Hadisçiler Sünnet
ve Hadis kelimelerini birbiri yerine kullanırlar ama genel kabul şudur: Hadis
Hz. Peygamber’in sözleri, Sünnet ise onun sözleri de dâhil olmak üzere
bütün eylemleridir. Buna göre hadis, sözlü Sünnet’tir.
Sünnet’in kelime anlamı;
uygulama, tarz, yol yordam demektir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’de
Sünnetullah/Allah’ın Sünneti ifadesi geçer. Bu O’nun kendine özel tarzı, kanunu
anlamındadır. Mesela وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا “Allah’ın sünnetinde değişme olmaz.”[1]
buyrulur.
Farklı açılardan
bakıldığında ise usûlü fıkıh, Sünnet’i bilgi kaynağı olması bakımından ele
alır, Kitap ve Sünnet der.
Fıkıhçı Sünnet
deyince farz ya da vacip olmayan talepleri kasteder. Mesela
abdestte yüzü yıkamak farzdır, üç defa yıkamak Sünnet’tir der. Kelamcı Sünnet
kavramını bidatin karşılığı olarak anlar.
Ama dediğimiz gibi
Sünnet kelime manasıyla, uygulama biçimi, tarzı anlamındadır. Mesela Hz.
Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem
“Siz benim Sünnetime ve benden sonra gelecek Raşit/istikameti düzgün
halifelerimin sünnetine sıkıca tutunun.”[2]
buyurur. Yani uygulamalarınız onlarınki gibi olsun, demektir.
Sünneti
anlayabilmek için şu temel kuralları bilmek gerekir:
Bir: İslâmi
bilginin tek kaynağı Allah’tır. إِنَّمَا الْعِلْمُ عِندَ اللَّهِ “İlim ancak
Allah katındandır.”[3]
Dinin birazını Allah, birazını peygamber ya da müçtehitler tamamlamış değildir.
Son geldiği kabul edilen ayeti kerimede, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ
دِينَكُمْ “bugün
sizin dininizi ikmal ettim…”[4]
buyrulur. Demek ki dinde o günden beri eksik bir şey kalmamış ve o gün
tamamlanan şey Kur’an-ı Kerim olduğuna göre din de ondan ibarettir. Ama
tamamlanan bu dinin anlaşılması Resulüllah’ın uygulama biçimine,
hatta âlimlerin içtihatlarına muhtaçtır.
İki: Kur’an-ı
Kerim’in hatasız bir şekilde anlaşılması ve uygulaması olan Sünnet, bazı
İslâm âlimlerine göre, başlı başına bir kaynak değildir, sadece Kur’an-ı
Kerim’de bir şekilde var olan, ama bizim anlamadığımız bilgilerin peygamberce
anlaşılmasından ve uygulanmasından ibarettir. Diğer bazı âlimler de Sünnet’in
bağımsız bir kaynak olduğunu ama Sünnet’te var olan bilgilerin yine de ancak
peygamberlik vasfıyla söylenebileceği kanaatindedirler. Sonuç aynı kapıya
çıkar.
Üç: Günümüzde
Sünnet karşıtı tavrın iki temel sebebi vardır. Biri kötü niyetle ve arzuladığı fetvalara
ulaşmak için yapılan dışlamalar. Bunların üzerinde durmaya değmez. Diğeri,
ifratlara karşı gösterilen tefritlerdir. Eğer her söze Sünnet deme gibi bir
ifrat olmasaydı, Sünnet’i bütünüyle reddeden tefrit de olmazdı.
Sünnet, Mezhep ve
Selefîlik
Şunu da bilmemiz
gerekir; eğer müminler İslâm’ı doğru yaşayabilmek için Sünnet’e, yani Peygamber’in
örnek uygulamasına ihtiyaç duymasalardı peygamber gönderilmesine de gerek
kalmazdı.
Bu ilk Müslümanlar
için böyleydi ama bizim artık buna ihtiyacımız yok demenin bir mantığı olamaz.
Böyle diyen birisi aslında şunu demiş olur. O günkü insanlara Kur’an-ı Kerim’i
Peygamber açıklıyordu, bugün onun yaptığı işi biz yapabiliriz, dolayısıyla O’na
gerek kalmaz. Açıktır ki, böyle bir kanaatin sahibi kendisini, Peygamber’in
görevini üstlenmiş biri olarak görmektedir.
Sünnete ihtiyaç var
ama Sünnet bize güvenilir yollarla gelmemiştir diye düşünmek de
bundan farklı değildir. Bu da şu anlama gelir: Mademki Kur’an-ı Kerim’in sahih
açıklaması olan Sünnet’i bugün biz güvenilir şekilde bilemiyoruz, o hâlde onun
yaptığını yapan başka bir şey bulmak zorundayız ki, o da bizim
açıklamalarımızdan başkası olamaz.
Aslında mezhepler
ve ehlinden sadır olmuş içtihatlar da böyledir. Mezhep diye bir şey yok, İslâm’ın
kaynağı önümüzde, ona bakar hayatımıza yön veririz demek de, böyle diyenin
kendisini mezhep imamı müçtehitlerin yerine koyması anlamına gelir.
Sünnet İslâm’ı olmayacağı gibi, Kur’an
İslâm’ı da olmaz. Allah’ın din olarak kabul ettiği her şey İslâm’ın bir
parçasıdır. Tıpkı, eğer mecazi anlamda söylemiyorsanız, ‘ruh insanı’ ya da
‘beden insanı’ demenizin anlamsız olacağı gibi.
Sünnet Vahiy midir?
Bilindiği gibi vahiy,
Allah’ın kendine has yollarla peygamberlerine bilgi ulaştırmasıdır.
Bu ya vermek
istediği bilgiyi elçisinin kalbine bizzat koymasıyla olur ya elçisiyle doğrudan
konuşur. Hz. Musa ile böyle konuşmuştur. Ya bilgiyi ona bir melekle gönderir ya
da sadık rüyalarla bildirir. Mutlak anlamda, yani kayıtlamaksızın vahiy dendiğinde
anlaşılan budur. Böyle bir vahyin sözü de manası da Allah’tandır. Sadece
peygamberlere gelir ve Hz. Peygamber’e bu anlamda gelen vahiy Kur’an-ı
Kerim’den ibarettir. Böyle bir vahiy artık bitmiştir. Hz. Peygamber’den sonra
vahiy aldığını iddia eden kimse peygamberlik iddia etmiş olacağından küfre
düşer.
Ama bizzat Allah’ın
kendisi bazı kullarına verdiği ilham anlamındaki bilgilere de belki mecazen
vahiy demiştir. Mesela Hz. Musa’nın annesine, Hz. Meryem’e hatta arıya ve
yeryüzüne verdiği bilgiyi ya da kabiliyeti de O vahiy kelimesiyle anlatır.
Hatta vahiyde gizlice fısıldama anlamı bulunduğu için şeytanın vesvesesi ve
kötü insanların kötülüğü çağrıştırmaları da yine mecazen vahiy kelimesiyle
ifade edilir.
Yani artık insanın
kalbine doğan bilgiler Allah’tan bir ilham olabileceği gibi şeytanın
fısıldaması da olabilir. Kul bu fısıldamaların kaynağını kesin olarak bilemez.
Bu sebeple İslâm âlimleri ittifakla kula gelen ilhamın başkaları için bir bilgi
ifade etmeyeceğini hatta kulun kendisini bile bağlamayacağını söylemişlerdir.
Salih rüyalar da böyledir.
Ancak peygamberlere
gelen ilham kula gelen gibi değildir. O onun Allah’tan olduğunu bilir.
Allah’tan olduğunu bildiği böyle yoğun bir manayı “Allah buyuruyor ki” diyerek,
kendi kelimeleriyle ifade ederse bilindiği gibi buna Hadis-i Kutsî
denir. Mana Allah’tandır ama sözler vahiy değildir. Onun gibi icaz taşımaz,
namazlarda okunmaz.
Peygambere bunun
bir alt düzeyinde ilhamlar da gelir, o “Allah şunu seviyor, şunu sevmiyor,
Allah bana buyurdu ki, Cebrail kalbime fısıldadı ki” diye bize bilgi verir.
Böyle haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlara Kur’an-ı Kerim de işaret
eder. “Biz sana bildirdik ki” denen pek çok şey Kur’an-ı Kerim’de yer
almaz. O halde bunlar bir başka yolla bildirilmişlerdir.
Peygamber için
vahyin bir dördüncü derecesi daha vardır. Onun sözlerinin ve fiillerinin pek
çoğunun bir beşer olarak kendi iradesi ve dilemesiyle gerçekleşmiş olduğu
açıktır. Ancak burada iki önemli husus vardır: Birincisi, O sıradan bir beşer
değildir, yapıp ettiklerinin Allah’ın ölçülerine uymayanları, sıradan
kullarınkine göre çok daha azdır. Hatta bu konuda dikkatli bir Müslüman bile
böyle olmayan gibi değildir. İkincisi, Allah O’nun beğenmediği fiillerini
anında düzeltmiştir. O hâlde bundan, Allah’ın müdahale etmediği diğer bütün söz
ve fiillerinin Allah tarafından onaylandığı sonucu çıkar. Çünkü O’nun söz ve
fiilleri din olduğuna göre yanlış olsalardı öylece bırakılmaları makul
olamazdı.
İşte nasıl ki, Hz.
Peygamber’in Ashabı’nda görüp de onayladığı ya da ses çıkarmadığı söz ve
fiiller takrirî sünnet kabul ediliyorsa, onun kendi söz ve fillerinin
Allah tarafından müdahale edilmeyenleri de Allah’ın onayı anlamında takrirî
vahiy olmuş olur. Bu sebeple bütün İslâm âlimlerinin Sünnet’e vahyi
gayri metlüv demeleri çok anlamlıdır. Zayıf ve uydurma sözlere Sünnet demediğimizi
de her zaman tekrarlamak zorunda değiliz.
Şimdi Kur’an-ı
Kerim dışındaki vahye Kur’an’dan birkaç örnek vermek istiyorum:
Bilindiği gibi İslâm’ın
Mekke Dönemi’nde ve Medine Dönemi’nin ilk on altı ayında Müslümanların
kıblesi Mescid-i Aksa idi. Medine Dönemi’nde gelen ayetlerle artık kıble olarak
Kâbe’ye dönülmesi istendi[5].
Önceden Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmış olması kendi
düşüncesinin sonucu olamaz. Çünkü o Mekke’de yaşıyordu ve Kâbe’nin kutsallığını
biliyordu. Kendi düşüncesiyle hareket etseydi Kâbe’ye dönerdi. O hâlde O’na
Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmasını söyleyen ya da en azından onun bu
fiilini onaylayan bir vahiy bulunmuş olmalıdır. Oysa böyle bir vahiy Kur’an-ı
Kerim’de yer almaz. Demek ki O’na Kur’an-ı Kerim’dekilerden başka bilgiler
veren vahiy de gelmiştir.
Orucun farz
kılındığı ilk günlerde Ramazan gecelerinde bile karı koca arasındaki cinsel
ilişki yasaktı. Sonra Allah nefislerine hâkim olamamaları sebebiyle bunun
artık helal kılındığını bildirdi[6].
Oysa Kur’an-ı Kerim’de önceleri bu ilişkinin yasaklandığına dair bir bilgi
yoktur. Demek ki, bu yasak Kur’an-ı Kerim’de yer almayan başka bir vahiy ile
sabit olmuştur.
Hz. Peygamber’in
Kur’an-ı Kerim dışında bize verdiği bilgiler ve O’nun bütün uygulamaları Sünnet
olduğuna göre
böylece bunların en azından bazılarının vahiy ile ilişkisi bulunduğunu bizzat
Kur’an-ı Kerim söylemiş olur.
Bütün bunlardan
dolayıdır ki, İslâm tarihi boyunca hiçbir mezhepten hiçbir âlim Sünnet’in
dini bir bilgi kaynağı olmadığını söylememiştir. Kendi görüşlerine destek
olsun diye hadis uyduranlar, bazı hadisleri kendi görüşüne aykırı olduğu için
reddedenler, nasslara sakat yorumlar yapanlar çıkmış ama Sünnet’i devreden
çıkarmak kimsenin aklına gelmemiştir.
Sünnet’in devreden
çıkarılmasıyla İslâm’ın sadece hukuki yönü değil, ahlaki ve imani yönü de
anlaşılamaz olur ve Kur’an-ı Kerim’deki genel hükümler herkesin farklı
anlayacağı göreceli talimatlar hâline gelir. Din oyuncak hamuru gibi herkesin
elinde farklı bir şekil alır, kısaca Protestanlığa dönüşür. Gayba ve ahirete
imanın teferruatı olan şefaatin mahiyeti, kabir azabı, hesapla, mizanla,
Sıratla ilgili detaylar bizim nev-zuhur ulemamızda olduğu gibi alay konusu
yapılır. Burada da bir Yahudileşme ortaya çıkar.
Sünnet’i devreden
çıkardığınızda İslâm’ın ahlak zemini de neredeyse bütünüyle ortadan kalkar.
Yeme içme, yatıp kalkma, giyim kuşam, selamlaşma tebessüm, saygı sevgi, cami ve
cemaat adabı, kurbanlar ve bayramlar, kısaca sizin medeniyetinizin
altyapısını oluşturan kültür zemininiz tamamıyla kayar, farklılığınız ortadan
kalkar. Kendinize has bir dünya ve varlık görüşünüz kalmaz.
Peki, bütün bunlara
rağmen neden Sünnet karşıtı bir retorik gelişiyor? Sanırım bu konuda
şunlar söylenebilir:
Her duyduğu sözü
Sünnet sanan ve Sünnet’i bize nakleden hadisleri de sanki birer bağımsız
bilgi ve norm gibi gören ifratçı Sünnet anlayışını yine en başa koymamız
gerekir. Modern zamanlar için Sünnet değil ama Sünnet’in hatta fıkhın böyle
anlaşılması İslâm’ı gerçekten de yaşanmaz hâle getirmiş durumdadır. Buna,
atomcu Sünnet anlayışı ya da Sünnet’teki şahsi, tarihsel ve örfi unsurları
görüp ayıklayamama zaafı da diyebilirsiniz. Oysa mesela Ebu Hanîfe’nin bazı
sahih hadisleri bile kıyasa yani Kur’an ve Sünnet bütünlüğünden oluşan genel
kurallara uymadıkları için reddettiği meşhurdur. Bunu yapan sadece o da
değildir.
Sünnet
karşıtlığının diğer sebepleri, “Modern Batı Bilimi”nin oluşturduğu farklı
bir dünya görüşüyle yetişen Müslüman entelektüelin alışageldikleri hayat
tarzıyla Sünnet’in detaylarını bağdaştırmada yaşadıkları zorluk.
Bilenler biliyor
ki, Sünnet’i devreden çıkarma ya da bu konuda insanların kafalarına şüphe
tohumları ekme işi Hindistan’da modernizmin etkisiyle başlamış, Batı’daki
müsteşriklerin inanılmaz çabalarıyla gelişmiş ve meyvelerini vermiştir.
Unutulmasın ki, pek
çok peygambere zaten kitap verilmemiştir, O’nun uygulaması, yani Sünnet’i din
olarak sunulmuştur.
Demek ki, vahyi anlamada Peygamberin uygulaması/Sünnet’i esastır.
Zayıf hadislerle
amel meselesi
Belki en başta
söylememiz gereken bir husus da budur. “Fedâilde yani insanın yapmak zorunda
olmadığı ama yaparsa sevap alacağı gönüllü işlerde zayıf hadisle de amel etmek
caizdir.” diye bir kural zikredilir. Ancak bu her zayıf hadisle amel edilir
anlamına gelmez. Önce zayıf hadisle hiçbir durumda amel etmek caiz değildir, o
yok hükmündedir diyenlerin bulunduğunu da söyleyelim. Sevap konularında amel
edilir diyenler de bunun için bazı şartlar zikrederler. Bu şartların, üzerinde
ittifak edilenleri şunlardır:
Hadis çok zayıf
olmayacak.
Mesela rivayet zincirinde yalancı ya da çok yanılan birisi bulunursa hadis çok
zayıf olmuş olur.
Kur’an’a ya da sahih ve
sabit bir hadise muhalif olmayacak.
İslâm’da var
olan bir konuda olacak, hiç bilinmeyen bir ibadetten söz ediyor olmayacak.
Amel edilse bile sabitmiş
ve dinin bir gereğiymiş gibi görülmeyecek. Yani İslâm budur denmeyecek.
Kısaca Sünnet
Kur’an değildir ama Sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim anlaşılamaz.
[1]
Ahzab Suresi 62
[2]
Tirmizî, Sahih-liğayrihi
[3]
Mülk Suresi 26
[4]
Maide Suresi 3
[5]
Bakara Suresi 143-150
[6]
Bakara Suresi 187
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış