İnsanın içinde
yaşadığı kâinatı bilme, tanıma ve ondan faydalanma çabası, insanlığın tarihi
kadar eski bir süreçtir. Her dönemde insanlık, yaşadığı hayatı anlama ve
anlamlandırma, çevresindeki eşyayı ve varlıkları tanıma, hayatını
kolaylaştırmak için etrafını kuşatan tüm unsurlardan yararlanma noktasında bir
uğraş içerisinde olmuştur. Bu çabaların bir kısmı diğerlerine nazaran daha ön
plana çıkmış, kimi insanların ortaya koyduğu yüksek seviyedeki uğraş ve çabalar
neticesinde birtakım keşif, icat ve buluşlar ile insanlığın önünde yeni ufuklar
açılmıştır.
En genel anlamıyla
bilim tarihi denilen bu süreç belki de tarihin hiçbir döneminde son iki asırdır
bıraktığı etki ve tesiri bırakmamıştır. Modern bilim ve üzerine kurulduğu
çağdaş Batı felsefesi, eş zamanlı olarak ortaya çıkan ideolojiler ile birlikte
hayatın her alanına taşınmış ve neredeyse bütün toplumlarda şiddetli
değişimlere ve tartışmalara sebep olmuştur. Modern bilim anlayışı, direk ya da
dolaylı yoldan etkilediği teknoloji ile birlikte hayatı kolaylaştıran ve
insanların gözlerini kamaştıran bir yaşam modeli sunarken diğer yandan
neredeyse insanlığın en büyük düşmanı hâline gelmiştir.
Her ne kadar “bilim
olgusaldır ve inanç değildir” diye propagandası yapılsa da modern bilim
anlayışının sahip olduğu inanç ve ideolojiler, hayatı ve insanı
anlamsızlaştıran, onu tüm insani ve ahlaki değerlerden uzaklaştıran, kitlesel
kıyım ve katliamlara sebep olan ve dahası yeryüzünü ifsat eden bir hâl
almıştır.
Evet maalesef,
insanlığın, yaşadığı kâinatı bilme, tanıma ve ondan faydalanma çabası olan bilim,
çağdaş Batı düşüncesini oluşturan kapitalizm ve sosyalizm ideolojilerinin tekeline
girmesi ve içerdiği natüralizm (her şeyin doğal varlıklardan, doğal
nedenlerle oluştuğu, doğa dışında herhangi bir varlık olmadığını kabul
eden felsefi görüş), materyalizm ve ampirizm (insan bilgisinin tek
kaynağını deney ve duyum olarak kabul eden felsefi görüş) ile birlikte
ifsat ve yıkım unsuru hâline gelmiştir.
Buna birkaç somut
örnek vermek gerekirse Albert Einstein’ın 1905 yılında atom altı fizikle ilgili
buluşları ve devam eden nükleer füzyon çalışmaları, 1939 yılındaki Manhattan
projesi ile atom bombasına dönüşmüş ve sadece 6 yıl sonra 1945 yılında Hiroşima
ve Nagazaki’ye atılan bombalar ile yüzbinlerce insanın ve bölgedeki tüm canlıların
katledilmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde Darwin’in türlerin kökeni ile
ilgili çalışması, Faşist Hitler Almanya’sının yaptığı korkunç kıyım ve
katliamların bilimsel arka planını oluşturmuştur. Yine Freud’un içgüdüler ve
bastırılmış dürtüler ile ilgili popüler kuramı, hazcı ve hedonist bir çağın
doğmasına sebep olmuştur. Bu örnekleri sayfalarca çoğaltmak mümkündür.
Günümüzde en yaygın tartışma konusu olarak çevre ve doğa felaketlerinin
arkasında, bilimsel ve teknolojik sözde ilerlemenin olduğu her kesimce kabul
edilen bir gerçektir. Yine son dönemdeki korona virüs pandemisi sürecinde sıkça
gündeme gelen virüslerin laboratuvar ortamında üretildiği tartışmaları ya da
aşılar hakkındaki tartışmalar ve tüm halklardaki genel güvensizlik aslında
bilimi bir silah olarak kullanan çağdaş Batı düşüncesine olan güvensizliğin
yansımasıdır.
Modern bilim ve
üzerine kurulduğu felsefe bu yıkıcı etkileri ile birlikte aynı zamanda
hakikatin tek kaynağı olarak görülen, asla sorgulanamayan, inkârı kabil olmayan
dogmatik bir din hâlini almıştır. Bilimsel makaleler ve metinler neredeyse
kutsal metinler olarak görülmekte ve bilim adamları da kutsal şahsiyetler
olarak algılanmaktadır. Tüm dinler ve kutsallar, çağdaş Batı düşüncesi
tarafından sorgulanır ve yalanlanabilirken bilimsel öngörüler ya da söylemler
asla sorgulanamaz ve yalanlanamaz olarak kabul edilmektedir. Sözde bilimsel
verilere her türlü karşı söylem, bilim karşıtlığı ve bilim inkârı olarak
gösterilip linç ve aforoz uygulamalarına tabi tutulmaktadır. Yani deyim yerindeyse
Batı’nın elindeki bilim, çağdaş bilim putu hâline gelmiş, başta ateizm, deizm,
agnostisizm gibi yaratıcıyı ve dini inkâr eden sapkın akideler, bilimsellik
putuna sığınarak yeni nesiller arasında yayılmaya başlamıştır.
İşte modern bilimi
kutsallaştırma ve onu bir tabu hâline dönüştürme çalışmalarının neticesi olarak
her toplumda olduğu gibi Müslümanların yaşadığı toplumlarda da büyük bir ikilem
ve krizler ortaya çıkmaktadır. Genelde akademik camianın özelde ise ilahiyat
camiasının Batı kültürü ile tıka basa dolu olması, kendi kültürüne ve tarihine
yabancı olması ve özellikle bilimi kutsallaştırma hastalığına duçar olmaları
sebebiyle bizim toplumumuzda da İslâm-bilim ilişkisi, hakikatin ölçüsünün vahiy
mi yoksa bilim mi olduğu tartışmaları sıkça gündeme gelmektedir. Savunmacı ve
kompleksli yaklaşımlarla sözde, İsâm ile modern bilimin arasını bulma çabaları,
Kur’an’ın bilimsel tefsiri safsataları, “evrim ve İslâm”, “big bang ve İslâm”
gibi söylemler günümüz Müslüman ilahiyatçılarının sıradan yaklaşımları hâline
gelmiştir. Yine sözde bilimsel gerçeklere göre Kur’an’ı tevil ve tefsir en sık
başvurulan yaklaşımlardandır.
Bütün bu sorunların
en büyük müsebbibi bilimin tanımı ve sınırlarının net olarak ortaya konulamamış
olması, neyin bilim olduğu neyin ise bilim dışı sapkın inançlar ve görüşler
olduğunun netleştirilememiş olmasıdır. Aynı zamanda Batı’nın, bilimi
kutsallaştırma yaklaşımlarının arkasındaki gerçekleri görmezden gelmek de büyük
bir sorundur. Zira bilim kılıfı altında insanlara sunulan, Batı’nın akla ve
fıtrata aykırı, tüm ahlaki değerlerden uzak, kokuşmuş ideolojisi ve hayatı
sadece maddeden ibaret gören, insana ve tabiata gelişmiş bir makine olarak
bakan ifsat edici düşünce yapısıdır.
Peki gerçekte bilim
nedir? Bilimin sınırları nelerdir? Batılıların iddia ettiği gibi bilimsel metot
düşüncenin aslı mıdır? Şimdi bu soruların cevaplarını aramaya geçebiliriz.
Bilim; Latince “scientia”
yani “bilgi” sözcüğünden türemiş bir kelimedir ve gözlemlenebilir fiziksel
kanıtlarla doğanın ve doğa olaylarının işleyişini anlamak ve anlaşılır kılmak
için yapılan düzenlenmiş insani çabayı ifade eder. Bu işlem, doğa olaylarının
doğrudan gözlemlenmesiyle veya doğa olayının kontrollü ortamlarda tekrarlanarak
denenmesiyle yürütülür.
Türk Dil Kurumu
sözlüğüne göre ise bilim; evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak
seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya
çalışan düzenli bilgi ve ilim olarak tanımlanır.
Genel kabul gören
görüşe göre modern bilim; Galileo Galilei (1564-1642), Johannes Kepler
(1571-1630) ve Francis Bacon (1561-1626) tarafından 16. yüzyıldan sonra
başlamıştır. Bu dönemle birlikte daha önce Avrupa’da yaygın olan skolastik
felsefi düşünce şekli bırakılmış, bunun yerine deney ve gözlemlerle elde edilen
bilgilerin, genelleme veya teorileri doğrular veya çürütür nitelikte olması
şekline kavuşmuştur.
Avrupa'daki Sanayi
Devrimi ile birlikte Batı dünyası, deneysel bilimlerde büyük bir başarı
kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır.
Batı’nın bilimsel metot olarak adlandırdığı ve deneysel bilimlerle ilgili bir
araştırma üslubu olan bu yöntem, fikir ve düşünce için yegâne metot olarak
lanse edilmiştir. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan düşünme
metodu olarak tüm dünyaya empoze etmiştir. Gerek deneysel olan gerekse de
deneysel olmayan tüm alanlarda kullanmaya başlamıştır. İşte Batılı düşünürlerin
ortaya attığı bu bilimsel metot, kapitalizm ve sosyalizm ideolojilerinin dünya
ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına
almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm coğrafyasının da bilimsel düşünceleri
ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden
dolayı, bilimsel metoda açıklık kazandırmak ve sınırlarını ortaya koymak bir
zaruret hâlini almıştır.
Bilimsel metot;
nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla bu nesne hakkında yapılan
araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma
metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü somut maddeler hakkında
yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve kendi başına birtakım somut
düşünceler ortaya çıkarmaktan yoksundur.
Bilimsel metot,
maddeyi, farklı koşullar ve ortamlarda kontrollü deneylere tabi tutarak, söz
konusu maddenin temel koşullarıyla, laboratuvarlarda kendisine kazandırılan
yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemlerden
somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca
varmaktan ibarettir.
Bu metot, hakkında
araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek
nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir
araştırma yapmak istiyorsanız bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm
inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”,
“ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız
gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz
çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının
bilimsel metotla ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir
kanun” olarak adlandırılsa da söz konusu sonuç kesin bir sonuç olmayıp her an
çürütülebilir zanni bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir teorinin
çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması
gereken bir husustur.
İşte bilimsel metot
budur ve deneye tabi tutulabilen maddeler üzerinde geçerli olan bir metottur.
Peki sorun nerededir? Sorun bilimsel metodun, düşünceye temel alınması ve akli
metodun yerine ikame edilmesi sorunudur. Yanlışlık, mugalata ve saptırma burada
başlamaktadır.
Zira bilimsel metot
düşüncenin temeli olarak kabul edildiğinden ve doğru düşünmenin yegâne metodu
olan akli metot terk edildiğinden dolayı, pek çok bilgi ve gerçek bir kenara
atılmış ve sanki yokmuş gibi kabul edilmiştir. Bu durum, var olmasına ve somut
olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran birçok bilginin yok
sayılmasına sebep olmuştur.
İşte tam burada
insan için düşünmenin yegâne metodu olan akli metodu ortaya koymak gerekir.
Akli metot; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin ya da konunun
hakikatini, öncelikle hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla
anlamayı hedefleyen ve ardından maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön
bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir
araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere insanın akli olarak bir
yargıya ve fikre ulaşması, ilk olarak his yoluyla eşya ya da vakıanın beyne
iletilmesi ve beynin o eşya ve vakıa hakkında kendisinde bulunan önbilgiler
vasıtasıyla düşünme eylemi gerçekleştirmesidir.
İşte bu akli metot;
fiziki, kimya gibi pozitif bilimlerde, ideoloji ve yasama gibi fikrî konularda,
edebiyat ve fıkıh gibi sözel konularda yapılan tüm araştırmalarda
kullanılabilir. Bu metot, kavramaya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot
olup, kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar
kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür.
Görüldüğü gibi akli
metot insanoğlu için düşünmenin yegâne metodudur. Bilimsel metot ve mantıksal
metot gibi düşünme metotları ise akli metodun birer dallarıdır. Bir kısım
alanlarda geçerli olan düşünme üsluplarından ve araçlarındandır. İnsan için her
alanda geçerli olan esas bir metot değillerdir. Düşünmenin yegâne metodu,
yalnızca akli metottur.
Oysaki bilimsel metot,
sadece laboratuvar ortamında deneye tabi tutulabilen maddi olgular üzerinde
geçerlidir. Bu bilimsel metodun aşamayacağı bir sınırdır. Şayet bu sınır
aşılırsa ve bilimsel metot yegâne bilgi ve düşünce kaynağı olarak kabul
edilirse o zaman hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olamayacağı gibi saçma
bir sonuca götürür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de tabi
tutulamadığından dolayı akli metotla sabit olan diğer birçok bilginin var
olmadığını kabul etmek gerekir ki işte Batılı bilim adamlarının saplandığı
bataklık da budur. Zira aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve
daha birçok varlığın ve mutlak hakikat olan şeylerin inkârı gerekir. Çünkü
bunların hiçbirinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney,
gözlem, sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük
yanılgı, mugalata ve tuzak burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii ve doğa
bilimleri bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta bilimsel metotla
sabit olmayan, ancak akli metotla ispatlanabilen pek çok bilgi vardır.
Mesela Allah'ın
varlığı, akli metotla kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve
şeytanların varlığı da akli metotla kesin olarak tespit edilmiş sübutu ve
delaleti kat'î olan bir nassla sabittir. Oysaki deney ve gözleme tabi
tutulamadığı için tüm bu kâinatın, hayat, ilim, irade, kudret ve nizam sahibi
bir yaratıcı olmadan, tesadüf eseri meydana geldiğini iddia edebilmek, herhalde
insan aklına giydirilmiş bir deli gömleğinden başka bir şey değildir.
Aynı şekilde
bilimsel metodu kutsallaştırıp, bilim adamlarının teorilerini mutlak doğru
olarak kabul edenler, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu bilim dışı olarak görüp
inkâr ederlerken, bundan 13,8 milyar yıl önce ne olduğu belirsiz bir patlama
ile tesadüfen meydana geldiğini bilimsel bir gerçek olarak kabul
edebilmektedirler. Bu patlama ile şu anki evrenin oluşması ve dünyada canlı
yaşamının meydana gelmesi olasılığı ise 10 üzeri 10 üzeri 123 gibi insan
aklının alması imkânsız olan bir olasılık ihtimali olduğunu tespit etmelerinden
sonra da gözle görülemeyen milyarlarca paralel evrenler olduğuna inanabilmekte
ve sırf Nobel almış bilim adamları ortaya attığı için bu saçmalığı bilim adına
savunabilmektedirler.
Bunun da ötesinde
bilimsel metotla ileri sürülen bütün tezlerin çürütülebilir özelliğe sahip
olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir. Bilimsel metodun ortaya koyduğu
“bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra
fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom,
maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı
bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk teorinin yanlış olduğu
ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde uzun yıllar boyunca evrenin sonsuz olduğu kabul
edildi. Akli metotla yaklaşıldığında evrenin sonsuz olamayacağı, aksine sınırlı
ve sonlu olduğu mutlak bir hakikat olarak ortaya konulduğu hâlde, yıllarca
bilim adamları tarafından evrenin sonsuz olduğu iddia edildi. Ancak bir zaman
sonra bunun büyük bir yanlış olduğu, evrenin sonlu ve sınırlı olduğu kabul
edildi.
Yine başlangıçta
bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel
metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış ve ilk teorinin yanlışlığı ortaya
çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha
sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun
gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar
kesin değil zannidir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili zanni
sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir.
Aynı şekilde
bilimsel metot farklı maddelerin tabi olduğu doğa yasalarını tespit etmek için,
gözlem ve deneyler ile süreci ve yasaları tespit edebilir. Gözlem ve deney ile
tespit ettiği bu kanun ve yasaları matematiksel formüller ile açıklayabilir.
Örneğin kütle çekim yasası, termodinamik yasaları, suyun ve havanın kaldırma
kuvvetleri gibi. Ancak bilimsel metot ile bu yasaların nasıl ve niçin var
olduğunu, nasıl olup da maddenin bu yasalara uygun hareket ettiğini, doğadaki
bu hassas nizamın nasıl ve kim tarafından konulup maddeyi, bu yasalara boyun
eğdirdiğini asla ortaya koyamaz. Bu soruların hepsine cevap vermek ancak akli
metot ile mümkündür. Bilimin haddini ve sınırlarını aşıp bu sorulara cevap
verdiğini iddia etmek, batıl bir iddia, dogmatik bir inanç ve körü körüne bir
saplantıdan başka bir şey değildir.
İşte bütün bu
nedenlerden ötürü bilimsel metodun düşünce için temel alınması büyük bir hata
ve sapmadır. Bu metodun kesin delillerle var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz
kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir
kanıtıdır.
Bütün bu gerçeklere
rağmen Batı dünyası, bilimsel metodu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle
bir düzeye gelmiştir ki düşünmenin metodu dendiğinde herkesin aklına sadece
bilimsel metot gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla
yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya
varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olunmuştur. İş öylesine
çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile
kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım problemlerde bilimsel
metot tekniği kullanılarak akli araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi
giydirilmiştir.
Bu yanılgının
sonucu olarak bilimsel metodu insanın davranışlarına, hâl ve hareketlerine
uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi bilim dalları meydana
getirdiklerini söylemişlerdir. Onlar, örneğin farklı yaş ve farklı koşullarda
çocukları gözlemlemişler ve söz konusu gözlemlerin tekrarlanmasını ise deney
olarak adlandırmışlardır. Oysa ki araştırmaya konu olan olayın zaman ve durum
değişkenleri ile beraber gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu
bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları
bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bu çalışma bilimsel metottan sayılamaz.
Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur.
Zira bilimsel
metodun en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece laboratuvarda ve madde
için söz konusudur. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu
koşullar dışındaki alanlarda uygulanması, hatalı değerlendirmelere yol
açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da akli metotla
incelenmesi gereken konuları bilimsel metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri
sonuçları bilim veya bilimsel düşünceler olarak kabul ederek büyük bir
yanılgıya ve mugalataya düşmüşlerdir. Bütün bu yanılgıların altında ise
bilimsel metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması
yatmaktadır.
Evet bilim ve
bilimsel metot kendi alanında kullanıldığında başarılı sonuçlar ortaya çıkaran,
insanların hayatlarını kolaylaştıran birçok buluş ve icatlara kapı açan
sınırları belli bir düşünme yöntemidir. Tarih boyunca her din ve milletten
birçok insan bilimsel metotla çok önemli sonuçlara imza atmışlardır. Aynı
şekilde yüzyıllar boyunca Müslüman bilim adamları, bilimsel metodu doğru
alanlarda kullanıp tarihe damga vuran buluşlar ve keşifler ortaya koymuşlardır.
Biraz bilim tarihi okuyan her kişi bu hakikati bariz bir şekilde gördüğü gibi,
bilimin sadece son asırlarda ortaya çıkan ve Batı’ya ait bir şey olmadığını,
aksine tüm insanlığın ortak bir çabası olduğunu da görür. Yine bilimin ve
bilimsel metodun tanımı ve sınırları belirlenmiş hâliyle, Müslüman nesillere
yeniden aktarılması da elzemdir.
Ancak bununla
birlikte bilimin, bugünkü fasit ve yıkıcı ideolojilerden ve üzerindeki çürük
Batı düşüncesinin tesirlerinden de kurtarılması zaruridir. Çünkü Batı, bilim
kılıfı altında sapık bir inanç olan natüralizmi, materyalizmi ve köhnemiş
felsefi safsatalarını insanlığa sunmaktadır. Özellikle Müslüman gençliğin
bilime olan merak ve iştiyakını kullanıp, onların hakikate ve vahye olan
inancını sarsmaya, akli metot ile doğru düşünmelerinin önüne geçmeye, tüm
değerlerinden ve ahlaki ilkelerinden onları koparmaya çabalamaktadır. Allahu
Teâlâ’nın her daim yaratışını, kudret ve iradesini, hayatı ve ölümü veren
oluşunu, sonsuz ilmi ile her şeye bir nizam ve yasa koyuşunu inkâr ettirip,
şuursuz maddenin ve birtakım doğa yasalarının her şeyin sebebi olduğu gibi
saçma bir şeye inanmaya çağırmaktadır.
[اِنَّ ف۪ي
خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ
الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ
مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ
ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ
بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ] “Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden
gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden
gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda,
yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında
emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın
varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.”[1]
Bundan dolayı
vahyin ve İslâm’ın karşısında, dogmatik bir din hâline getirilen bilime haddini
bildirmek ve sınırlarını doğru bir esas üzerine yeniden çizmek, İslâm davetini
omuzlayan tüm Müslümanların öncelikli işlerinden birisi olmalıdır. Bilim kılıfı
altında sunulan sapkın inanç ve saptırıcı düşüncelere karşı uyanık olup, yalan
ve mugalatalarını ortaya sermek için hakikatin ve gerçeğin yegâne ölçüsü olan
vahyin kılavuzluğu ile hareket etmek gerekir. Bu mücadele Batı kültürü ile tıka
basa dolmuş zihinlerin, savunma ve aşağılık kompleksi ile hareket eden Batı
hayranlarının yapabileceği bir mücadele değildir. Bu mücadele ancak zamanın en
büyük putlarından birisi hâline gelen bilimcilik putunu İslâm fikri ile yerle
bir edecek, tevhit önderi İbrahim’in milletine (Aleyhi’s Selam) tabi
olan dava gençlerinin yürütebileceği bir mücadeledir. Selam, tüm sahte
ilahlardan ve modern putlardan yüz çevirip, sadece Allah’a iman edip, yönelen
muttakilerin üzerine olsun.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış