Küre-i arzda, bazı simge
yerler vardır ki tüm insanlık bu simge yerlerin bu özellikleri üzerinde adeta ittifak
etmiştir. Bu durum dün de böyleydi bugün de böyle… Bu simge yerlerden belki de en
öne çıkanı dünün Konstantinapolis’i bugünün İstanbul’udur; İstanbul içinde de dünün
Ayasofya Kilisesi, bugünün Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’dir.
Konstantinapolis’in
İslâm dünyası için önemli oluşunun başlıca sebebi ise şüphesiz efendimiz Muhammed
Mustafa SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in onun fethini; fatihini ve fetih ordusunu
övmüş olmasıdır:
[لَتُـفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَـلَنِعْمَ الْأَمِيرُ
أَمِيرُهَا، وَ لَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ
الْجَيْشُ] “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne
güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”[1]
Bu veçhile İslâm orduları
ilk dönemlerden itibaren İstanbul’un fethine azmetmişler, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in bu methine mazhar olabilmek için ardı ardına seferler düzenlemişlerdir.
Ancak bilindiği üzere bu övgüye, Miladi 1453 yılında Osmanlı İslâm orduları komutanı
Fatih Sultan Mehmed -Allah ondan razı olsun- mazhar olmuştur.
Bu fetihle birlikte
dünya tarihine “karanlık Orta Çağ’ın kapandığı Yeni Çağ’ın açıldığı” notu düşülmüştür.
Böylece İslâm orduları, izdüşümlerinin bugün bile canlılığını koruduğu bir süreci
başlatmış oldular.
Dönemin devletlerarası
siyasetinde de önemli bir başarıya imza atan Müslümanlar, zamanın “büyük” Doğu Roma
İmparatorluğu’nun son kalıntısını da böylece temizlemiş oluyorlardı.
“Kılıç Hakkı” Ayasofya
İslâmi fetihlerin akabinde
süregelen bir uygulama olan “kılıç hakkı”, İstanbul’un fethinde de uygulamaya konulmuş
ve böylece Konstantinapolis’in ve belki de döneminin en muhteşem yapılarından biri
olan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in emri ile “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmiştir.
Peki, tam olarak nedir kılıç hakkı? Tarihçi Murat Bardakçı, ilgili makalesinde kılıç
hakkı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
“‘Kılıç hakkı’nın, iki
ayrı mânâsı vardır:
İlk mânâsı eski asırların
ekonomik sistemi ile alâkalıdır. Devletin geçmiş asırlarda Anadolu’da yahut Rumeli’de
hizmet karşılığı tahsis ettiği arazilerin, yani ‘timar’ın ilk üç veya altı bin akçesi
bu ismi taşır.
… İslâm hukukunun bir
kavramıdır, gayrımüslimlerin yaşadığı ve savaşılarak ele geçirilen topraklarda fetihten
sonra hukukun izin verdiği bazı tasarruflardır ve bu tasarrufların başında, o beldenin
en büyük ibadethanesinin camiye çevrilmesi gelir… İbadethanelerin adedi fazla olduğu
takdirde en büyüğünün yanısıra birkaçı daha cami yapılabilir ama o belde savaş ile
değil de karşı tarafın ‘aman istemesi’, yani teslim olması ile ve kılıç çekilmeden,
yani kan dökülmeden alındı ise kılıç hakkı tatbik edilmez.”[2] Bizim konumuzla alakalı
olan da bu, ikinci tanım.
Görüldüğü üzere kılıç
hakkı, fatihin/fethedenin -âdet olduğu üzere- savaşarak fethettiği beldedeki en
büyük ibadethaneyi camiye çevirmesi hakkıdır. Bu, İstanbul için tabii ki Ayasofya’dır.
Ayasofya’nın Önemi
Ayasofya, gerek inşa
edildiği devrin ve gerekse de fethedildiği dönemin en önemli yapılarından birisi
olarak öne çıkmıştır.
“Ayasofya” adındaki “Aya”
sözcüğü “kutsal, azize” anlamına gelir. “Sofya” sözcüğü ise eski Yunancada
“bilgelik” anlamındaki “sophos” sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “aya
sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekte
olup Ortodoks mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.
Yapımına Bizans İmparatoru
I. Konstantin tarafından başlanmış olsa da kaynaklarda II. Konstantin döneminde
bitirildiği yazılıdır. Bu bitirilme, tarih olarak Miladi 360’a tekabül etmektedir.
Miladi 404 yılında çıkan isyanda yakılan kilise ciddi manada tahrip olmuştur. İmparator
II. Theodosios tarafından Miladi 415’de tamir edilen kilise 532’de Nika Ayaklanması
sonucunda tamamen yıkılmıştır.
Böylece iki kez inşa
edilip iki kez yıkılan Ayasofya yaklaşık bugünkü hatlarını kazandığı yapım sürecine
İmparator Jüstinyen döneminde girmiştir. Miladi 532’de Miletli İsidoros ve Trallesli
Anthemius adında iki mimar tarafından inşa edilmeye başlandı. 532-537 yılları arasında
süren inşaatta 10 bin işçinin çalıştığı söylenir. Yine inşaatta farklı yerlerdeki
tapınaklardan sütunlar getirtildiği ve böylece inşaatın nispeten daha kısa sürdüğü
de ifade edilmektedir. Sütunların getirildiği bu tapınaklar arasında; Efes’teki
Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan (Heliopolis),
Lübnan’daki Baalbek Tapınağı yer almaktadır. Bunların dışında daha birçok
tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların altıncı yüzyıl imkânlarıyla
nasıl taşındığı bilinmemektedir.
Ancak Ayasofya, bu tarihten
sonra da ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır; yangınlar, saldırılar, talanlar
ve depremler… Bunlar arasında en ağırı 1204’teki Latin istilasıdır belki de… Öyle
ki kilisenin ibadethane dokunulmazlığı hiçe sayılmış, içindeki değerli eşyalar,
kutsal hazineler çalınarak Avrupa’daki diğer kiliselere taşınmıştır. Elli küsur
yıl süren bu istilanın ardından 1261’de Bizanslılar şehre yeniden hakim olduklarında
Ayasofya’nın içler acısı durumunu da görmüş oldular. Ayasofya’yı her ne kadar yeniden
ihya etmek isteseler de bu sefer 1344 yılındaki deprem buna engel oldu. Böylece
10 yıllık zorunlu bir kapatılma sürecine giren kilise ancak 1354 yılında halktan
toplanan vergi ve yardımlarla açılabildi.
Ve Nihayet Fetih…
Ayasofya, yapıldığı
günden İslâm ordularınca fethedildiği döneme kadar adeta gün yüzü görmemiş bir muhteşem
yapıdır. Hatta öyle ki 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethinin gerçekleştiği
tarihte de harap bir hâldeydi. Sultan Fatih, ilk iş olarak kilisenin temizlenmesini
ve buranın camiye çevrilmesini emretti. İlk cuma namazını da burada bizzat kendisi
kıldırdı.
Sultan Mehmed kendisine
ganimet payı olarak sadece Ayasofya’yı almıştır. Daha sonra burayı Müslümanların
kullanımına vakfeden Sultan II. Mehmet, bu vafkiyenin masraflarını da kendi özel
gelirinden karşılamaktaydı.
Fetihle birlikte Ayasofya
daha önce istilalarda karşılaştığı gibi bir muameleye hiç maruz kalmadı. Zira İslâm’a
göre ibadethanelerin dokunulmazlığı vardır. Kılıç hakkı olması hasebiyle Ayasofya
-ki bugün gördüğümüz gibi ismi bile aynı kalmıştır- kilise olmaktan çıkarılmış,
içinde Allah’ın adının bolca anıldığı, şirk unsurlarından arındırılarak kelime-i
tevhidin hakim kılındığı bir camiye çevrilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed’in
Ayasofya’ya özel bir önem verdiği muhakkak. Onu vakıf malı hâline getirmesi, kendi
şahsi malvarlığından birçok mal bağşlaması, bir mihrap, minare ve medrese yaptırması
ve daha fazlası hep bu özel ilginin bir tezahürüdür.
Fatih’ten sonraki Osmanlı
sultanları da gerekli hassasiyeti göstermiş ve sürekli birtakım eklenti, tadilat
ve bakımlarla -tabiri caizse- Ayasofya’ya imzalarını atmışlardır.
Bugün dört minaresi
olan Ayasofya’nın ilk minaresini Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığını söylemiştik,
bir diğer minare Sultan II. Bayezid tarafından son iki minare de Sultan II. Selim
tarafından ilave edildi. Sultan II. Selim zamanında ilave edilen minarelerin Mimar
Sinan tarafından yapıldığı bilinmektedir. Yine Mimar Sinan, Sultan II. Selim’in
emriyle Ayasofya Camisi’ni tamir de etmiştir. Caminin etrafındaki gereksiz yapılar
yıktırılarak Ayasofya’ya rahat bir nefes aldırıldı. Yine cami kubbesini taşıyan
yan duvarlar birtakım destek unsurları kullanılmak suretiyle kuvvetlendirildi ki
böylece yıllara meydan okurcasına Ayasofya ayakta kalabilsin.
Ayrıca Sultan I. Mahmud
da Ayasofya’ya bir şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir
hünkâr mahfili ile mihrap inşa ettirdi. Bu eklenti ve yapılarla külliye hâlini alan
Ayasofya, İslâm ümmetinin, Osmanlı sultanlarının kendisine verdiği değeri birebir
hissetmiş ve belki de böylesi bir muamaleyi hiçbir dönemde de görmemiştir.
Dünyanın en eski ibadethanelerinden
biri olan Ayasofya’nın yapıldığı tarih göz önüne alındığında yaklaşık bu sürenin
15 asra tekabül ettiği görülür. Bu, bir ibadethane için çok uzun bir süredir. 481
sene de cami olarak hizmet veren Ayasofya maalesef Fatih’in vakfiyesine ihanet eden
birtakım zevat tarafından müzeye çevrilmek suretiyle boynu bükük bırakılmıştır.
Hâlbuki atamız Fatih’in bedduası çok açık ve nettir fakat tabii ki bu tehdit ve
lanetleme, Allah’tan korkanı -ya da en azından- kuldan utananı tedirgin eder.
Sultan Fatih’in Ayasofya
Vakfiyesi
“Eğer bu hayır müesseseleri
yıkılacak olursa ikinci defa, üçüncü defa ila ahir yeniden inşa oluna… Bütün bu
şerh ve tayin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı hâliyle
vakıf olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları
dışında bir başka hâle çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez;
vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allâh'ın diğer haramları gibi haramdır.
Kim ki bozuk teviller,
hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından
birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili
ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve
gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse; vakfın temel hayır müesseselerinden
birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek ve vakfın bölümlerinden birine itiraz
etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur
yahut yol gösterirse; veya şer-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm
eylerse, mesela şeriata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa
veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse,
kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz
olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar
yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı
gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allâh'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti üzerlerine olsun! Ebeddiyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla
hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın! Kim bunları duyup gördükten
sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun! Hiç şüphe
yok ki Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.”[3]-[4]
Ayasofya Fethin, İstanbul
Hilâfet’in Sembolüdür!
Bugün Ayasofya’nın bahçesinde
birçok Osmanlı sultanı medfundur: Sultan II. Selim, Sultan III. Murad, Sultan III.
Mehmed, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim ile bazı hanedan mensupları… Sultanların
ebedi istirahatgâh olarak Ayasofya’yı tercih etmeleri bile Konstantinapolis’in İslâmbol’a
dönüşümünün mührünün, İslâm fethinin sembolünün gölgesindeki huzura kendilerini
bırakmak istemelerinin bir tezahürüdür belki de… Çünkü İslâm, zamanın küfür merkezini
İslâm’ın bol olduğu bir İstanbul’a; şirk ve küfür simgeleriyle Allah’a ortak koşulan
bir mekânı da kelime-i tevhidin sembolü bir büyük camiye dönüştürmüştür.
Böylece İstanbul ve
Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi tüm dünya Müslümanları nezdinde büyük bir hasretle
ve özlemle, umutların ve bakışların kendisine çevrildiği bir merkez olmuştur. Ayasofya’da
yeniden namaz kılmaya başlayan Müslümanların sevinçlerine diyecek yokken, yüzlerce
yıl Hilâfet’in merkezliğini yapmış kutlu şehrin bugün hâlâ Hilâfetsizlikten mustarip
oluşu Hilâfet tartışmalarının yeniden başladığı şu günlerde daha bir manidardır.
[1]
Ahmed b. Hanbel, Müsned; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir; et-Tarihu’s-Sağîr;
el-Bezzâr, el-Müsned; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir;
Hakim, Müstedrek; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid.
[2]
“Kılıç Hakkı”, Murat Bardakçı, HaberTürk, 17.09.2018
[3]
Fatih Sultan Mehmed, 1 Haziran 1453
[4]
İslâmi İlimler Araştırma Vakfı internet sitesi
Kaynakça:
tr.wikipedia.org,
Ayasofya maddesi
İslâmveihsan.com,
Ayasofya Tarihi


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış