SÜNNETSİZ MÜSLÜMANLIK OLABİLİR Mİ?

Prof. Dr. Faruk Beşer

Hadisçiler Sünnet ve Hadis kelimelerini birbiri yerine kullanırlar ama genel kabul şudur: Hadis Hz. Peygamber’in sözleri, Sünnet ise onun sözleri de dâhil olmak üzere bütün eylemleridir. Buna göre hadis, sözlü Sünnet’tir.

Sünnet’in kelime anlamı; uygulama, tarz, yol yordam demektir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’de Sünnetullah/Allah’ın Sünneti ifadesi geçer. Bu O’nun kendine özel tarzı, kanunu anlamındadır. Mesela وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا “Allah’ın sünnetinde değişme olmaz.[1] buyrulur.

Farklı açılardan bakıldığında ise usûlü fıkıh, Sünnet’i bilgi kaynağı olması bakımından ele alır, Kitap ve Sünnet der.

Fıkıhçı Sünnet deyince farz ya da vacip olmayan talepleri kasteder. Mesela abdestte yüzü yıkamak farzdır, üç defa yıkamak Sünnet’tir der. Kelamcı Sünnet kavramını bidatin karşılığı olarak anlar.

Ama dediğimiz gibi Sünnet kelime manasıyla, uygulama biçimi, tarzı anlamındadır. Mesela Hz. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem Siz benim Sünnetime ve benden sonra gelecek Raşit/istikameti düzgün halifelerimin sünnetine sıkıca tutunun.[2] buyurur. Yani uygulamalarınız onlarınki gibi olsun, demektir.

Sünneti anlayabilmek için şu temel kuralları bilmek gerekir:

Bir: İslâmi bilginin tek kaynağı Allah’tır. إِنَّمَا الْعِلْمُ عِندَ اللَّهِ İlim ancak Allah katındandır.[3] Dinin birazını Allah, birazını peygamber ya da müçtehitler tamamlamış değildir. Son geldiği kabul edilen ayeti kerimede, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ bugün sizin dininizi ikmal ettim…[4] buyrulur. Demek ki dinde o günden beri eksik bir şey kalmamış ve o gün tamamlanan şey Kur’an-ı Kerim olduğuna göre din de ondan ibarettir. Ama tamamlanan bu dinin anlaşılması Resulüllah’ın uygulama biçimine, hatta âlimlerin içtihatlarına muhtaçtır.

İki: Kur’an-ı Kerim’in hatasız bir şekilde anlaşılması ve uygulaması olan Sünnet, bazı İslâm âlimlerine göre, başlı başına bir kaynak değildir, sadece Kur’an-ı Kerim’de bir şekilde var olan, ama bizim anlamadığımız bilgilerin peygamberce anlaşılmasından ve uygulanmasından ibarettir. Diğer bazı âlimler de Sünnet’in bağımsız bir kaynak olduğunu ama Sünnet’te var olan bilgilerin yine de ancak peygamberlik vasfıyla söylenebileceği kanaatindedirler. Sonuç aynı kapıya çıkar.

Üç: Günümüzde Sünnet karşıtı tavrın iki temel sebebi vardır. Biri kötü niyetle ve arzuladığı fetvalara ulaşmak için yapılan dışlamalar. Bunların üzerinde durmaya değmez. Diğeri, ifratlara karşı gösterilen tefritlerdir. Eğer her söze Sünnet deme gibi bir ifrat olmasaydı, Sünnet’i bütünüyle reddeden tefrit de olmazdı.

Sünnet, Mezhep ve Selefîlik

Şunu da bilmemiz gerekir; eğer müminler İslâm’ı doğru yaşayabilmek için Sünnet’e, yani Peygamber’in örnek uygulamasına ihtiyaç duymasalardı peygamber gönderilmesine de gerek kalmazdı.

Bu ilk Müslümanlar için böyleydi ama bizim artık buna ihtiyacımız yok demenin bir mantığı olamaz. Böyle diyen birisi aslında şunu demiş olur. O günkü insanlara Kur’an-ı Kerim’i Peygamber açıklıyordu, bugün onun yaptığı işi biz yapabiliriz, dolayısıyla O’na gerek kalmaz. Açıktır ki, böyle bir kanaatin sahibi kendisini, Peygamber’in görevini üstlenmiş biri olarak görmektedir.

Sünnete ihtiyaç var ama Sünnet bize güvenilir yollarla gelmemiştir diye düşünmek de bundan farklı değildir. Bu da şu anlama gelir: Mademki Kur’an-ı Kerim’in sahih açıklaması olan Sünnet’i bugün biz güvenilir şekilde bilemiyoruz, o hâlde onun yaptığını yapan başka bir şey bulmak zorundayız ki, o da bizim açıklamalarımızdan başkası olamaz.

Aslında mezhepler ve ehlinden sadır olmuş içtihatlar da böyledir. Mezhep diye bir şey yok, İslâm’ın kaynağı önümüzde, ona bakar hayatımıza yön veririz demek de, böyle diyenin kendisini mezhep imamı müçtehitlerin yerine koyması anlamına gelir.

Sünnet İslâm’ı olmayacağı gibi, Kur’an İslâm’ı da olmaz. Allah’ın din olarak kabul ettiği her şey İslâm’ın bir parçasıdır. Tıpkı, eğer mecazi anlamda söylemiyorsanız, ‘ruh insanı’ ya da ‘beden insanı’ demenizin anlamsız olacağı gibi.

Sünnet Vahiy midir?

Bilindiği gibi vahiy, Allah’ın kendine has yollarla peygamberlerine bilgi ulaştırmasıdır.

Bu ya vermek istediği bilgiyi elçisinin kalbine bizzat koymasıyla olur ya elçisiyle doğrudan konuşur. Hz. Musa ile böyle konuşmuştur. Ya bilgiyi ona bir melekle gönderir ya da sadık rüyalarla bildirir. Mutlak anlamda, yani kayıtlamaksızın vahiy dendiğinde anlaşılan budur. Böyle bir vahyin sözü de manası da Allah’tandır. Sadece peygamberlere gelir ve Hz. Peygamber’e bu anlamda gelen vahiy Kur’an-ı Kerim’den ibarettir. Böyle bir vahiy artık bitmiştir. Hz. Peygamber’den sonra vahiy aldığını iddia eden kimse peygamberlik iddia etmiş olacağından küfre düşer.

Ama bizzat Allah’ın kendisi bazı kullarına verdiği ilham anlamındaki bilgilere de belki mecazen vahiy demiştir. Mesela Hz. Musa’nın annesine, Hz. Meryem’e hatta arıya ve yeryüzüne verdiği bilgiyi ya da kabiliyeti de O vahiy kelimesiyle anlatır. Hatta vahiyde gizlice fısıldama anlamı bulunduğu için şeytanın vesvesesi ve kötü insanların kötülüğü çağrıştırmaları da yine mecazen vahiy kelimesiyle ifade edilir.

Yani artık insanın kalbine doğan bilgiler Allah’tan bir ilham olabileceği gibi şeytanın fısıldaması da olabilir. Kul bu fısıldamaların kaynağını kesin olarak bilemez. Bu sebeple İslâm âlimleri ittifakla kula gelen ilhamın başkaları için bir bilgi ifade etmeyeceğini hatta kulun kendisini bile bağlamayacağını söylemişlerdir. Salih rüyalar da böyledir.

Ancak peygamberlere gelen ilham kula gelen gibi değildir. O onun Allah’tan olduğunu bilir. Allah’tan olduğunu bildiği böyle yoğun bir manayı “Allah buyuruyor ki” diyerek, kendi kelimeleriyle ifade ederse bilindiği gibi buna Hadis-i Kutsî denir. Mana Allah’tandır ama sözler vahiy değildir. Onun gibi icaz taşımaz, namazlarda okunmaz.

Peygambere bunun bir alt düzeyinde ilhamlar da gelir, o “Allah şunu seviyor, şunu sevmiyor, Allah bana buyurdu ki, Cebrail kalbime fısıldadı ki” diye bize bilgi verir. Böyle haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlara Kur’an-ı Kerim de işaret eder. “Biz sana bildirdik ki” denen pek çok şey Kur’an-ı Kerim’de yer almaz. O halde bunlar bir başka yolla bildirilmişlerdir.

Peygamber için vahyin bir dördüncü derecesi daha vardır. Onun sözlerinin ve fiillerinin pek çoğunun bir beşer olarak kendi iradesi ve dilemesiyle gerçekleşmiş olduğu açıktır. Ancak burada iki önemli husus vardır: Birincisi, O sıradan bir beşer değildir, yapıp ettiklerinin Allah’ın ölçülerine uymayanları, sıradan kullarınkine göre çok daha azdır. Hatta bu konuda dikkatli bir Müslüman bile böyle olmayan gibi değildir. İkincisi, Allah O’nun beğenmediği fiillerini anında düzeltmiştir. O hâlde bundan, Allah’ın müdahale etmediği diğer bütün söz ve fiillerinin Allah tarafından onaylandığı sonucu çıkar. Çünkü O’nun söz ve fiilleri din olduğuna göre yanlış olsalardı öylece bırakılmaları makul olamazdı.

İşte nasıl ki, Hz. Peygamber’in Ashabı’nda görüp de onayladığı ya da ses çıkarmadığı söz ve fiiller takrirî sünnet kabul ediliyorsa, onun kendi söz ve fillerinin Allah tarafından müdahale edilmeyenleri de Allah’ın onayı anlamında takrirî vahiy olmuş olur. Bu sebeple bütün İslâm âlimlerinin Sünnet’e vahyi gayri metlüv demeleri çok anlamlıdır. Zayıf ve uydurma sözlere Sünnet demediğimizi de her zaman tekrarlamak zorunda değiliz.

Şimdi Kur’an-ı Kerim dışındaki vahye Kur’an’dan birkaç örnek vermek istiyorum:

Bilindiği gibi İslâm’ın Mekke Dönemi’nde ve Medine Dönemi’nin ilk on altı ayında Müslümanların kıblesi Mescid-i Aksa idi. Medine Dönemi’nde gelen ayetlerle artık kıble olarak Kâbe’ye dönülmesi istendi[5]. Önceden Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmış olması kendi düşüncesinin sonucu olamaz. Çünkü o Mekke’de yaşıyordu ve Kâbe’nin kutsallığını biliyordu. Kendi düşüncesiyle hareket etseydi Kâbe’ye dönerdi. O hâlde O’na Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmasını söyleyen ya da en azından onun bu fiilini onaylayan bir vahiy bulunmuş olmalıdır. Oysa böyle bir vahiy Kur’an-ı Kerim’de yer almaz. Demek ki O’na Kur’an-ı Kerim’dekilerden başka bilgiler veren vahiy de gelmiştir.

Orucun farz kılındığı ilk günlerde Ramazan gecelerinde bile karı koca arasındaki cinsel ilişki yasaktı. Sonra Allah nefislerine hâkim olamamaları sebebiyle bunun artık helal kılındığını bildirdi[6]. Oysa Kur’an-ı Kerim’de önceleri bu ilişkinin yasaklandığına dair bir bilgi yoktur. Demek ki, bu yasak Kur’an-ı Kerim’de yer almayan başka bir vahiy ile sabit olmuştur.

Hz. Peygamber’in Kur’an-ı Kerim dışında bize verdiği bilgiler ve O’nun bütün uygulamaları Sünnet olduğuna göre böylece bunların en azından bazılarının vahiy ile ilişkisi bulunduğunu bizzat Kur’an-ı Kerim söylemiş olur.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, İslâm tarihi boyunca hiçbir mezhepten hiçbir âlim Sünnet’in dini bir bilgi kaynağı olmadığını söylememiştir. Kendi görüşlerine destek olsun diye hadis uyduranlar, bazı hadisleri kendi görüşüne aykırı olduğu için reddedenler, nasslara sakat yorumlar yapanlar çıkmış ama Sünnet’i devreden çıkarmak kimsenin aklına gelmemiştir.

Sünnet’in devreden çıkarılmasıyla İslâm’ın sadece hukuki yönü değil, ahlaki ve imani yönü de anlaşılamaz olur ve Kur’an-ı Kerim’deki genel hükümler herkesin farklı anlayacağı göreceli talimatlar hâline gelir. Din oyuncak hamuru gibi herkesin elinde farklı bir şekil alır, kısaca Protestanlığa dönüşür. Gayba ve ahirete imanın teferruatı olan şefaatin mahiyeti, kabir azabı, hesapla, mizanla, Sıratla ilgili detaylar bizim nev-zuhur ulemamızda olduğu gibi alay konusu yapılır. Burada da bir Yahudileşme ortaya çıkar.

Sünnet’i devreden çıkardığınızda İslâm’ın ahlak zemini de neredeyse bütünüyle ortadan kalkar. Yeme içme, yatıp kalkma, giyim kuşam, selamlaşma tebessüm, saygı sevgi, cami ve cemaat adabı, kurbanlar ve bayramlar, kısaca sizin medeniyetinizin altyapısını oluşturan kültür zemininiz tamamıyla kayar, farklılığınız ortadan kalkar. Kendinize has bir dünya ve varlık görüşünüz kalmaz.

Peki, bütün bunlara rağmen neden Sünnet karşıtı bir retorik gelişiyor? Sanırım bu konuda şunlar söylenebilir:

Her duyduğu sözü Sünnet sanan ve Sünnet’i bize nakleden hadisleri de sanki birer bağımsız bilgi ve norm gibi gören ifratçı Sünnet anlayışını yine en başa koymamız gerekir. Modern zamanlar için Sünnet değil ama Sünnet’in hatta fıkhın böyle anlaşılması İslâm’ı gerçekten de yaşanmaz hâle getirmiş durumdadır. Buna, atomcu Sünnet anlayışı ya da Sünnet’teki şahsi, tarihsel ve örfi unsurları görüp ayıklayamama zaafı da diyebilirsiniz. Oysa mesela Ebu Hanîfe’nin bazı sahih hadisleri bile kıyasa yani Kur’an ve Sünnet bütünlüğünden oluşan genel kurallara uymadıkları için reddettiği meşhurdur. Bunu yapan sadece o da değildir.

Sünnet karşıtlığının diğer sebepleri, “Modern Batı Bilimi”nin oluşturduğu farklı bir dünya görüşüyle yetişen Müslüman entelektüelin alışageldikleri hayat tarzıyla Sünnet’in detaylarını bağdaştırmada yaşadıkları zorluk.

Bilenler biliyor ki, Sünnet’i devreden çıkarma ya da bu konuda insanların kafalarına şüphe tohumları ekme işi Hindistan’da modernizmin etkisiyle başlamış, Batı’daki müsteşriklerin inanılmaz çabalarıyla gelişmiş ve meyvelerini vermiştir.

Unutulmasın ki, pek çok peygambere zaten kitap verilmemiştir, O’nun uygulaması, yani Sünnet’i din olarak sunulmuştur. Demek ki, vahyi anlamada Peygamberin uygulaması/Sünnet’i esastır.

Zayıf hadislerle amel meselesi

Belki en başta söylememiz gereken bir husus da budur. “Fedâilde yani insanın yapmak zorunda olmadığı ama yaparsa sevap alacağı gönüllü işlerde zayıf hadisle de amel etmek caizdir.” diye bir kural zikredilir. Ancak bu her zayıf hadisle amel edilir anlamına gelmez. Önce zayıf hadisle hiçbir durumda amel etmek caiz değildir, o yok hükmündedir diyenlerin bulunduğunu da söyleyelim. Sevap konularında amel edilir diyenler de bunun için bazı şartlar zikrederler. Bu şartların, üzerinde ittifak edilenleri şunlardır:

Hadis çok zayıf olmayacak. Mesela rivayet zincirinde yalancı ya da çok yanılan birisi bulunursa hadis çok zayıf olmuş olur.

Kur’an’a ya da sahih ve sabit bir hadise muhalif olmayacak.

İslâm’da var olan bir konuda olacak, hiç bilinmeyen bir ibadetten söz ediyor olmayacak.

Amel edilse bile sabitmiş ve dinin bir gereğiymiş gibi görülmeyecek. Yani İslâm budur denmeyecek.

Kısaca Sünnet Kur’an değildir ama Sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim anlaşılamaz.



[1] Ahzab Suresi 62

[2] Tirmizî, Sahih-liğayrihi

[3] Mülk Suresi 26

[4] Maide Suresi 3

[5] Bakara Suresi 143-150

[6] Bakara Suresi 187


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz