Fransızca kökenli “humanisme” kelimesinin karşılığı olan “hümanizm”, bilimsel felsefik bir kavram
olarak “insancılık, beşeriyetçilik, insan
odaklılık, insan merkezcilik” anlamlarında kullanılır. Bu anlayış, tanrı merkezcilik
yerine insan merkezli; insanın rızasını ve hoşnutluğunu esas alan bir bakış
açısıdır. Buna göre fiil ortaya konulurken tanrının/yaratıcının değil, insanın
faydası, rızası, hoşnutluğu esas alınır.
Tarihsel arka planı
olarak Antik Yunan’a kadar dayandırılabilse de hümanizm terimi 19. yüzyılın
başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için
söylenen “umanista” sözcüğünden dayandırılır.
Hümanizmin önemli
temsilcileri arasında İtalyan edebiyatının kurucusu Dante (1265-1321),
soneleriyle tanınan İtalyan şairi Petrarca (1304-1374), hikâye türünün ünlü
ismi İtalyan yazar Boccacio (1313-1375), Fransız edebiyatının kurucusu sayılan
şair Villon (1431 -1463), roman türünün doğmasında öncülük etmiş Fransız yazar
Rabelais (1490-1553), Fransız şair Ronsard (1524-1585), deneme türünün babası,
Fransız yazar ve düşünür Montaigne (1533-1592), türünün ilk örneği sayılan Don
Kişot romanıyla dünyaca tanınmış İspanyol yazar Cervantes (1547-1616), İngiliz
ve dünya tiyatro edebiyatının büyük sanatçısı Shakespeare (1564 -1616) sayılabilir.
Hümanist düşünüş
Türkiye’de ancak cumhuriyet döneminde etkili olmuştur. Nurullah Ataç, Orhan
Burian, Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un başını çektiği bazı deneme
yazarları çağdaş düşünceyle beslenmiş bir hümanizmi savunmuşlardır. Bu
yazarlara göre, hümanizm akımıyla bir ilgisi olmasa da ilk Türk hümanisti Yunus
Emre'dir. Ancak Yunus Emre'de insan sevgisinin tasavvuftan kaynaklandığı da
unutulmamalıdır.
Hümanizmin bir
düşünüş felsefesi olarak doğmasında Rönesans’ın ciddi etkisi vardır. Sanatsal
bir temelle şekillenen Rönesans dönemi, etkisini bugün ciddi manada
hissettiğimiz siyasi ve fikrî birçok akıma rahim olmuştur. Bu minvalde
hümanizmi belki de bu akımların en önemlisi saymak gerekir. Çünkü “insana insan
olduğu için değer veren” bu felsefi anlayış, reform
hareketleriyle doğan Rönesans içinde adeta kendini bulur. Orta Çağ kilise
hâkimiyetinden kendini kurtaran sanat anlayışı, özellikle eski Roma-Yunan
medeniyetinden de etkilenerek “yeni” bir sanat anlayışını doğurur. Edebiyat,
resim ve heykeltıraşlık gibi sanat akımlarının insan potansiyeline odaklanan
bakış açısı ile dinin/tanrının hayattan, hayatın işlerinden uzaklaştırılması
fikri ortaya çıkmıştır. İnsan merkezli bu anlayışa göre her şey insan içindir
ve bu döneme damga vuran slogan belki de Alberti’nin[1]
“İnsan istediğinde her şeyi yapar.”
sözüdür.
1453 yılında
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi, burada bulunan birçok
bilim adamı, sanatçı ve düşünürün Avrupa’ya özellikle de İtalya’ya göç
etmelerini sağlamıştır. İtalya’da kendisine bulduğu uygun zeminde yeşeren ve
gelişen sanat ve fikir akımları, zamanla hemen hemen Avrupa’nın tamamına
yayılmış, bugün Rönesans ve reform hareketleri diye andığımız sürecin fitilini
ateşlemiştir.
Lâtince “homo” (insan)
veya “humanus”tan (insan) gelen “hümanizm” kelimesi, Batı dillerinde 18.
yüzyılın ortalarından itibaren görülmekle birlikte, 1850’lerde yaygın bir
biçimde ve bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm’in genel
anlamı “İnsanlık aşkı, insaniyete
muhabbet, insancıllık/insancılık; insanı, renk, ırk, din ve mevkiini dikkate
almadan sevmek, onun hayrını düşünmek” özel anlamı “Rönesans çağında Eski Yunayı ve Lâtin edebiyatına dönüp ona değer
vereyi, tanıtan, araştıran öğreti.” felsefi anlamı ise “İnsani değerlerin savunulmasını esas alan dünya görüşü.” veya “Genel olarak, akıllı insan varlığını tek ve
en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlaki gelişiminin,
rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan
gerçekleştirebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını,
özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akımdır.”[2]
İlk belirtileri 14.
yüzyılın başlarında İtalya’da görülmeye başlayan hümanizm ve Rönesans, asıl
gücüne 15. yüzyılda ulaştı ve 16. yüzyılın sonuna kadar da varlığını sürdürdü.
İtalyan asıllı Dante (1265-1321), Petrarca (1304-1374) ve Boccacio
(1313-1375) hümanizm ve Rönesans’ın ilk müjdecileridir. Söz konusu üç şahsiyet,
kendilerini Antik Çağ’a bağlayan ama yüzyıllar önce kopmuş bulunan kültür ve
sanat köprüsünü yeniden kurmaya ve böylece hümanist düşünce ve Rönesans
hareketini başlatmaya muvaffak olmuşlardır, İtalya’dan sonra 15. yüzyılda
İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere ve Almanya’ya sıçrayan hümanizm ve
Rönesans, bu ülkelerde de birbirine çok yakın anlayış içinde hayat bulmuştur.[3]
Hümanizm kavramı,
günümüzde “insan sevgisi”, “insanı
sevmek” olarak resmedilmeye çalışılsa da bundan çok daha öte bir şeydir.
Açıkçası “insanı sevmek” gibi masum
bir ifade yerine “insanın
tanrılaştırılması/ilahlaştırılması” anlamına gelen derin arka plana dikkat
çekmek gerekir. Gerek eski Roma-Yunan felsefesinde gerekse de Rönesans
döneminde yeşerip gelişerek bugünkü hâlini alan anlayışta görülen şey aslında
tam olarak budur: insanın ilah/tanrılaştırılması!
“İnsanın
tanrılaştırılması” ifadesiyle
hayatın, dünya işlerinin, dinî argümanlarla değil de insanın kendi aklından
çıkardığı hükümlerle düzenlenmesi anlaşılmalıdır. Buna göre
tanrının/yaratıcının değil de insanın rızası esas alınmalıdır. İşte hümanizm
tam anlamıyla bunu ifade eder.
Orta Çağ sonrası
düzlemde hayatın işlerini tanrı adına yürüten kilise tahakkümüne karşı bir
tavır olarak ortaya çıkan sekülarizm,
dini hayattan ayıran anlayışla insanları etkilemiş ve etkisi bugüne dek uzanan
hâkimiyetini o dönemden ilan etmiştir. Dolayısıyla hümanizmin de dinin hayattan
ayrılması esası noktasında sekülarizmle benzeştiği söylenebilir. Zira hümanizm,
insanı özgürleştirme mücadelesinin bayraklaşmış ifadesidir.
Yine hümanizme göre
“doğruyu bulma” insanın yine
insani çabalarıyla mümkün olan bir yetidir. Bu çabada herhangi bir doğaüstü
güce, gizeme, mistisizme, gelenek ve daha başka bilimsel kanıt ve mantıkla
ortaya konulamayan yöntemlere başvurulmaz. Bu arayışta asıl olan bilimsel
şüphecilik ve bilimsel metottur. Dolayısıyla “doğru” insanın kendi çabasıyla
bilimsel metotla elde ettiği doğrulardır. Doğru ve yanlış konusunda yegâne
hüküm mercii insandır, insan aklıdır. Bunun dışında herhangi bir otoritenin
varlığı kabul edilemez.
Hümanizm
felsefesinde temel düşünce, çeşitli otoriteler karşısında insanı
özgürleştirmek, ondaki potansiyeli açığa çıkarmaktır. Bundan mütevellit onun
için bir “kutsal” yoktur ya da
onun “yegâne kutsalı insandır” da
denilebilir.
Bugün kimi
Müslümanların, “insanı sevmek” ya da
tasavvuftaki “yaratılanı severiz
yaratandan ötürü” anlayışının farklı bir tezahürü olarak lanse etmek
suretiyle hümanizmi savunması, fikirsel açıdan bir düşüklüğün ifadesi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Zira aklıselim hiçbir Müslümanın hümanizmin
fikrî-felsefi altyapısını bildiği hâlde onu savunması düşünülemez. Yukarıda da
ifade edildiği üzere- yaratıcının yerine insanı koyan hiçbir anlayışın İslâm’da
yeri yoktur; üstelik İslâm nazarında bu, açık küfürdür.
Bu felsefeye göre; “Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır,
bunun yanı sıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin
savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey
için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin
ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler
yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya
yoğunlaşır.”[4]
Batılı
hemen hemen her felsefi görüşte olduğu gibi bu kavram da süslü ifadelerle
kendini tarif etmiş fakat pratikte insanlığa verdiği şey; kargaşa, zulüm ve
ölüm olmuştur. Çünkü insanın nizam koymada kendisini yegâne otorite addetmesi,
insan vakasından kaynaklanan açmazları görememesi dünyanın bugünkü hâlini
almasında başlıca etkendir. Zira tıpkı yaratmakta olduğu gibi hükmetmek
de yaratıcının, Allah’ın tekelindedir. Fakat beşer kaynaklı ideolojik
yaklaşımlar bu hakikati perdelemekte ve Allah’ın arzında hükmetme yetkisini
kendisinde görmektedir.
O hâlde objektif
bir bakışla insan vakasını ortaya koymak gerekmektedir ki insan üzerine
odaklanmış hatta tapınırcasına insanı kutsallaştırmış hümanist anlayışın insana
yüklediği anlamın tutarsızlığı gözler önüne serilebilsin…
İnsan, içgüdü ve
uzvi ihtiyaçları olan düşünebilen bir varlıktır. Tarih boyunca farklı birçok tanımlaması
yapılmasına rağmen insan için yapılan en doğru tanım budur. Çünkü bu tanım efradını
cami ağyarını manidir. İnsan vakası incelendiğinde onda, kendisinden
kurtulamayacağı birtakım özelliklerin olduğu görülür. Bunlar:
Sınırlılıktır ki
insanın bedeni, hücreleri, görmesi, duyması hep bir yere kadardır. Aklı dahi
böyledir, ön bilgi ve hissetme olmadan akıl yürütemez.
Acizlik, eksikliktir ki insan sürekli başkasına, başka şeylere ihtiyaç
duyar, kendi yegâne varlığı ile hayatını idame ettirmede yeterli değildir.
Çelişkililiktir ki insan kendi kararlarında bile çoğu zaman çelişkiye
düşer, dün aldığı bir kararın bugün hatalı olduğunu görür ve tam aksi bir yönde
karar alabilir.
Muhalifliktir
ki insan aldığı kararlarda genellikle diğer insanlara muhalefet eder. Daha
doğrusu aldığı kararlar, bütün insanların razı ve memnun olduğu kararlar olmaz,
herkesi her zaman ve her zeminde razı edemez!
Bu ve benzeri
durumlar gösterir ki insan, sınırlı, aciz, çelişkili vakıasıyla insanlar
üzerinde hüküm koyucu olamaz. Olsa dahi bu kararlar, insanlığı huzura değil
kaos ve kargaşaya götüren kararlar olur. Velev ki çok dâhi, üstün zekâlı olsa
bile bu dehası ile insanlar için bir ideoloji ihdas etmiş olsa bile bu böyledir.
“Kendisinde bulunan deha ile bir şahsın
zihninde doğan ideoloji ise batıldır. Çünkü o ideoloji sınırlı olan, varlığı
bütün yönleriyle kavramaktan aciz bulunan bir akıldan doğmuştur. Çünkü nizam
koyma hususunda insan anlayışı; yaşadığı çevrenin tesiri altında kalmaya,
çelişkiye düşmeye, ihtilafa ve değişikliğe mahkûmdur. Bunlar ise çelişkili bir
nizamın meydana gelmesine, dolayısıyla insanlığın huzursuzluğuna, mutsuzluğuna
sebep olur. Bundan dolayı bir şahsın zihninde doğan ideolojinin hem akidesi hem
de bu akideden çıkan nizamı batıldır.”[5]
Dolayısıyla insanı,
insan tarafından ortaya konmuş nizamların kalkındırması, insanlığı huzura
çıkarması, ona mutluluk sunması mümkün değildir. Hâl böyleyken hümanizmin
insanı kutsayan ve onu hayat hakkındaki mefhumların kaynağı olarak gören
anlayış baştan hatalı olmaktadır.
“İnsanı sevmek” olarak yedirilmeye çalışılan hümanizmin
İslâmi çevrelerde yaptığı etkiye gelince, bu anlayış kimi Müslümanları:
•Dost-düşman ayrımı
yapamamaya dolayısıyla kâfirleri hoş görmeye...
•Müslümanlar için
vazedilmiş bir farz olarak cihadı terk etmeye ya da “savunma cihadı” olarak
algılamaya…
•Allah’ın insanlar
için koyduğu nizamlar yerine insan yapımı nizamlara tâbi olmaya...
•İslâm’ın temel
direklerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker sorumluluğundan
kaçınmaya; insanları bulundukları fasit hâl üzerinde bırakmaya…
•Günün sorunlarının
çözümünde demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi beşer kaynaklı inanç, fikir ve
nizamlara yönelmeye…
•Sahih İslâmi
kitleleşmelerden uzaklaşıp daha bireyselci davranmaya ya da hayır-hasenat
işleriyle uğraşan, vaaz ve irşat faaliyetlerinde bulunan, ahlaki öğretilere
davet eden yapılanmalarla çalışmaya götürdü.
Sayılan tüm bu ve
benzeri hususlara derin bir bakış, insanın -hâşâ- ilahlaştırılma, kutsanma
çabasını gösterecektir. Bu hadsizlik insanı layık olduğu makamın çok daha
ötesine taşıma gayretinin bir tezahürü olarak bugünkü Müslümanların da temel
sorunlarındandır.
Hâlbuki İslâm
insanı, yaratıklar içinde en zirve noktaya koymuş, onu eşref-i mahlûkat
(yaratıkların şereflisi) olarak vasfetmiştir. Ancak insana verilen irade,
kendisi için bu durumunu muhafaza etmede bir imtihan vesilesi de kılınmıştır.
Ne zaman ki insan bu konumunu muhafazada kusur göstermiş, haddini aşmış, kulluk
sınırını aşmış ve Rabbine isyankâr olmuş ise işte o zaman esfel-i safilin
(aşağıların aşağısı) olmakla karşı karşıya kalmıştır. O hâlde sınır, rablik,
ilahlık iddiasında bulunmakla kulluk, âbitlik noktasında kalmak arasıdır.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِل۪ينَۙ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍۜ
“Andolsun ki biz
insanı, ahsen-i takvim içinde yarattık. Sonra onu, esfel-i safiline
indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için
devamlı bir mükâfat vardır.”[6]
Zamanımızın süslü
söylemleri ne olursa olsun insana yakışan yaratıkların en şereflisi olmaktır.
Bu da Allah’a layıkıyla kulluktan geçer, O’na karşı hadsizlik ederek
nefsini/heva-hevesini ilah edinmekten değil…
[1] Leone Battista Alberti; İtalyan ressam,
şair, dilbilimci, filozof, kriptocu, müzisyen, mimar. Rönesans hareketinin
öncülerinden.
[2] Batı Edebiyatı Akımları, http://halukseyit.wixsite.com
[3] Aynı kaynak.
[4] Vikipedi
[5] İslam Nizamı, Hizb-ut Tahrir Neşriyatı
[6]
Tin Suresi 4-6
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış