Ebû Yusuf, Enflasyon Fetvasıyla Faize Cevaz mı Verdi?

M. Hanefi Yağmur

Bu yazımızda; gerek Diyanet ve gerekse de daha başka çevreler tarafından reel faiz oranı altındaki kredilerin faiz kapsamında değerlendirilemeyeceği ve Ebû Yusuf’un böyle bir görüşünün bulunup bulunmadığı, faize cevaz verip vermediği hususunu ele alacağız.

Her ne kadar Diyanet Fetva Kurulu tarafından TOKİ’den ev alınması hususunda verilen fetva “Felslerde değer kaybı olması hâlinde gümüşe göre değerlendirilmesi gerekir.” diyen Ebû Yusuf’un ikinci görüşüne dayandırılıyor ise de bundan daha önce sözleşme metninde açık ve net bir şekilde faiz uygulamasına yer verilmektedir. Zira TOKİ tarafından hazırlanan sözleşmeler okunduğu zaman burada “faiz” ibaresinin net olarak bulunduğu görülür. Dolayısıyla akit içerisinde faizli işlemin açık olarak yer aldığı bir alım-satım akdi İslâmi açıdan hiçbir surette caiz olmayacağı gibi, Ebû Yusuf’un buna cevaz vereceğini söylemek de doğru olmaz. Çünkü Ebû Yusuf’un içinde haram unsurunun açık ve net olarak yer aldığı herhangi bir işleme cevaz verdiğini hiçbir kimse söyleyemez. Örneğin; Ebû Yusuf’un Kitabu’l-Harâc’ında şu ifadeler yer almaktadır: “Bu elçi veya müste'men harbî ile, şarap veya domuz gibi şeylerin alışverişi yapılmaz ve faizle muamele edilmez.”[1] Ebû Yusuf, harbî ile dahi faizli bir işlemin yapılmasına cevaz vermemişken net ifadelerle faizin yer aldığı bu türden sözleşmelere cevaz vermesi hiçbir şekilde düşünülemez.

İslâm fıkhına göre; paranın aslı, altın ve gümüştür ve fakihlerin nakit hakkındaki değerlendirmelerinin tümü de altın ve gümüş esas alınarak yapılmıştır. Bu nedenledir ki zimmette sabit olan bir borç altın ve gümüş ise ve bunların değerlerinde de herhangi bir şekilde artış veya yükseliş söz konusu olursa borçlu olan kimsenin sadece borcu kadar miktarı ödemesi gerekir, kesinlikle bundan az veya fazla ödemesi gerekmez. Fakihler de bu hususta icma etmişlerdir.[2]

Hanefi mezhebinden olan fakihlere göre; enflasyon ile borç arasında bir etki yoktur. Özellikle İmam Muhammed, Serahsî ve Kâsâni bu görüştedirler. Örneğin; Kâsâni bu konuda şöyle demektedir: “Belirli bir miktar fels karşılığında bir şey satın alındıktan sonra, henüz felsler ödenmeden… felslerin değeri artar ya da eksilirse, akdin fasit olmayacağı hususunda icma bulunmaktadır. Müşterinin anlaştıkları sayı kadar fels ödemesi gerekir. Bu durumda değer dikkate alınmaz. Çünkü felslerin değerinin artması ya da eksilmesi, onları para olmaktan çıkarmaz. Görülmez mi ki, dirhemler bazen değer kazanıp bazen değer kaybetmelerine rağmen hâlen para olarak kullanılmaktadırlar.”[3] Yine Hanefi fakihlerinden İbnü’l-Hümâm aynı konuda şöyle diyor: “Bu paralar satıcıya teslim edilmeden önce değer kaybederlerse, satım akdinin fasit olmayacağı hususunda görüş birliği bulunmaktadır. Böyle bir durumda (zarar gören) satıcının muhayyerlik hakkı yoktur… Akit sırasında anlaşılan miktar neyse, onun ödenmesi gerekir.

Ancak Hanefi fıkhının önde gelenlerinden Ebû Yusuf’un ilk görüşünün de bu şekilde olduğu daha sonra ise bu görüşünden rücu ettiğine dair kaynaklarda ifadelere yer verilmektedir. Ebû Yusuf’un fetvası, tedavüldeki altın ve gümüşe “ilave kuruş” anlamına gelecek para olarak kullanılan felsler hakkındadır. Asıl para olan altın ve gümüş hakkında değildir. Farklı mezheplerde ya da Hanefi mezhebindeki fakihler arasında var olan farklı görüşler ve ihtilaflar da genellikle felsler hakkındadır. Altın ve gümüş hakkında değildir. Altın ve gümüş üzerinde tam bir icma bulunmaktadır. Altın (dinar) ve gümüş (dirhem) ile yapılan satım ve karz muamelesinden doğan borçlarda meydana gelebilecek değer artışları ve yükselmeleri hiçbir şekilde dikkate alınmaz.

Fakihler özelde de Hanefi fukahası para hakkında ana çerçevede şu şekilde tasnif yapmışlardır:

Borcun Sebebi Bakımından: Buradaki mesele, borca konu olan paranın ne şekilde borç konusunu oluşturduğudur. Yani borçlanma hangi sebepten dolayı olmuştur? Doğrudan herhangi bir nakdin borç olarak verilmesi (karz) akdinden dolayı mı yoksa alım-satım (bey’) akdinden dolayı mı gerçekleşmiştir? Borcun sebebi, bir kimsenin bir başkasına belli bir tarihte 500 fels veya 100 dirhem borç vermesinden mi yoksa herhangi bir mal ve hizmetin satımına konu olmasından mı kaynaklanıyor? Örneğin; bir kimsenin yaşamakta olduğu beldenin felsleriyle bir başkasına birkaç dirheme ya da felse vadeli olarak bir elbise satmasında olduğu gibi bir satış işlemi midir, değil midir? Buna göre taraflar arasında ya doğrudan nakdin borçlanılması nedeniyle borç akdi ya da herhangi bir malın alınıp satılması nedeniyle de satım akdi üzerinden bir akit işlemi gerçekleşmiştir. Fakihler borcun sebebini dikkate alarak farklı durumlara göre görüşlerini söylemişlerdir.

Ancak kaynaklardaki ifadeler incelendiği zaman Ebû Yusuf’un görüşünün borç akdine isnat etmediği, bey’ akdine isnat ettiği görülmektedir.[4]

 Borca Konu Olan Nakdin Durumu Bakımından: Fakihler borca konu olan nakdin durumunu dört bölüm hâlinde ele alıp değerlendirmişlerdir. Burada ise yaratılışı itibariyle nakit olma özelliğine sahip olan altın ve gümüş ile insanlar tarafından nakit olması kabul edilen ve kullanılan diğer paralar arasında fark bulunmaktadır. Bu nedenle fakihlerin mesele hakkındaki ihtilafları da -Ebû Yusuf’un fetvasında olduğu gibi- altın ve gümüş hakkında değil bunlar dışında fels cinsinden paralar hakkındadır. Zira zamana bağlı olarak bu paraların durumlarında değişimler yaşanmaktadır. Bunlar:

a- Paranın tümüyle tedavülden kalkması hâli: Parayı çıkartan otoritenin ülkenin her tarafında bununla işlem yapılmasını terk etmesi hâlidir. Bu durumda zimmetinde dolaşımdan kaldırılan para borcu olan kimsenin ne yapması gerektiği hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Ebû Hanife’ye göre; bu durumda akit fasit olur ve imkânı varsa feshedilmesi gerekir. Çünkü toplum tarafından para olarak kullanılan şey semen (fiyat) olma özelliğini kaybetmiş, satıma konu olan mal fiyatsız hâle gelmiştir. Fakat bu akit bey’ (alım-satım) işlemi olmayıp bir borç işlemi ise benzerinin ödenmesi gerekir. Yani yirmi fels borçlanılmışsa yirmi fels olarak ödenmesi gerekir. Çünkü zimmette sabit olan borç bizzat bu felsin kendisidir. Ebû Hanife bunu bir ödünç alma işlemi gibi görmüş ve bu nedenle de ödünç alma işlemine konu olan aynın kendisinin ödenmesi gerektiği düşüncesinden hareket etmiştir. Burada onun semen olması asli niteliğine ilave bir özellik vardır ve mislinin geri verilmesi gerekir.[5]

Bu işlemin bir alım-satım işlemi olması hâlinde ise; şayet satılan mal olduğu gibi duruyorsa kişi aldığı malı geri iade eder. Şayet kullanılmış ise ya da kullanılamayacak bir hâlde ise değerini ya da mislini öder.[6] Malum nakitle bir şey satın alınır ve nakdin kabzı gerçekleşmeden önce nakit dolaşımdan kalkarsa bey’ fasit olur. Bunun üzerine her iki taraf duruma bakarlar; şayet satışı yapılan mal müşterinin elinde ise geri vermesi gerekir. Şayet herhangi bir şekilde mülkü olmaktan çıkmış ise ya da müşteri tarafından üzerine bir şeyler ilave edilmiş, değişiklikler yapılmış ise benzerine göre değerlendirilir. Şayet satın alınan mal kumaş ise daha sonra dikimi yapılmış ya da kullanılıp eskimiş veya cinsi değişmiş ise misli gerekir. Bu mal buğday ise ve öğütülmüş ya da başka bir şekle getirilmiş ise benzerinin geri verilmesi gerekir. Şayet ölçülebilen, tartılabilen ve ceviz, yumurta gibi adedi mütekaribe olanlardan ise benzerinin verilmesi gerekir. Elbise, hayvan gibi misli olanlardan ise kabz günü itibariyle değerinin ödenmesi gerekir. Şayet borç veya mehir ise benzerinin verilmesi gerekir. Bu görüşlerin tümü Ebû Hanife’ye aittir.[7]

b- Paranın değerinin yükselmesi ve düşmesi: Günümüz dünyasında tüm ülke ekonomilerinde kullanılmakta olan para birimlerinde karşılaşılan durum, budur. Ancak fakihler tedavülde olan bir para biriminin değerindeki düşmeyi veya yükselmeyi altına ve gümüşe göre kıyaslamışlardır. Zira onlara göre eşyaların fiyatlandırılmasında ve değerlendirilmesinde altın ve gümüş dikkate alınır. Bakır paralar ve kâğıt paralar ise mal olarak değerlendirilir ve dolaşımda olduğu müddetçe misli mal ve semen olarak kabul edilirler. Dolaşımdan kalkmaları hâlinde ise kıyemi sayılırlar.[8]

Bu konudaki birinci görüş şudur: Paranın değer değişimine uğraması hâlinde Ebû Hanife’ye, Mâlikilerde meşhur olan görüşe, Şafiilere ve Hanbelilere göre borçlu olan kimsenin sözleşmede yer alan ve zimmette sabit olan borcu ödemesi gerekir. Bundan ne fazla ne de eksik öder.[9] Borç gerek karz akdi gerekse bey’ akdinden doğmuş olsun hem değer düşüşü hem de değer artışı durumunda akit esnasında konuşulan paradan, onun cins ve miktarından ödeme yapmak gerekir. Paranın değerindeki yükseliş ve düşüşlere itibar edilmez. Müşterinin sayı olarak mislini (aynısını) ödemesi gerekir. Zira paranın değerinde meydana gelen artışlar ve azalışlar paradaki semen olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Nitekim dirhemler de dinarlar da zaman içerisinde değer artışına ve azalışına maruz kaldıkları hâlde semen olmaya devam etmektedir. Ebû Hanife ve Şafiilerin görüşü budur. Önceleri Ebû Yusuf’un da bu görüşte olduğu ancak sonradan bu görüşten rücu ettiği rivayet edilmiştir.[10]

Örneğin; bir felsin bir dirhemin onda biri olarak değerlendirildiği bir zamanda bir kimsenin 100 fels borç almış olduğunu varsayalım. Aradan bir müddet geçtikten sonra felsin değer kaybettiğini ve bir dirhemin 20 fels ettiğini varsayalım. Bu durumda fakihlerin cumhuruna göre felslerdeki değer kaybına itibar edilmez; felsler ne kadar değer kaybına uğramış olursa olsun yine 100 fels ödenmesi gerekir. Ancak bu konuda Ebû Yusuf farklı görüştedir. Ebû Yusuf’a göre 100 fels borç alan bir kimse zaman içerisinde felsin değer kaybına uğrayacak olması hâlinde dirhem değeri üzerinden borcunu ödemelidir. Çünkü Ebû Yusuf’a göre felsler adeta dirhemler cinsinden bozuk para sayılırlar, onun tamamlayıcısıdırlar.[11]

Ebû Yusuf’a ait olan bu görüş, aynı zamanda Hanefi mezhebinde de tercih edilen görüştür. Ebû Yusuf’un bu görüşüne göre tedavülde kullanılmakta olan bir paranın değerinde artışın ya da azalışın yaşanacak olması hâlinde; bey’ akdinde sözleşme günü, borç akdinde ise paranın teslim alındığı gün dikkate alınır.[12]

Bu konudaki Mâlikilere ait üçüncü görüşe göre şayet paranın değerinde aşırı miktarda artış ve azalış olur ise değişimin yaşandığı zaman itibariyle değerinin ödenmesi gerekir. Aksi hâlde mislinin ödenmesi gerekir.[13]

Para ile ilgili olarak dört hâl ve fakihlerin görüşleri özetle bu şekildedir. Günümüzde ise Ebû Yusuf’un bu görüşünü esas alanlar, “enflasyon oranı”, “TEFE”, “TÜFE” ve “Fiyatlar Genel Seviyesi” gibi kavramları gerekçe göstermek suretiyle belli bir oranın üzerindeki farkların faiz sayılmayacağını ileri sürmektedirler. Bir başka ifadeyle kullanılmakta olan para birimi ile fiyatlar arasında bir irtibat kurmak suretiyle faizli işlemlere cevaz verme yoluna gidilmektedir.

Günümüzde bazı fakihler tarafından dayanak gösterilen Ebû Yusuf’un bu görüşünü iki yönden ele alıp incelemek istiyoruz. Zira mesele hakkındaki ihtilaf da buradan kaynaklanmaktadır.

Birincisi: Paranın değerinde meydana gelen değişim, fiyatlar genel seviyesiyle, TEFE, TÜFE oranlarıyla ya da bir başka şeyle irtibatlandırılabilir mi?

İkincisi: Ebû Yusuf’un görüşüne konu olan felsler ile günümüzde kullanılmakta olan “itibari para” aynı konumda mıdır? Yani felsler itibari paralar gibi bir başka para ile doğrudan irtibatı olmayan, müstakil para olma özelliğine sahip midir?

Birinci meseleye gelince; paranın değerinde yaşanan değişimlerin fiyatlarla irtibatlandırılması işlemi modern çağda ortaya çıkmıştır. Ebû Yusuf gibi fakihler tarafından dikkate alınan bir husus değildir. Zira altın ve gümüşün esas para olarak kabul edilip kullanıldığı ve bu fetvaların verildiği zamanlarda altın ve gümüş dışındaki paralarda meydana gelen değer artış ve düşüşler altına ve gümüşe göre tespit ediliyordu. Yani burada kullanılan temel ölçü fiyatlar genel seviyesi değil altın ve gümüş idi. Fakat günümüzde kullanılmakta olan kâğıt paralar hiçbir surette zamana ve şartlara göre değişmeyen ve zati bir değeri olan altın ve gümüş gibi değerli bir madenle irtibatlı değildirler. Bu paralar alım güçlerini parayı çıkartan otoriteden almaktadırlar. Dolayısıyla parada yaşanan değer artış ya da azalışları altın ve gümüş gibi zati değeri olan bir madenle irtibatına göre değil, mal ve hizmetlerde meydana gelen artış ve azalışlara göre belirlenmektedir. Piyasada mal ve hizmetlerin fiyatları yükseldiğinde paranın değeri düşmekte tersi durumda ise yükselmektedir. Yani İslâm'ın getirdiği ve fakihlerin de üzerinde icma ettikleri altın veya gümüşe irtibatına göre değerlendirmeye tabi olmamaktadır.[14]

Ebû Yusuf’un fetvasına dayanarak bu işlem şu şekilde gerçekleştirilmektedir: Örneğin; A ve B şahısları arasında bir borç işlemi gerçekleşmiş olsun. Bu paranın kabz edildiği tarih ile ödeme tarihindeki mal ve hizmet fiyatları arasında artış yönünde bir değişim varsa ve malın da piyasa fiyatı yükselmiş ise ödeme vakti geldiğinde borç miktarının bu artış oranı kadar artırılması istenmektedir. Bu görüşe sahip olanlara göre; alacaklı, bundan dolayı herhangi bir şekilde hak kaybına uğramamaktadır; zira parayı vermiş olduğu tarihteki malın değerini almış olmaktadır.

Ancak bu işlem, İslâmi açıdan caiz olmayan işlemlerdendir. Zira borçlanmaların misli (aynı miktar) ile ödenmesi gerektiği fakihlerin hiçbir şekilde hakkında ihtilaf etmedikleri hususlardan birisidir. Buna göre misli mal statüsünde bulunan paranın, fiyatlarla irtibatlandırılmak suretiyle kıyemî mala dönüşüp dönüşmeyeceğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Fakihlerin ıstılahında “misli” kavramı, herhangi bir şeyin tek tek kendisi veya parçalarının aralarında herhangi bir fark olmaksızın birbirinin yerine geçtiği, pazarda benzerlerinin bulunduğu mallardır. Genellikle bunlar ya tartıyla, ya ölçüyle veya uzunlukla veya sayıyla olur.[15] Mecelle’de ise şu şekilde tarif edilmektedir: “Çarşı ve pazarda mu’teddün bih yani bahanın (ve semenin) ihtilafını mûcip bir tefâvütsüz misli bulunan şeydir.”[16]

Buna göre miktarı tartılarak belirlenen meyveler, altın ve gümüş gibi maddeler, litre veya benzeri bir hacim ölçüsüyle belirlenen sıvı maddeler, pazarda sayıyla satılan yumurta gibi maddeler ile uzunluk ölçüsüne göre miktarları tespit edilen tüm maddeler “misli mallar” kapsamında yer alırlar.

“Kıyemi mal” ise yerini aynı cinsten bir diğeri alamayacak kadar farklı olan ve bundan dolayı da alışverişlerde ferden tayin edilmesi gereken eşya, mislî olmayan eşya anlamına gelmektedir.[17] Mecelle’nin tarifine göre; kıyemi mal, “çarşı ve pazarda misli bulunmayan yahut bulunsa da fiyatça mütefavit olan şeydir” şeklinde tarif edilmiştir.[18] Ölçü, tartı veya sayı ile satılmayan mallara “kıyemî mal” denir. Hayvan, halı ve gayrimenkuller böyledir. Bunların çarşı ve pazarda misli bulunmaz, bulunsa da fiyatça farklı olur.[19] Kıyemi mallar piyasada benzeri bulunmayan[20], aralarındaki birtakım farklılıklar nedeniyle birinin diğerinin yerine geçmediği[21] ev ve hayvanlar gibi mallardır.

Bu açıklamalara göre nakitler de misli mallar kapsamında yer alırlar. Ebû Hanife, İmam Şafii, bir görüşünde, Ahmed b. Hanbel ve ilk görüşünde İmam Mâlik'in dâhil olduğu İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre; paranın değerinin düşmesi veya yükselmesi, borçların ödenmesinde dikkate alınmaz. Bu hukukçulara göre; ölçü, tartı veya standart olup da sayı ile alınıp satılan şeyler (misliyât), zimmette borç olunca misilleriyle borçlanılmış olur. Borçlanma tarihi ile ödeme tarihi arasındaki değer değişiklikleri dikkate alınmaksızın, mislini ödemekle borç ortadan kalkar.[22]

Paranın kullanımda olup olmamasına ait bazı hâller dikkate alınarak belirtilen görüşlerin bir kısmına daha önce yer vermiştik. Ancak, misli mal konumunda bulunan altın ve gümüş tedavülden kalksa da kalkmasa da kıyemi bir mal hâline dönüşmeyeceği hususunda Hanefi fukahası arasında herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Çünkü altın ve gümüş dolaşımdan kalksa dahi yaratılışı itibariyle zati bir değere sahip olduğu için semen olma özelliğini yine devam ettirir. Dolayısıyla altın ve gümüş üzerinden yapılan bey’ ya da karz akdinde değer artış ve azalışlarına bağlı olarak hiçbir surette farklılık söz konusu edilemez. 

Misli olan paranın değerinde meydana gelen değişiklikler veya paranın tümüyle piyasadan kalkması hâllerine istinaden misli malın kıyemi mala dönüşeceği yönünde Hanefi fıkhında Ebû Yusuf’un görüşüne yer verilmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bazı hususlar söz konusudur. Bunlar:

Ebû Yusuf’un görüşüne konu olan değer artış ya da azalışları gümüşe bağlı olarak çalışan, bir nevi gümüşün küsuratları olarak işlem gören felsler hakkındadır; asıl para olan altın ve gümüş hakkında değildir. Hanefi fıkhında fetvanın “Ebû Yusuf’un görüşüne göre” olduğunu ifade eden İbni Abidin[23] başta olmak üzere Ebû Yusuf’un görüşünü nakleden tüm Hanefi fukahası, bu görüşün müstakil bir para niteliğine sahip olmayan felsler hakkında olduğunu belirtmektedirler. Ebû Yusuf, altın ve gümüş borçlarında enflasyon farkını kabul etmez. Başka bir ifadeyle; fels, mangır ve mağşuş paraların değerinin düşmesi veya yükselmesi altın veya gümüş paraya göre olmuştur. Çoğu zaman, altın ve gümüşe göre fazla değişiklik göstermeyen eşya fiyatları, halkın fels, mangır veya mağşuş paraya rağbet etmemesi yüzünden, sadece bu paralara göre değişiklik arz etmiştir. Ebû Yusuf, felsler üzerinden işlem yapılmış olsa dahi altını ve gümüşü esas almıştır.[24]

Zira Ebû Yusuf’un fetvasına konu olan felsler, altın ve gümüşe bağlı olarak işlem gören paralardır. Değerlenmesi altın ve gümüşten bağımsız değildir. Dolayısıyla Ebû Yusuf, felslerin dolaşımdan tümüyle kaldırılması ya da değerinde değişikliklerin yaşanması durumunda asıl para olan altının ve gümüşün esas alınmasının doğru olacağı görüşünden hareket etmiştir. Çünkü felsler, özellikle gümüş açısından küsuratlar gibidir, müstakil bir para değildir.

Nitekim fakihler felslerin para olarak yaratılmamış olmalarını birçok hükmün illeti olarak kabul etmişler ve bu çerçeveden olmak üzere felslerin selem akdine konu edinilemeyeceğini,[25] bire iki şeklinde mübadele edilebileceğini[26] ve şirket sermayesi olarak kullanılamayacağını[27] söylemektedirler. Şayet felsler nakit olması bakımından altın ve gümüş gibi olsaydı, bir fels karşılığında iki felsin satılması caiz olmazdı. Bir felsin iki fels karşılığında satılmasına cevaz verilmesi, bunların altın ve gümüş gibi müstakil para olarak değerlendirilmediklerini gösterir.

Günümüzde kullanılmakta olan itibari paraların tümü, altın ve gümüş gibi herhangi bir paraya bağlı olarak değerlendirilmezler. Bunlar gücünü tümüyle parayı çıkartan otoriteden alırlar. Dolayısıyla bunlar felslerin aksine müstakil para konumundadırlar. Nakit olma nitelikleri bakımından altın ve gümüşten hiçbir farkları yoktur. Misli mal konumunda olup karz ve bey’ akitlerinde misli ile muamele edilmeleri gerekir. Ayrıca bunlar tedavülden kalkmamıştır, insanlar tarafından hâlen daha kullanılmaya devam etmektedir. Buna bağlı olarak da bu paraların kullanıldığı ekonomilerde yaşanan enflasyonda değer kaybı dikkate alınamaz.

Netice olarak:

1-    Ebû Yusuf hiçbir surette faize cevaz vermemiştir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi iddia edemez. Üstelik TOKİ sözleşmelerinde yer alan ve tereddüde yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde yer alan “faiz” uygulaması, hangi gerekçe ile olursa olsun tecviz edilebilecek bir husus değildir. Allah’tan korkan hiçbir âlim de böyle bir şeye cevaz vermez, veremez.

2-    Diyanet Fetva Kurulu’nun açıklamalarında yer alan “zaruret ve ihtiyaç gerekçesi” konusunun İslâmi açıdan hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Zira İslâm fıkhına nelerin zaruret sayılacağı net olarak belirtilmiştir. Mecelle’de “zaruretler mahzurları mübah kılar”[28] maddesinde yer alan “zaruret” kelimesi “sebebiyle yasak olan bir şeyin icrasının caiz olduğu özür”[29] şeklinde açıklanmıştır. Zarurete binaen kendisine cevaz verilen şey, zaruret durumunu izale edecek miktarla sınırlandırılmış olup zaruret kabul edilen hususun tümünü kapsayacak nitelikte olmaması gerekir.[30] Burada bir zaruret hâlinden söz edilemez. Zaruret olabilmesi için vatandaşın başını sokabileceği bir konutun olmaması, dışarıda yaşıyor olması gerekir. Oysa kirada da olsa yaşayabileceği bir meskeni bulunan, kira masraflarını karşılayabilen bir kimse açısından böyle bir zaruret söz konusu değildir.”[31] Özetle; zaruret kavramından hareketle böyle bir şeye cevaz verilemez.

3-    Ayrıca konut sahibi olmanın bir “ihtiyaç” olarak değerlendirilerek faize cevaz verilmesinin de sağlıklı bir dayanağının olduğunu söylemek güçtür. Kendisinden gelen rivayete göre; Eban b. Enes, sahibi olduğu gümüş bir kabı ihtiyacı olduğu için değeri bundan daha düşük olan gümüş para karşılığında satmış ancak Ömer RadiyAllahu Anh onun bu satışını doğru bulmamış; gümüş parayı sahibine geri vermesini ve gümüş kabını geri alarak yeniden satılığa çıkarmasını söylemiştir. İşte bu rivayet ihtiyaç nedeniyle faizin helal olmayacağını göstermektedir.[32]

Yapmış olduğumuz araştırmalar sonucunda bizim vardığımız kanaat budur. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.



[1] Kitabu’l-Harâc

[2] İbn Âbidîn, Tenbîh’r-Rukûd Alâ Mesâili’n-Nukûd, 2/64

[3] Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi Fî Tertîbi’ş-Şerâi, 5/242

[4] Peşe, Ahmed Muhammed, Hanefi Hukuk Düşüncesinde Enflasyonunun Borca Etkisi, Kocatepe İslami İlimler Dergisi 4/2 (Aralık 2021) s334

[5] Ez-Zeyle”i, Fahru’d-Din, Tebyînü’l-Hakâik Şerhu Kenzu’d-Dekâik, 1. Baskı, H. 1333, Mabba el-Kübra el Emiriyye, Kahire, 4/144

[6] Serahsî, el-Mebsut, 14/48. Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi Fî Tertîbi’ş-Şerâi, 5/242

[8] Ali Haydar, Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Mecelleti’l-Ahkâm, Dâru’l-Cîl 1991, 1/117.

[10] Bedai, 7/242, İbni Nüceym Bahr, 7/219, İbni Âbidîn Tenbih 2/60, Mâlik Müdevvene 3/445, Remli Muhtâc 3/399. İbni Kudâme Muğni, 4/358,365

[11] Osmânî, Muhammed Takî, Buhûs, “Ahkâmu’l-Evrâkı’n-Nakdiyye”, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 2003, 188

[12] İbn Âbidin, Tenbihi’r-Rukud, 2/52

[13] Hammad, Nezih Kemal, “Teğayyurâtu’n-Nukûd  ve’l-Ahkâm el-Müte’allikati bihâ fi’l-Fıkhi’l-İslâmî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1408/1987,  2/1876

[16] Mecelle Ahkâmu’l-Adliyye, madde, 45

[17] DİB, KIYEMİ MADDESİ.

[18] Mecelle, madde 146.

[20] Kal’acî, Muhammed, Mu’cem Lugati’l-Fukaha, Dâru’n-Nefâis, 2. Bsk. 1988, S.374

[21] Hammad, Nezih, Mucem Mustalahat el-Maliyye, S 374.

[22] Döndüren, Hamdi, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yakşalımlar, İklim Yayınları, S46.

[23] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, 4/534.

[24] Döndüren, Hamdi, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yakşalımlar, İklim Yayınları, S40.

[25] Serahsî, el-Mebsût, 12/136.

[26] Serahsî, el-Mebsût, 14/25, 21/123; Fahreddîn Osmân b. Alî ez-Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik şerhu Kenzi’d-dekâik (Kâhire: el-Matbaatü’l-Kübrâ’l-Emîriyye, 1313), 4/90.

[27] İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, 6/170.

[28] Mecelle, Madde 21

[29]Dürerü’l-Hukkâm Fi Şerhi Mecelletü’l-Ahkam, 1/37

[30] A.g.e 1/38

[31] Soner Duman, https://isefam.sakarya.edu.tr/tokinin-sosyal-konut-projesi-hakkindaki-tartismalar-uzerine/

[32] Mebsut, 14/11


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz