İNSANI İFSAT EDEN DÜŞÜNCE: HÜMANİZM/İNSANCILIK

Ahmet Sivren

Fransızca kökenli “humanisme” kelimesinin karşılığı olan “hümanizm”, bilimsel felsefik bir kavram olarak “insancılık, beşeriyetçilik, insan odaklılık, insan merkezcilik” anlamlarında kullanılır. Bu anlayış, tanrı merkezcilik yerine insan merkezli; insanın rızasını ve hoşnutluğunu esas alan bir bakış açısıdır. Buna göre fiil ortaya konulurken tanrının/yaratıcının değil, insanın faydası, rızası, hoşnutluğu esas alınır. 

Tarihsel arka planı olarak Antik Yunan’a kadar dayandırılabilse de hümanizm terimi 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen “umanista” sözcüğünden dayandırılır.

Hümanizmin önemli temsilcileri arasında İtalyan edebiyatının kurucusu Dante (1265-1321), soneleriyle tanınan İtalyan şairi Petrarca (1304-1374), hikâye türünün ünlü ismi İtalyan yazar Boccacio (1313-1375), Fransız edebiyatının kurucusu sayılan şair Villon (1431 -1463), roman türünün doğmasında öncülük etmiş Fransız yazar Rabelais (1490-1553), Fransız şair Ronsard (1524-1585), deneme türünün babası, Fransız yazar ve düşünür Montaigne (1533-1592), türünün ilk örneği sayılan Don Kişot romanıyla dünyaca tanınmış İspanyol yazar Cervantes (1547-1616), İngiliz ve dünya tiyatro edebiyatının büyük sanatçısı Shakespeare (1564 -1616) sayılabilir.

Hümanist düşünüş Türkiye’de ancak cumhuriyet döneminde etkili olmuştur. Nurullah Ataç, Orhan Burian, Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un başını çektiği bazı deneme yazarları çağdaş düşünceyle beslenmiş bir hümanizmi savunmuşlardır. Bu yazarlara göre, hümanizm akımıyla bir ilgisi olmasa da ilk Türk hümanisti Yunus Emre'dir. Ancak Yunus Emre'de insan sevgisinin tasavvuftan kaynaklandığı da unutulmamalıdır.

Hümanizmin bir düşünüş felsefesi olarak doğmasında Rönesans’ın ciddi etkisi vardır. Sanatsal bir temelle şekillenen Rönesans dönemi, etkisini bugün ciddi manada hissettiğimiz siyasi ve fikrî birçok akıma rahim olmuştur. Bu minvalde hümanizmi belki de bu akımların en önemlisi saymak gerekir. Çünkü “insana insan olduğu için değer veren” bu felsefi anlayış, reform hareketleriyle doğan Rönesans içinde adeta kendini bulur. Orta Çağ kilise hâkimiyetinden kendini kurtaran sanat anlayışı, özellikle eski Roma-Yunan medeniyetinden de etkilenerek “yeni” bir sanat anlayışını doğurur. Edebiyat, resim ve heykeltıraşlık gibi sanat akımlarının insan potansiyeline odaklanan bakış açısı ile dinin/tanrının hayattan, hayatın işlerinden uzaklaştırılması fikri ortaya çıkmıştır. İnsan merkezli bu anlayışa göre her şey insan içindir ve bu döneme damga vuran slogan belki de Alberti’nin[1] “İnsan istediğinde her şeyi yapar.” sözüdür.

1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi, burada bulunan birçok bilim adamı, sanatçı ve düşünürün Avrupa’ya özellikle de İtalya’ya göç etmelerini sağlamıştır. İtalya’da kendisine bulduğu uygun zeminde yeşeren ve gelişen sanat ve fikir akımları, zamanla hemen hemen Avrupa’nın tamamına yayılmış, bugün Rönesans ve reform hareketleri diye andığımız sürecin fitilini ateşlemiştir.

Lâtince “homo” (insan) veya “humanus”tan (insan) gelen “hümanizm” kelimesi, Batı dillerinde 18. yüzyılın ortalarından itibaren görülmekle birlikte, 1850’lerde yaygın bir biçimde ve bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm’in genel anlamı “İnsanlık aşkı, insaniyete muhabbet, insancıllık/insancılık; insanı, renk, ırk, din ve mevkiini dikkate almadan sevmek, onun hayrını düşünmek” özel anlamı “Rönesans çağında Eski Yunayı ve Lâtin edebiyatına dönüp ona değer vereyi, tanıtan, araştıran öğreti.” felsefi anlamı ise “İnsani değerlerin savunulmasını esas alan dünya görüşü.” veya “Genel olarak, akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlaki gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akımdır.”[2]

İlk belirtileri 14. yüzyılın başlarında İtalya’da görülmeye başlayan hümanizm ve Rönesans, asıl gücüne 15. yüzyılda ulaştı ve 16. yüzyılın sonuna kadar da varlığını sürdürdü. İtalyan asıllı Dante (1265-1321), Petrarca (1304-1374) ve Boccacio (1313-1375) hümanizm ve Rönesans’ın ilk müjdecileridir. Söz konusu üç şahsiyet, kendilerini Antik Çağ’a bağlayan ama yüzyıllar önce kopmuş bulunan kültür ve sanat köprüsünü yeniden kurmaya ve böylece hümanist düşünce ve Rönesans hareketini başlatmaya muvaffak olmuşlardır, İtalya’dan sonra 15. yüzyılda İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere ve Almanya’ya sıçrayan hümanizm ve Rönesans, bu ülkelerde de birbirine çok yakın anlayış içinde hayat bulmuştur.[3]

Hümanizm kavramı, günümüzde “insan sevgisi”, “insanı sevmek” olarak resmedilmeye çalışılsa da bundan çok daha öte bir şeydir. Açıkçası “insanı sevmek” gibi masum bir ifade yerine “insanın tanrılaştırılması/ilahlaştırılması” anlamına gelen derin arka plana dikkat çekmek gerekir. Gerek eski Roma-Yunan felsefesinde gerekse de Rönesans döneminde yeşerip gelişerek bugünkü hâlini alan anlayışta görülen şey aslında tam olarak budur: insanın ilah/tanrılaştırılması!

“İnsanın tanrılaştırılması” ifadesiyle hayatın, dünya işlerinin, dinî argümanlarla değil de insanın kendi aklından çıkardığı hükümlerle düzenlenmesi anlaşılmalıdır. Buna göre tanrının/yaratıcının değil de insanın rızası esas alınmalıdır. İşte hümanizm tam anlamıyla bunu ifade eder.

Orta Çağ sonrası düzlemde hayatın işlerini tanrı adına yürüten kilise tahakkümüne karşı bir tavır olarak ortaya çıkan sekülarizm, dini hayattan ayıran anlayışla insanları etkilemiş ve etkisi bugüne dek uzanan hâkimiyetini o dönemden ilan etmiştir. Dolayısıyla hümanizmin de dinin hayattan ayrılması esası noktasında sekülarizmle benzeştiği söylenebilir. Zira hümanizm, insanı özgürleştirme mücadelesinin bayraklaşmış ifadesidir.

Yine hümanizme göre “doğruyu bulma” insanın yine insani çabalarıyla mümkün olan bir yetidir. Bu çabada herhangi bir doğaüstü güce, gizeme, mistisizme, gelenek ve daha başka bilimsel kanıt ve mantıkla ortaya konulamayan yöntemlere başvurulmaz. Bu arayışta asıl olan bilimsel şüphecilik ve bilimsel metottur. Dolayısıyla “doğru” insanın kendi çabasıyla bilimsel metotla elde ettiği doğrulardır. Doğru ve yanlış konusunda yegâne hüküm mercii insandır, insan aklıdır. Bunun dışında herhangi bir otoritenin varlığı kabul edilemez.

Hümanizm felsefesinde temel düşünce, çeşitli otoriteler karşısında insanı özgürleştirmek, ondaki potansiyeli açığa çıkarmaktır. Bundan mütevellit onun için bir “kutsal” yoktur ya da onun “yegâne kutsalı insandır” da denilebilir.

Bugün kimi Müslümanların, “insanı sevmek” ya da tasavvuftaki “yaratılanı severiz yaratandan ötürü” anlayışının farklı bir tezahürü olarak lanse etmek suretiyle hümanizmi savunması, fikirsel açıdan bir düşüklüğün ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira aklıselim hiçbir Müslümanın hümanizmin fikrî-felsefi altyapısını bildiği hâlde onu savunması düşünülemez. Yukarıda da ifade edildiği üzere- yaratıcının yerine insanı koyan hiçbir anlayışın İslâm’da yeri yoktur; üstelik İslâm nazarında bu, açık küfürdür.

Bu felsefeye göre; “Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır, bunun yanı sıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır.”[4]

Batılı hemen hemen her felsefi görüşte olduğu gibi bu kavram da süslü ifadelerle kendini tarif etmiş fakat pratikte insanlığa verdiği şey; kargaşa, zulüm ve ölüm olmuştur. Çünkü insanın nizam koymada kendisini yegâne otorite addetmesi, insan vakasından kaynaklanan açmazları görememesi dünyanın bugünkü hâlini almasında başlıca etkendir. Zira tıpkı yaratmakta olduğu gibi hükmetmek de yaratıcının, Allah’ın tekelindedir. Fakat beşer kaynaklı ideolojik yaklaşımlar bu hakikati perdelemekte ve Allah’ın arzında hükmetme yetkisini kendisinde görmektedir.

O hâlde objektif bir bakışla insan vakasını ortaya koymak gerekmektedir ki insan üzerine odaklanmış hatta tapınırcasına insanı kutsallaştırmış hümanist anlayışın insana yüklediği anlamın tutarsızlığı gözler önüne serilebilsin…

İnsan, içgüdü ve uzvi ihtiyaçları olan düşünebilen bir varlıktır. Tarih boyunca farklı birçok tanımlaması yapılmasına rağmen insan için yapılan en doğru tanım budur. Çünkü bu tanım efradını cami ağyarını manidir. İnsan vakası incelendiğinde onda, kendisinden kurtulamayacağı birtakım özelliklerin olduğu görülür. Bunlar:

Sınırlılıktır ki insanın bedeni, hücreleri, görmesi, duyması hep bir yere kadardır. Aklı dahi böyledir, ön bilgi ve hissetme olmadan akıl yürütemez.

Acizlik, eksikliktir ki insan sürekli başkasına, başka şeylere ihtiyaç duyar, kendi yegâne varlığı ile hayatını idame ettirmede yeterli değildir.

Çelişkililiktir ki insan kendi kararlarında bile çoğu zaman çelişkiye düşer, dün aldığı bir kararın bugün hatalı olduğunu görür ve tam aksi bir yönde karar alabilir.

Muhalifliktir ki insan aldığı kararlarda genellikle diğer insanlara muhalefet eder. Daha doğrusu aldığı kararlar, bütün insanların razı ve memnun olduğu kararlar olmaz, herkesi her zaman ve her zeminde razı edemez!

Bu ve benzeri durumlar gösterir ki insan, sınırlı, aciz, çelişkili vakıasıyla insanlar üzerinde hüküm koyucu olamaz. Olsa dahi bu kararlar, insanlığı huzura değil kaos ve kargaşaya götüren kararlar olur. Velev ki çok dâhi, üstün zekâlı olsa bile bu dehası ile insanlar için bir ideoloji ihdas etmiş olsa bile bu böyledir. “Kendisinde bulunan deha ile bir şahsın zihninde doğan ideoloji ise batıldır. Çünkü o ideoloji sınırlı olan, varlığı bütün yönleriyle kavramaktan aciz bulunan bir akıldan doğmuştur. Çünkü nizam koyma hususunda insan anlayışı; yaşadığı çevrenin tesiri altında kalmaya, çelişkiye düşmeye, ihtilafa ve değişikliğe mahkûmdur. Bunlar ise çelişkili bir nizamın meydana gelmesine, dolayısıyla insanlığın huzursuzluğuna, mutsuzluğuna sebep olur. Bundan dolayı bir şahsın zihninde doğan ideolojinin hem akidesi hem de bu akideden çıkan nizamı batıldır.”[5]

Dolayısıyla insanı, insan tarafından ortaya konmuş nizamların kalkındırması, insanlığı huzura çıkarması, ona mutluluk sunması mümkün değildir. Hâl böyleyken hümanizmin insanı kutsayan ve onu hayat hakkındaki mefhumların kaynağı olarak gören anlayış baştan hatalı olmaktadır.

“İnsanı sevmek” olarak yedirilmeye çalışılan hümanizmin İslâmi çevrelerde yaptığı etkiye gelince, bu anlayış kimi Müslümanları:

•Dost-düşman ayrımı yapamamaya dolayısıyla kâfirleri hoş görmeye...

•Müslümanlar için vazedilmiş bir farz olarak cihadı terk etmeye ya da “savunma cihadı” olarak algılamaya…

•Allah’ın insanlar için koyduğu nizamlar yerine insan yapımı nizamlara tâbi olmaya...

•İslâm’ın temel direklerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker sorumluluğundan kaçınmaya; insanları bulundukları fasit hâl üzerinde bırakmaya…

•Günün sorunlarının çözümünde demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi beşer kaynaklı inanç, fikir ve nizamlara yönelmeye…

Sahih İslâmi kitleleşmelerden uzaklaşıp daha bireyselci davranmaya ya da hayır-hasenat işleriyle uğraşan, vaaz ve irşat faaliyetlerinde bulunan, ahlaki öğretilere davet eden yapılanmalarla çalışmaya götürdü.

Sayılan tüm bu ve benzeri hususlara derin bir bakış, insanın -hâşâ- ilahlaştırılma, kutsanma çabasını gösterecektir. Bu hadsizlik insanı layık olduğu makamın çok daha ötesine taşıma gayretinin bir tezahürü olarak bugünkü Müslümanların da temel sorunlarındandır.

Hâlbuki İslâm insanı, yaratıklar içinde en zirve noktaya koymuş, onu eşref-i mahlûkat (yaratıkların şereflisi) olarak vasfetmiştir. Ancak insana verilen irade, kendisi için bu durumunu muhafaza etmede bir imtihan vesilesi de kılınmıştır. Ne zaman ki insan bu konumunu muhafazada kusur göstermiş, haddini aşmış, kulluk sınırını aşmış ve Rabbine isyankâr olmuş ise işte o zaman esfel-i safilin (aşağıların aşağısı) olmakla karşı karşıya kalmıştır. O hâlde sınır, rablik, ilahlık iddiasında bulunmakla kulluk, âbitlik noktasında kalmak arasıdır.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِل۪ينَۙ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍۜ 

“Andolsun ki biz insanı, ahsen-i takvim içinde yarattık. Sonra onu, esfel-i safiline indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.”[6]

Zamanımızın süslü söylemleri ne olursa olsun insana yakışan yaratıkların en şereflisi olmaktır. Bu da Allah’a layıkıyla kulluktan geçer, O’na karşı hadsizlik ederek nefsini/heva-hevesini ilah edinmekten değil…



[1] Leone Battista Alberti; İtalyan ressam, şair, dilbilimci, filozof, kriptocu, müzisyen, mimar. Rönesans hareketinin öncülerinden.

[2] Batı Edebiyatı Akımları, http://halukseyit.wixsite.com

[3] Aynı kaynak.

[4] Vikipedi

[5] İslam Nizamı, Hizb-ut Tahrir Neşriyatı

[6] Tin Suresi 4-6


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz