siirt
seçimlerine katıldı ve parlamentoya girdi. 58. Hükümetin istifasını sunması
üzerine koltuğundan çekilen Abdullah Gül’den boşalan başbakanlık koltuğuna da Türkiye
Cumhuriyeti’nin 59. Başbakanı olarak Erdoğan geçti.
Müslümanlar Erdoğan’ın
iktidarını büyük bir kazanım olarak gördüler ve yaşadıkları zulüm döneminin
sona ereceği fikrine kapıldılar. Fakat öyle olmadı. Çünkü devlet düzeni belli
refleksleri bünyesinde barındırmaktaydı ve bu refleksler hemen hemen tüm kurum
ve kuruluşlarda Erdoğan’ın girişimlerini sonuçsuz bırakmaktaydı. Bu yüzden
kendisinin de aynı çizgiyi takip ettiği selefi konumundaki Adnan Menderes’in
kendi döneminde ifade ettiği şu sözü tekrar etti: “İktidar olduk ama
muktedir olamadık!”
Bu süreçte
Müslümanların söylem ve beklentileri saflığını korumaktaydı. Nitekim 1980
yılında Konya’da düzenlenen Kudüs mitinginde atılan; “Konya yakında başşehir
olacak!”, “Şeriat gelecek vahşet bitecek!”, “Şeriat hakkımız söke söke alırız!”,
“Sınırsız İslâm Devleti”, “Tek halife, tek devlet, tek millet” sloganları AK
Parti’nin iktidar olduğu zamana kadar halkımızda zindeliğini korumuştu.
İslâmi camia “iktidar
olduk muktedir olamadık” sürecinde AK Parti’ye zaman tanınması taraftarı oldu.
Fakat zaman ilerlemesine rağmen beklentiler bir türlü gerçekleşmedi. Bu süreçte
Erdoğan liderliğindeki iktidar yeni bir taktik geliştirdi. İslâmi camiayı “ver-al”
planıyla tarafında tutmaya başladı. Bu minvalde birçok vakıf, dernek, tarikat
vb. oluşumlara birçok bina verildi, çalışmalarına dair ihtiyaçları giderildi.
Bu durum İslâmi düşünce açısından ciddi bir kırılma yaşanmasına sebep oldu. Çünkü
bahse konu camia bir şeyler elde ettiklerinde iktidarın destekçisi olmak
zorunda kaldılar. Bu destek İslâmi hassasiyetler için olsa idi mazur
görülebilirlerdi lakin öyle değildi. İktidar attığı her adımda, yaptığı her
icraatta bu kesimi sözcü gibi kullandı. Onlar da elde ettikleri “kazanımları”
kaybetmemek uğruna İslâmi ya da gayri İslâmi olup olmadığına bakmadan çeşitli
gerekçelerle iktidarı desteklemeyi görev bildiler.
Erdoğan’ın
iktidarı, 22 Temmuz 2007’de, Meclisin 23. döneminde yapılan seçimlerinde %46,6
oy alarak tekrar iktidar partisi olmasıyla devam etti. Erdoğan ikinci kez Başbakanlık
koltuğuna oturdu. Ardından 12 Eylül 2010’daki Anayasa değişikliği
referandumundan, Erdoğan’ın başını çektiği “evet” oyu çıktı. 12 Haziran 2011’de
yapılan seçimlerde ise AK Parti oyların yüzde 49,8’ini aldı.
27 Mayıs 2013’te
ise Gezi Parkı’ndaki ağaç kesimini ve Erdoğan ve hükümetinin uygulamalarını
protesto etmek için fırsat bilerek çatışmaya dönüştürülen Gezi olayları
başladı. Bu durum ister istemez İslâmi kesimleri siyasi arenadaki bu çatışmaya
taraf olmaya itti. Bu tarafgirlik kategorik bir tarafgirlik şeklindeydi. Yani karşı
tarafın reddedilmesi manasında AK Parti tarafı seçilmişti.
2014 yılına
gelindiğinde, 2007’de yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla beraber ilk
kez Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Erdoğan seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Seçimlerin ilk turu olan 10 Ağustos 2014’te CHP ve MHP çatı adayı Ekmeleddin
İhsanoğlu’nu; Emek ve Demokrasi Güçleri Selahattin Demirtaş’ı aday olarak
belirlemişti. AK Parti’nin adayı ise Erdoğan’dı. Seçimde Erdoğan %51,79 oy
oranıyla birinci sırada, İhsanoğlu %38,44 oy oranıyla ikinci sırada ve Demirtaş
%9,76 oy oranıyla üçüncü sırada yer almıştı.
İslâmi camia bu süreçte de Erdoğan’dan
taraf tavır aldı ve onun iktidarını destekledi.
15-16 Temmuz 2016’da,
Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak
tanımlayan bir grup asker tarafından darbe teşebbüsü gerçekleştirildi. Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin resmî internet sitesi ve TRT’de yayımlanan bildiride “ordunun
yönetime el koyduğu” ifade edilerek ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı
ilan edildiği açıklandı. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü jandarma
tarafından kapatıldı, TBMM bombalandı, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bombalama
girişiminde bulunuldu, Erdoğan’a karşı suikast girişiminde bulunuldu. Genelkurmay
Başkanı Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak, Hava Kuvvetleri
Komutanı Abidin Ünal ve Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi darbeyi
gerçekleştiren askerler tarafından rehin alındı.
Darbe girişiminin
hemen ardından İstanbul Atatürk Havalimanı’nda bir basın toplantısı düzenleyen
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yüksek Askerî Şura öncesinde böyle bir
hareketin meydana gelmesinin manidar olduğunu ifade ettikten sonra görevinin
başında olduğunu vurguladı; gelişmeleri, “Şu anda yapılan hareket bir ihanet
hareketidir” şeklinde değerlendirdi. “Bu vatana ihanet hareketinin bedelini
çok ağır ödeyeceğini” de ifade ettikten sonra şu ilgi çekici ifadeyi kullandı:
“Eninde sonunda şu anda bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur. Çünkü bu,
silahlı kuvvetlerimizin temizlenmesine sebep olacak.”
Gülen Cemaatinin de
içinde olduğu bu askerî darbe girişiminin ardından Erdoğan halkı sokaklara
çağırdı. Darbe girişimi engellendikten sonra Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi
ve ülke, çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetilmeye başlandı.
Bu girişim Erdoğan iktidarının artık
tam olarak “muktedir” olacağı sürecin başlangıcı oldu.
Başından beri Erdoğan
iktidarının en büyük handikabı kadrosuzluktu. Bu yüzden Cemaatin kadroları Erdoğan
için can simidi olmuştu. Lakin bu darbe girişimi; giderek Erdoğan üzerinde yük
olmaya başlamış, yönetiminden pay ister hatta Erdoğan yönetiminin tek dayanağı
olmaları iddiasıyla daha fazla pay hakları olduğu düşüncesinde olan Cemaatin tasfiyesi
sürecini başlatmıştı. Erdoğan açısından bu tasfiye sürecini, alternatifsiz olma
amacını gerçekleştirmek olarak da okumak gerekir. Nitekim muhafazakâr cenahta
kendisinden başka alternatif lider ya da kuvvet istemiyordu. Nitekim bu,
kendisini tek seçenek yapması açısından önemliydi. Hepimizin şahit olduğu üzere
devam eden süreçte Abdullah Gül başta olmak üzere AK Parti cenahında Erdoğan’a
alternatif olan tüm isimler bir şekilde halkın gözünden düşürüldü. Cemaate
ciddi anlamda bir darbe vuruldu. Lakin Cemaate vurulan darbeden daha önemlisi
askeriyede gerçekleştirilen tasfiyelerdir. Askerî okullar kapatıldı, öğrenciler
atıldı, yepyeni bir mantalite hayata geçirildi. Tüm askerî okullar darbenin
hemen ardından Milli Savunma Üniversitesi bünyesinde toplandı. Yeni öğrenciler
alındı ve bu üniversiteden şimdiye kadar iki mezun verildi. Bu yeni mezunlar
klasik harb okulları mantığından ziyade yeni bir öğreti ve anlayışla
donatıldılar.
16 Nisan 2017’de
yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla Türkiye’ye başkanlık sistemi
getirildi. Seçmenler, mevcut Türkiye Anayasası’nın 18 maddesi üzerindeki
değişikliklerini oyladı. AK Parti ve Erdoğan tarafından desteklenen madde
değişiklikleriyle ilgili tartışmalar uzun süre devam etti. Nihayetinde MHP’nin
de destek vermesiyle Meclisten geçirildi ve halk oylamasına sunuldu. Pakette;
yürürlükteki parlamenter sistemin kaldırılarak yerine başkanlık sisteminin
getirilmesi, başbakanlık makamının ortadan kaldırılması, meclisteki vekil
sayısının 550’den 600’e çıkarılması ve HSYK’nın yapısında değişiklik yapılması
yer alıyordu.
En radikal İslâmi
duruşa sahip oldukları söylenen yapılar bile bu süreci “Kemalistlerden intikam
süreci” olarak değerlendirdiler ve Erdoğan’a şartsız, koşulsuz destek verdiler.
Bu, esasen onların düşüncelerinde gerçekleşen çok büyük bir kırılma
mahiyetindeydi.
Gelinen noktada
Erdoğan, cemaatten boşalan yerlerin tekrar eski kadrolarla dolmasını engellemek
için MHP tabanlı ulusalcı kesimle çözüme ulaşma yoluna gitti.
Referandum sonrası 21
Mayıs 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, kurucusu olduğu AK Parti’ye geri döndü ve
genel başkan oldu.
Tüm bu AK Parti ve
Erdoğan iktidarları sürecinde önce Erdoğan’ın “muktedir olmasa da iktidar
olmasına”, ardından iktidarını giderek sağlamlaştırmasına, 15 Temmuz sonrası
artık “daha muktedir” bir güce ulaşmasına ve başkanlık sistemi ile de tüm gücü
elinde toplamasına şahit olduk.
Lakin Erdoğan’ın
gücü İslâm’a ve İslâmi çevrelere aynı orantıda yansımadı hatta İslâmi anlayışta
ve camialarda ciddi savrulmalar yaşandı.
İslâmi açıdan
değerlendirdiğimizde Müslüman kesimin beklentilerinin çok küçük bazda
menfaatlerle söndürüldüğüne, İslâmi camianın önce Erdoğan’a desteklerinin
karşılığı bazı menfaatler sağladığına ve “radikal” denebilecek sistem muhalifi
kesimlerin de tavizler veren tutumlarına şahit olduk.
Artık Müslüman
halkımızda Kudüs mitingindeki sloganlardan eser kalmadı. Camialarda ise kendi
basit beklentilerin elde edilmesi büyük savrulmalara sebep oldu.
Müslümanlar ve
onları yönlendiren camialar İslâm ideolojisinden bihaber oldukları sürece
bunları yaşamamız elbette çok doğal. Şimdi bazılarının, “İslâm dindir
ideoloji değildir!” dediklerini duyar gibiyim. Ne yazık ki onlar
ideolojinin bir hayat nizamı olduğunu anlayamadılar ve bu anlayışsızlıklarının
neticesi olarak maalesef savruldukça savruldular.
Ayrıca sadece İslâm’ı
değil, dünya ve ülke siyasetini de anlayamadılar. Cumhuriyetin ilanından
itibaren bu ülkeye İngilizlerin nüfuz ettiğini ve bilfiil etki sahibi olduğunu;
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ABD’nin İngiltere’nin nüfuz alanlarına
girme çabasını, her sivil inisiyatifle ABD’nin nüfuz etmeye çalışmasında “zinde
güçler” olarak bilinen, “kırmızı kitabın” müellifleri olan İngilizlerin
darbelerle bu inisiyatifi bertaraf ettiğini; 15 temmuzla da ABD’nin İngiltere’ye
galebe çaldığını anlayamayanlar elbette savrulacaklardır.
Gençlik
yıllarımızda İslâmi camianın baskı altında olduğu yıllarda bir abimizin verdiği
çok önemli bir örnek vardı. Bu örneği hayatım boyunca hiç aklımdan çıkarmadım.
Abimiz demişti ki: “Fırtınalar koptuğunda, kasırgalar çıktığında bazı
ağaçların yan yatmış, bazı ağaçların yıkılmış, bazı ağaçların da dimdik ayakta
olduklarını görürsünüz. O ayakta kalanların sırrı köklerini derinlere
salmalarıdır.”
Evet,
savrulmalardan uzak kalabilmek küçük menfaatler peşinde koşarak değil, İslâm’ın
fikrinde derinleşmekle olur. İslâm karizmatik liderlerin peşinden giderek değil
İslâmi fikir ve hükümlere sımsıkı sarılarak hayata geçirilir. Bu da biz
Müslümanların işidir ve Rabbimiz Subhânehû ve Teâlâ bu konuda bizi
görevlendirmiştir.
[مَن بَطَّأَ به عَمَلُهُ، لَمْ يُسْرِعْ به نَسَبُهُ] “Amelinin
geri bıraktığı kimseyi nesebi ileri götürmez.”[1] []
İslâmi hayatı
yeniden başlatmak ve İslâm’ı bir bütün olarak hayatta var etmek, hayatı kuşatan
fikirlere ve bunların metoduna bağlanmakla mümkün olur.
Hem memleketimizi
hem de tüm dünya halklarını kurtaracak yegâne hayat nizamı, İslâm’dır ve İslâm’ın,
hayatın her alanına dair düzenlemeleri, emir ve yasakları vardır. Kim ki İslâm’ın
fikrini yeryüzüne hâkim kılmak istiyorsa onun metodu olan Râşidî Hilâfet
Devleti’ni kurmak için çalışsın. Şüphesiz Allah dinine yardım edenleri
yardımsız bırakmaz.
[يَٓا
اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ
اَقْدَامَكُمْ] “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a
(dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit ve
sağlam kılar.”[2]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış