İSTANBUL’UN FETHİ VE YENİ BİR ÇAĞA KAPISINI AÇAN AYASOFYA

Ahmet Sivren

Küre-i arzda, bazı simge yerler vardır ki tüm insanlık bu simge yerlerin bu özellikleri üzerinde adeta ittifak etmiştir. Bu durum dün de böyleydi bugün de böyle… Bu simge yerlerden belki de en öne çıkanı dünün Konstantinapolis’i bugünün İstanbul’udur; İstanbul içinde de dünün Ayasofya Kilisesi, bugünün Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’dir.

Konstantinapolis’in İslâm dünyası için önemli oluşunun başlıca sebebi ise şüphesiz efendimiz Muhammed Mustafa SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in onun fethini; fatihini ve fetih ordusunu övmüş olmasıdır:

[لَتُـفْتَحَنَّ  الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَـلَنِعْمَ  الْأَمِيرُ  أَمِيرُهَا،  وَ لَنِعْمَ الْجَيْشُ  ذَلِكَ  الْجَيْشُ] “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”[1]

Bu veçhile İslâm orduları ilk dönemlerden itibaren İstanbul’un fethine azmetmişler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu methine mazhar olabilmek için ardı ardına seferler düzenlemişlerdir. Ancak bilindiği üzere bu övgüye, Miladi 1453 yılında Osmanlı İslâm orduları komutanı Fatih Sultan Mehmed -Allah ondan razı olsun- mazhar olmuştur.

Bu fetihle birlikte dünya tarihine “karanlık Orta Çağ’ın kapandığı Yeni Çağ’ın açıldığı” notu düşülmüştür. Böylece İslâm orduları, izdüşümlerinin bugün bile canlılığını koruduğu bir süreci başlatmış oldular.

Dönemin devletlerarası siyasetinde de önemli bir başarıya imza atan Müslümanlar, zamanın “büyük” Doğu Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısını da böylece temizlemiş oluyorlardı.

“Kılıç Hakkı” Ayasofya

İslâmi fetihlerin akabinde süregelen bir uygulama olan “kılıç hakkı”, İstanbul’un fethinde de uygulamaya konulmuş ve böylece Konstantinapolis’in ve belki de döneminin en muhteşem yapılarından biri olan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in emri ile “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmiştir. Peki, tam olarak nedir kılıç hakkı? Tarihçi Murat Bardakçı, ilgili makalesinde kılıç hakkı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:

“‘Kılıç hakkı’nın, iki ayrı mânâsı vardır:

İlk mânâsı eski asırların ekonomik sistemi ile alâkalıdır. Devletin geçmiş asırlarda Anadolu’da yahut Rumeli’de hizmet karşılığı tahsis ettiği arazilerin, yani ‘timar’ın ilk üç veya altı bin akçesi bu ismi taşır.

… İslâm hukukunun bir kavramıdır, gayrımüslimlerin yaşadığı ve savaşılarak ele geçirilen topraklarda fetihten sonra hukukun izin verdiği bazı tasarruflardır ve bu tasarrufların başında, o beldenin en büyük ibadethanesinin camiye çevrilmesi gelir… İbadethanelerin adedi fazla olduğu takdirde en büyüğünün yanısıra birkaçı daha cami yapılabilir ama o belde savaş ile değil de karşı tarafın ‘aman istemesi’, yani teslim olması ile ve kılıç çekilmeden, yani kan dökülmeden alındı ise kılıç hakkı tatbik edilmez.”[2] Bizim konumuzla alakalı olan da bu, ikinci tanım.

Görüldüğü üzere kılıç hakkı, fatihin/fethedenin -âdet olduğu üzere- savaşarak fethettiği beldedeki en büyük ibadethaneyi camiye çevirmesi hakkıdır. Bu, İstanbul için tabii ki Ayasofya’dır.

Ayasofya’nın Önemi

Ayasofya, gerek inşa edildiği devrin ve gerekse de fethedildiği dönemin en önemli yapılarından birisi olarak öne çıkmıştır.

“Ayasofya” adındaki “Aya” sözcüğü “kutsal, azize” anlamına gelir. “Sofya” sözcüğü ise eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki “sophos” sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup Ortodoks mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.

Yapımına Bizans İmparatoru I. Konstantin tarafından başlanmış olsa da kaynaklarda II. Konstantin döneminde bitirildiği yazılıdır. Bu bitirilme, tarih olarak Miladi 360’a tekabül etmektedir. Miladi 404 yılında çıkan isyanda yakılan kilise ciddi manada tahrip olmuştur. İmparator II. Theodosios tarafından Miladi 415’de tamir edilen kilise 532’de Nika Ayaklanması sonucunda tamamen yıkılmıştır.

Böylece iki kez inşa edilip iki kez yıkılan Ayasofya yaklaşık bugünkü hatlarını kazandığı yapım sürecine İmparator Jüstinyen döneminde girmiştir. Miladi 532’de Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius adında iki mimar tarafından inşa edilmeye başlandı. 532-537 yılları arasında süren inşaatta 10 bin işçinin çalıştığı söylenir. Yine inşaatta farklı yerlerdeki tapınaklardan sütunlar getirtildiği ve böylece inşaatın nispeten daha kısa sürdüğü de ifade edilmektedir. Sütunların getirildiği bu tapınaklar arasında; Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan (Heliopolis), Lübnan’daki Baalbek Tapınağı yer almaktadır. Bunların dışında daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların altıncı yüzyıl imkânlarıyla nasıl taşındığı bilinmemektedir.

Ancak Ayasofya, bu tarihten sonra da ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır; yangınlar, saldırılar, talanlar ve depremler… Bunlar arasında en ağırı 1204’teki Latin istilasıdır belki de… Öyle ki kilisenin ibadethane dokunulmazlığı hiçe sayılmış, içindeki değerli eşyalar, kutsal hazineler çalınarak Avrupa’daki diğer kiliselere taşınmıştır. Elli küsur yıl süren bu istilanın ardından 1261’de Bizanslılar şehre yeniden hakim olduklarında Ayasofya’nın içler acısı durumunu da görmüş oldular. Ayasofya’yı her ne kadar yeniden ihya etmek isteseler de bu sefer 1344 yılındaki deprem buna engel oldu. Böylece 10 yıllık zorunlu bir kapatılma sürecine giren kilise ancak 1354 yılında halktan toplanan vergi ve yardımlarla açılabildi.

Ve Nihayet Fetih…

Ayasofya, yapıldığı günden İslâm ordularınca fethedildiği döneme kadar adeta gün yüzü görmemiş bir muhteşem yapıdır. Hatta öyle ki 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethinin gerçekleştiği tarihte de harap bir hâldeydi. Sultan Fatih, ilk iş olarak kilisenin temizlenmesini ve buranın camiye çevrilmesini emretti. İlk cuma namazını da burada bizzat kendisi kıldırdı.

Sultan Mehmed kendisine ganimet payı olarak sadece Ayasofya’yı almıştır. Daha sonra burayı Müslümanların kullanımına vakfeden Sultan II. Mehmet, bu vafkiyenin masraflarını da kendi özel gelirinden karşılamaktaydı.

Fetihle birlikte Ayasofya daha önce istilalarda karşılaştığı gibi bir muameleye hiç maruz kalmadı. Zira İslâm’a göre ibadethanelerin dokunulmazlığı vardır. Kılıç hakkı olması hasebiyle Ayasofya -ki bugün gördüğümüz gibi ismi bile aynı kalmıştır- kilise olmaktan çıkarılmış, içinde Allah’ın adının bolca anıldığı, şirk unsurlarından arındırılarak kelime-i tevhidin hakim kılındığı bir camiye çevrilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya’ya özel bir önem verdiği muhakkak. Onu vakıf malı hâline getirmesi, kendi şahsi malvarlığından birçok mal bağşlaması, bir mihrap, minare ve medrese yaptırması ve daha fazlası hep bu özel ilginin bir tezahürüdür.

Fatih’ten sonraki Osmanlı sultanları da gerekli hassasiyeti göstermiş ve sürekli birtakım eklenti, tadilat ve bakımlarla -tabiri caizse- Ayasofya’ya imzalarını atmışlardır.

Bugün dört minaresi olan Ayasofya’nın ilk minaresini Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığını söylemiştik, bir diğer minare Sultan II. Bayezid tarafından son iki minare de Sultan II. Selim tarafından ilave edildi. Sultan II. Selim zamanında ilave edilen minarelerin Mimar Sinan tarafından yapıldığı bilinmektedir. Yine Mimar Sinan, Sultan II. Selim’in emriyle Ayasofya Camisi’ni tamir de etmiştir. Caminin etrafındaki gereksiz yapılar yıktırılarak Ayasofya’ya rahat bir nefes aldırıldı. Yine cami kubbesini taşıyan yan duvarlar birtakım destek unsurları kullanılmak suretiyle kuvvetlendirildi ki böylece yıllara meydan okurcasına Ayasofya ayakta kalabilsin.

Ayrıca Sultan I. Mahmud da Ayasofya’ya bir şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkâr mahfili ile mihrap inşa ettirdi. Bu eklenti ve yapılarla külliye hâlini alan Ayasofya, İslâm ümmetinin, Osmanlı sultanlarının kendisine verdiği değeri birebir hissetmiş ve belki de böylesi bir muamaleyi hiçbir dönemde de görmemiştir.

Dünyanın en eski ibadethanelerinden biri olan Ayasofya’nın yapıldığı tarih göz önüne alındığında yaklaşık bu sürenin 15 asra tekabül ettiği görülür. Bu, bir ibadethane için çok uzun bir süredir. 481 sene de cami olarak hizmet veren Ayasofya maalesef Fatih’in vakfiyesine ihanet eden birtakım zevat tarafından müzeye çevrilmek suretiyle boynu bükük bırakılmıştır. Hâlbuki atamız Fatih’in bedduası çok açık ve nettir fakat tabii ki bu tehdit ve lanetleme, Allah’tan korkanı -ya da en azından- kuldan utananı tedirgin eder.

Sultan Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi

“Eğer bu hayır müesseseleri yıkılacak olursa ikinci defa, üçüncü defa ila ahir yeniden inşa oluna… Bütün bu şerh ve tayin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı hâliyle vakıf olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları dışında bir başka hâle çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez; vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allâh'ın diğer haramları gibi haramdır.

Kim ki bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse; vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeriata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse, kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allâh'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun! Ebeddiyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın! Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun! Hiç şüphe yok ki Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.”[3]-[4]

Ayasofya Fethin, İstanbul Hilâfet’in Sembolüdür!

Bugün Ayasofya’nın bahçesinde birçok Osmanlı sultanı medfundur: Sultan II. Selim, Sultan III. Murad, Sultan III. Mehmed, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim ile bazı hanedan mensupları… Sultanların ebedi istirahatgâh olarak Ayasofya’yı tercih etmeleri bile Konstantinapolis’in İslâmbol’a dönüşümünün mührünün, İslâm fethinin sembolünün gölgesindeki huzura kendilerini bırakmak istemelerinin bir tezahürüdür belki de… Çünkü İslâm, zamanın küfür merkezini İslâm’ın bol olduğu bir İstanbul’a; şirk ve küfür simgeleriyle Allah’a ortak koşulan bir mekânı da kelime-i tevhidin sembolü bir büyük camiye dönüştürmüştür.

Böylece İstanbul ve Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi tüm dünya Müslümanları nezdinde büyük bir hasretle ve özlemle, umutların ve bakışların kendisine çevrildiği bir merkez olmuştur. Ayasofya’da yeniden namaz kılmaya başlayan Müslümanların sevinçlerine diyecek yokken, yüzlerce yıl Hilâfet’in merkezliğini yapmış kutlu şehrin bugün hâlâ Hilâfetsizlikten mustarip oluşu Hilâfet tartışmalarının yeniden başladığı şu günlerde daha bir manidardır.




[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned; Buharî, et-Tarihu’l-Kebiret-Tarihu’s-Sağîr; el-Bezzâr, el-Müsned; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir; Hakim, Müstedrek; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid.

[2] “Kılıç Hakkı”, Murat Bardakçı, HaberTürk, 17.09.2018

[3] Fatih Sultan Mehmed, 1 Haziran 1453

[4] İslâmi İlimler Araştırma Vakfı internet sitesi

Kaynakça:

tr.wikipedia.org, Ayasofya maddesi

İslâmveihsan.com, Ayasofya Tarihi


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz