BİLİM VE BİLİMİN SINIRLARI

Serdar Yılmaz

İnsanın içinde yaşadığı kâinatı bilme, tanıma ve ondan faydalanma çabası, insanlığın tarihi kadar eski bir süreçtir. Her dönemde insanlık, yaşadığı hayatı anlama ve anlamlandırma, çevresindeki eşyayı ve varlıkları tanıma, hayatını kolaylaştırmak için etrafını kuşatan tüm unsurlardan yararlanma noktasında bir uğraş içerisinde olmuştur. Bu çabaların bir kısmı diğerlerine nazaran daha ön plana çıkmış, kimi insanların ortaya koyduğu yüksek seviyedeki uğraş ve çabalar neticesinde birtakım keşif, icat ve buluşlar ile insanlığın önünde yeni ufuklar açılmıştır.

En genel anlamıyla bilim tarihi denilen bu süreç belki de tarihin hiçbir döneminde son iki asırdır bıraktığı etki ve tesiri bırakmamıştır. Modern bilim ve üzerine kurulduğu çağdaş Batı felsefesi, eş zamanlı olarak ortaya çıkan ideolojiler ile birlikte hayatın her alanına taşınmış ve neredeyse bütün toplumlarda şiddetli değişimlere ve tartışmalara sebep olmuştur. Modern bilim anlayışı, direk ya da dolaylı yoldan etkilediği teknoloji ile birlikte hayatı kolaylaştıran ve insanların gözlerini kamaştıran bir yaşam modeli sunarken diğer yandan neredeyse insanlığın en büyük düşmanı hâline gelmiştir.

Her ne kadar “bilim olgusaldır ve inanç değildir” diye propagandası yapılsa da modern bilim anlayışının sahip olduğu inanç ve ideolojiler, hayatı ve insanı anlamsızlaştıran, onu tüm insani ve ahlaki değerlerden uzaklaştıran, kitlesel kıyım ve katliamlara sebep olan ve dahası yeryüzünü ifsat eden bir hâl almıştır.

Evet maalesef, insanlığın, yaşadığı kâinatı bilme, tanıma ve ondan faydalanma çabası olan bilim, çağdaş Batı düşüncesini oluşturan kapitalizm ve sosyalizm ideolojilerinin tekeline girmesi ve içerdiği natüralizm (her şeyin doğal varlıklardan, doğal nedenlerle oluştuğu, doğa dışında herhangi bir varlık olmadığını kabul eden felsefi görüş), materyalizm ve ampirizm (insan bilgisinin tek kaynağını deney ve duyum olarak kabul eden felsefi görüş) ile birlikte ifsat ve yıkım unsuru hâline gelmiştir.

Buna birkaç somut örnek vermek gerekirse Albert Einstein’ın 1905 yılında atom altı fizikle ilgili buluşları ve devam eden nükleer füzyon çalışmaları, 1939 yılındaki Manhattan projesi ile atom bombasına dönüşmüş ve sadece 6 yıl sonra 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar ile yüzbinlerce insanın ve bölgedeki tüm canlıların katledilmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde Darwin’in türlerin kökeni ile ilgili çalışması, Faşist Hitler Almanya’sının yaptığı korkunç kıyım ve katliamların bilimsel arka planını oluşturmuştur. Yine Freud’un içgüdüler ve bastırılmış dürtüler ile ilgili popüler kuramı, hazcı ve hedonist bir çağın doğmasına sebep olmuştur. Bu örnekleri sayfalarca çoğaltmak mümkündür. Günümüzde en yaygın tartışma konusu olarak çevre ve doğa felaketlerinin arkasında, bilimsel ve teknolojik sözde ilerlemenin olduğu her kesimce kabul edilen bir gerçektir. Yine son dönemdeki korona virüs pandemisi sürecinde sıkça gündeme gelen virüslerin laboratuvar ortamında üretildiği tartışmaları ya da aşılar hakkındaki tartışmalar ve tüm halklardaki genel güvensizlik aslında bilimi bir silah olarak kullanan çağdaş Batı düşüncesine olan güvensizliğin yansımasıdır.

Modern bilim ve üzerine kurulduğu felsefe bu yıkıcı etkileri ile birlikte aynı zamanda hakikatin tek kaynağı olarak görülen, asla sorgulanamayan, inkârı kabil olmayan dogmatik bir din hâlini almıştır. Bilimsel makaleler ve metinler neredeyse kutsal metinler olarak görülmekte ve bilim adamları da kutsal şahsiyetler olarak algılanmaktadır. Tüm dinler ve kutsallar, çağdaş Batı düşüncesi tarafından sorgulanır ve yalanlanabilirken bilimsel öngörüler ya da söylemler asla sorgulanamaz ve yalanlanamaz olarak kabul edilmektedir. Sözde bilimsel verilere her türlü karşı söylem, bilim karşıtlığı ve bilim inkârı olarak gösterilip linç ve aforoz uygulamalarına tabi tutulmaktadır. Yani deyim yerindeyse Batı’nın elindeki bilim, çağdaş bilim putu hâline gelmiş, başta ateizm, deizm, agnostisizm gibi yaratıcıyı ve dini inkâr eden sapkın akideler, bilimsellik putuna sığınarak yeni nesiller arasında yayılmaya başlamıştır.

İşte modern bilimi kutsallaştırma ve onu bir tabu hâline dönüştürme çalışmalarının neticesi olarak her toplumda olduğu gibi Müslümanların yaşadığı toplumlarda da büyük bir ikilem ve krizler ortaya çıkmaktadır. Genelde akademik camianın özelde ise ilahiyat camiasının Batı kültürü ile tıka basa dolu olması, kendi kültürüne ve tarihine yabancı olması ve özellikle bilimi kutsallaştırma hastalığına duçar olmaları sebebiyle bizim toplumumuzda da İslâm-bilim ilişkisi, hakikatin ölçüsünün vahiy mi yoksa bilim mi olduğu tartışmaları sıkça gündeme gelmektedir. Savunmacı ve kompleksli yaklaşımlarla sözde, İsâm ile modern bilimin arasını bulma çabaları, Kur’an’ın bilimsel tefsiri safsataları, “evrim ve İslâm”, “big bang ve İslâm” gibi söylemler günümüz Müslüman ilahiyatçılarının sıradan yaklaşımları hâline gelmiştir. Yine sözde bilimsel gerçeklere göre Kur’an’ı tevil ve tefsir en sık başvurulan yaklaşımlardandır.

Bütün bu sorunların en büyük müsebbibi bilimin tanımı ve sınırlarının net olarak ortaya konulamamış olması, neyin bilim olduğu neyin ise bilim dışı sapkın inançlar ve görüşler olduğunun netleştirilememiş olmasıdır. Aynı zamanda Batı’nın, bilimi kutsallaştırma yaklaşımlarının arkasındaki gerçekleri görmezden gelmek de büyük bir sorundur. Zira bilim kılıfı altında insanlara sunulan, Batı’nın akla ve fıtrata aykırı, tüm ahlaki değerlerden uzak, kokuşmuş ideolojisi ve hayatı sadece maddeden ibaret gören, insana ve tabiata gelişmiş bir makine olarak bakan ifsat edici düşünce yapısıdır.

Peki gerçekte bilim nedir? Bilimin sınırları nelerdir? Batılıların iddia ettiği gibi bilimsel metot düşüncenin aslı mıdır? Şimdi bu soruların cevaplarını aramaya geçebiliriz.

Bilim; Latince “scientia” yani “bilgi” sözcüğünden türemiş bir kelimedir ve gözlemlenebilir fiziksel kanıtlarla doğanın ve doğa olaylarının işleyişini anlamak ve anlaşılır kılmak için yapılan düzenlenmiş insani çabayı ifade eder. Bu işlem, doğa olaylarının doğrudan gözlemlenmesiyle veya doğa olayının kontrollü ortamlarda tekrarlanarak denenmesiyle yürütülür.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise bilim; evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi ve ilim olarak tanımlanır. 

Genel kabul gören görüşe göre modern bilim; Galileo Galilei (1564-1642), Johannes Kepler (1571-1630) ve Francis Bacon (1561-1626) tarafından 16. yüzyıldan sonra başlamıştır. Bu dönemle birlikte daha önce Avrupa’da yaygın olan skolastik felsefi düşünce şekli bırakılmış, bunun yerine deney ve gözlemlerle elde edilen bilgilerin, genelleme veya teorileri doğrular veya çürütür nitelikte olması şekline kavuşmuştur.   

Avrupa'daki Sanayi Devrimi ile birlikte Batı dünyası, deneysel bilimlerde büyük bir başarı kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Batı’nın bilimsel metot olarak adlandırdığı ve deneysel bilimlerle ilgili bir araştırma üslubu olan bu yöntem, fikir ve düşünce için yegâne metot olarak lanse edilmiştir. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan düşünme metodu olarak tüm dünyaya empoze etmiştir. Gerek deneysel olan gerekse de deneysel olmayan tüm alanlarda kullanmaya başlamıştır. İşte Batılı düşünürlerin ortaya attığı bu bilimsel metot, kapitalizm ve sosyalizm ideolojilerinin dünya ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm coğrafyasının da bilimsel düşünceleri ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden dolayı, bilimsel metoda açıklık kazandırmak ve sınırlarını ortaya koymak bir zaruret hâlini almıştır.

Bilimsel metot; nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla bu nesne hakkında yapılan araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü somut maddeler hakkında yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve kendi başına birtakım somut düşünceler ortaya çıkarmaktan yoksundur.

Bilimsel metot, maddeyi, farklı koşullar ve ortamlarda kontrollü deneylere tabi tutarak, söz konusu maddenin temel koşullarıyla, laboratuvarlarda kendisine kazandırılan yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemlerden somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca varmaktan ibarettir.

Bu metot, hakkında araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir araştırma yapmak istiyorsanız bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının bilimsel metotla ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir kanun” olarak adlandırılsa da söz konusu sonuç kesin bir sonuç olmayıp her an çürütülebilir zanni bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir teorinin çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.

İşte bilimsel metot budur ve deneye tabi tutulabilen maddeler üzerinde geçerli olan bir metottur. Peki sorun nerededir? Sorun bilimsel metodun, düşünceye temel alınması ve akli metodun yerine ikame edilmesi sorunudur. Yanlışlık, mugalata ve saptırma burada başlamaktadır.

Zira bilimsel metot düşüncenin temeli olarak kabul edildiğinden ve doğru düşünmenin yegâne metodu olan akli metot terk edildiğinden dolayı, pek çok bilgi ve gerçek bir kenara atılmış ve sanki yokmuş gibi kabul edilmiştir. Bu durum, var olmasına ve somut olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran birçok bilginin yok sayılmasına sebep olmuştur.

İşte tam burada insan için düşünmenin yegâne metodu olan akli metodu ortaya koymak gerekir. Akli metot; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin ya da konunun hakikatini, öncelikle hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla anlamayı hedefleyen ve ardından maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere insanın akli olarak bir yargıya ve fikre ulaşması, ilk olarak his yoluyla eşya ya da vakıanın beyne iletilmesi ve beynin o eşya ve vakıa hakkında kendisinde bulunan önbilgiler vasıtasıyla düşünme eylemi gerçekleştirmesidir.

İşte bu akli metot; fiziki, kimya gibi pozitif bilimlerde, ideoloji ve yasama gibi fikrî konularda, edebiyat ve fıkıh gibi sözel konularda yapılan tüm araştırmalarda kullanılabilir. Bu metot, kavramaya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot olup, kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür.

Görüldüğü gibi akli metot insanoğlu için düşünmenin yegâne metodudur. Bilimsel metot ve mantıksal metot gibi düşünme metotları ise akli metodun birer dallarıdır. Bir kısım alanlarda geçerli olan düşünme üsluplarından ve araçlarındandır. İnsan için her alanda geçerli olan esas bir metot değillerdir. Düşünmenin yegâne metodu, yalnızca akli metottur.

Oysaki bilimsel metot, sadece laboratuvar ortamında deneye tabi tutulabilen maddi olgular üzerinde geçerlidir. Bu bilimsel metodun aşamayacağı bir sınırdır. Şayet bu sınır aşılırsa ve bilimsel metot yegâne bilgi ve düşünce kaynağı olarak kabul edilirse o zaman hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olamayacağı gibi saçma bir sonuca götürür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de tabi tutulamadığından dolayı akli metotla sabit olan diğer birçok bilginin var olmadığını kabul etmek gerekir ki işte Batılı bilim adamlarının saplandığı bataklık da budur. Zira aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve daha birçok varlığın ve mutlak hakikat olan şeylerin inkârı gerekir. Çünkü bunların hiçbirinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney, gözlem, sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük yanılgı, mugalata ve tuzak burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii ve doğa bilimleri bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta bilimsel metotla sabit olmayan, ancak akli metotla ispatlanabilen pek çok bilgi vardır.

Mesela Allah'ın varlığı, akli metotla kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve şeytanların varlığı da akli metotla kesin olarak tespit edilmiş sübutu ve delaleti kat'î olan bir nassla sabittir. Oysaki deney ve gözleme tabi tutulamadığı için tüm bu kâinatın, hayat, ilim, irade, kudret ve nizam sahibi bir yaratıcı olmadan, tesadüf eseri meydana geldiğini iddia edebilmek, herhalde insan aklına giydirilmiş bir deli gömleğinden başka bir şey değildir.

Aynı şekilde bilimsel metodu kutsallaştırıp, bilim adamlarının teorilerini mutlak doğru olarak kabul edenler, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu bilim dışı olarak görüp inkâr ederlerken, bundan 13,8 milyar yıl önce ne olduğu belirsiz bir patlama ile tesadüfen meydana geldiğini bilimsel bir gerçek olarak kabul edebilmektedirler. Bu patlama ile şu anki evrenin oluşması ve dünyada canlı yaşamının meydana gelmesi olasılığı ise 10 üzeri 10 üzeri 123 gibi insan aklının alması imkânsız olan bir olasılık ihtimali olduğunu tespit etmelerinden sonra da gözle görülemeyen milyarlarca paralel evrenler olduğuna inanabilmekte ve sırf Nobel almış bilim adamları ortaya attığı için bu saçmalığı bilim adına savunabilmektedirler. 

Bunun da ötesinde bilimsel metotla ileri sürülen bütün tezlerin çürütülebilir özelliğe sahip olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir. Bilimsel metodun ortaya koyduğu “bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom, maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk teorinin yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde uzun yıllar boyunca evrenin sonsuz olduğu kabul edildi. Akli metotla yaklaşıldığında evrenin sonsuz olamayacağı, aksine sınırlı ve sonlu olduğu mutlak bir hakikat olarak ortaya konulduğu hâlde, yıllarca bilim adamları tarafından evrenin sonsuz olduğu iddia edildi. Ancak bir zaman sonra bunun büyük bir yanlış olduğu, evrenin sonlu ve sınırlı olduğu kabul edildi.

Yine başlangıçta bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış ve ilk teorinin yanlışlığı ortaya çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar kesin değil zannidir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili zanni sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir.

Aynı şekilde bilimsel metot farklı maddelerin tabi olduğu doğa yasalarını tespit etmek için, gözlem ve deneyler ile süreci ve yasaları tespit edebilir. Gözlem ve deney ile tespit ettiği bu kanun ve yasaları matematiksel formüller ile açıklayabilir. Örneğin kütle çekim yasası, termodinamik yasaları, suyun ve havanın kaldırma kuvvetleri gibi. Ancak bilimsel metot ile bu yasaların nasıl ve niçin var olduğunu, nasıl olup da maddenin bu yasalara uygun hareket ettiğini, doğadaki bu hassas nizamın nasıl ve kim tarafından konulup maddeyi, bu yasalara boyun eğdirdiğini asla ortaya koyamaz. Bu soruların hepsine cevap vermek ancak akli metot ile mümkündür. Bilimin haddini ve sınırlarını aşıp bu sorulara cevap verdiğini iddia etmek, batıl bir iddia, dogmatik bir inanç ve körü körüne bir saplantıdan başka bir şey değildir.     

İşte bütün bu nedenlerden ötürü bilimsel metodun düşünce için temel alınması büyük bir hata ve sapmadır. Bu metodun kesin delillerle var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır.

Bütün bu gerçeklere rağmen Batı dünyası, bilimsel metodu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle bir düzeye gelmiştir ki düşünmenin metodu dendiğinde herkesin aklına sadece bilimsel metot gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olunmuştur. İş öylesine çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım problemlerde bilimsel metot tekniği kullanılarak akli araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi giydirilmiştir.

Bu yanılgının sonucu olarak bilimsel metodu insanın davranışlarına, hâl ve hareketlerine uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi bilim dalları meydana getirdiklerini söylemişlerdir. Onlar, örneğin farklı yaş ve farklı koşullarda çocukları gözlemlemişler ve söz konusu gözlemlerin tekrarlanmasını ise deney olarak adlandırmışlardır. Oysa ki araştırmaya konu olan olayın zaman ve durum değişkenleri ile beraber gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bu çalışma bilimsel metottan sayılamaz. Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur.

Zira bilimsel metodun en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece laboratuvarda ve madde için söz konusudur. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu koşullar dışındaki alanlarda uygulanması, hatalı değerlendirmelere yol açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da akli metotla incelenmesi gereken konuları bilimsel metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri sonuçları bilim veya bilimsel düşünceler olarak kabul ederek büyük bir yanılgıya ve mugalataya düşmüşlerdir. Bütün bu yanılgıların altında ise bilimsel metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması yatmaktadır.

Evet bilim ve bilimsel metot kendi alanında kullanıldığında başarılı sonuçlar ortaya çıkaran, insanların hayatlarını kolaylaştıran birçok buluş ve icatlara kapı açan sınırları belli bir düşünme yöntemidir. Tarih boyunca her din ve milletten birçok insan bilimsel metotla çok önemli sonuçlara imza atmışlardır. Aynı şekilde yüzyıllar boyunca Müslüman bilim adamları, bilimsel metodu doğru alanlarda kullanıp tarihe damga vuran buluşlar ve keşifler ortaya koymuşlardır. Biraz bilim tarihi okuyan her kişi bu hakikati bariz bir şekilde gördüğü gibi, bilimin sadece son asırlarda ortaya çıkan ve Batı’ya ait bir şey olmadığını, aksine tüm insanlığın ortak bir çabası olduğunu da görür. Yine bilimin ve bilimsel metodun tanımı ve sınırları belirlenmiş hâliyle, Müslüman nesillere yeniden aktarılması da elzemdir.

Ancak bununla birlikte bilimin, bugünkü fasit ve yıkıcı ideolojilerden ve üzerindeki çürük Batı düşüncesinin tesirlerinden de kurtarılması zaruridir. Çünkü Batı, bilim kılıfı altında sapık bir inanç olan natüralizmi, materyalizmi ve köhnemiş felsefi safsatalarını insanlığa sunmaktadır. Özellikle Müslüman gençliğin bilime olan merak ve iştiyakını kullanıp, onların hakikate ve vahye olan inancını sarsmaya, akli metot ile doğru düşünmelerinin önüne geçmeye, tüm değerlerinden ve ahlaki ilkelerinden onları koparmaya çabalamaktadır. Allahu Teâlâ’nın her daim yaratışını, kudret ve iradesini, hayatı ve ölümü veren oluşunu, sonsuz ilmi ile her şeye bir nizam ve yasa koyuşunu inkâr ettirip, şuursuz maddenin ve birtakım doğa yasalarının her şeyin sebebi olduğu gibi saçma bir şeye inanmaya çağırmaktadır.

[اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ] “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.”[1]

Bundan dolayı vahyin ve İslâm’ın karşısında, dogmatik bir din hâline getirilen bilime haddini bildirmek ve sınırlarını doğru bir esas üzerine yeniden çizmek, İslâm davetini omuzlayan tüm Müslümanların öncelikli işlerinden birisi olmalıdır. Bilim kılıfı altında sunulan sapkın inanç ve saptırıcı düşüncelere karşı uyanık olup, yalan ve mugalatalarını ortaya sermek için hakikatin ve gerçeğin yegâne ölçüsü olan vahyin kılavuzluğu ile hareket etmek gerekir. Bu mücadele Batı kültürü ile tıka basa dolmuş zihinlerin, savunma ve aşağılık kompleksi ile hareket eden Batı hayranlarının yapabileceği bir mücadele değildir. Bu mücadele ancak zamanın en büyük putlarından birisi hâline gelen bilimcilik putunu İslâm fikri ile yerle bir edecek, tevhit önderi İbrahim’in milletine (Aleyhi’s Selam) tabi olan dava gençlerinin yürütebileceği bir mücadeledir. Selam, tüm sahte ilahlardan ve modern putlardan yüz çevirip, sadece Allah’a iman edip, yönelen muttakilerin üzerine olsun.                 



[1] Bakara Suresi 164


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz