İslâm ümmeti tek
bir ümmettir. Pratikte ise 50'den fazla ulus devlete bolünmüş, her devletin
kendi anayasası mevcuttur. İslâmi beldelerin çoğunda İslâm hukukunun öneminden
bahsedilse de İslâmi hükümlerin tatbiki hususunda aralarında neredeyse hiçbir
farklılık bulunmamakta, bu beldelerde beşer aklından çıkan hukuk tatbik
edilmektedir. Mevcut bütün devletlerin mekanizması yasama, yürütme ve yargının
ayrılması üzerine kuruludur. Bu üç kurumun ürettiği, uyguladığı ve koruduğu
kanunlar devlette yaşayan vatandaşların hayatlarının temelini oluşturmaktadır.
Bu kurumların üyelerinin rolü ise insanların günlük hayatlarında
karşılaştıkları sorunları çözmek üzere yasalar oluşturmak, uygulamak ve bunları
korumaktır. Ne var ki bu kurumların
bizzat kendileri sorunun birer parçası olmaktadır. İşte günümüzde İslâm
dünyasında şahit olduğumuz vakıa budur.
Bilhassa kadınların
hayatları çözüme kavuşturulamayan bir yığın sorunla doludur. Zorla evlendirilmekten
tutun da aile içi şiddet gibi sorunlarla muhatap olan Müslüman kadın, çoğu
zaman kendisi için bir zulüm yuvası hâline gelmiş evliliği devam ettirmek
durumunda kalmaktadır. Ülkemizde yasalar, laik bakış açısıyla hazırlandığından,
gayri İslâmi olmalarının yanında ailede şiddete sebebiyet veren sorunlara
odaklanmaktan uzak, daha ziyade aile kurumunu dağıtan suni, yüzeysel çözümler içermektedir.
Evliliğin
sonlandırılmasını talep etmek kadın için son derece zorlu bir sürece yol açabilmektedir.
Boşanmayı başaran kadınlar ise günümüz Türkiye’sinde bir örf gibi algılanan
ancak hakikatte şer’î bir hak olan mihirlerini veya sair şahsi mülklerini
almakta zorluklar yaşayabilmektedir. Çocuklarının velayeti ya da nafaka
sorunları ise ailenin tüm fertleri için ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kadının yaşadığı bu
toplumsal sorunları kimi insan hakları kuruluşları dinî ve kültürel değerlere
bağlasa da gerçekler öyle değildir. Nitekim Kamu Denetçiliği Kurumu Kamu
Başdenetçisi Şeref Malkoç başkanlığında yapılan ve ilgili kamu kurumları
yetkilileri, alanda çalışan meslek odaları ve sivil toplum kuruluşu
temsilcileri ve akademisyenlerin de katıldığı, “Çocuk Tesliminde Hak
İhlallerinin Önlenmesi” konulu çalıştayda bir konuşma yapan Şeref Malkoç, Türk
aile yapısının yüzyıllara dayanan ve toplumun temel taşı olan bir yapı olduğuna
dikkat çekerek "Son yıllarda aile yapısının sarsıldığını görmekteyiz.
Aile yapısıyla ilgili gerekli sosyal, hukuki tedbirler alınmazsa önümüzdeki
yıllarda bunun çok daha büyük felaketlere yol açacağını görmekteyiz." dedi.
Malkoç bu sözleriyle insan hakları kuruluşlarının iddia ettiğinin aksine asıl
sorunun dinî ve kültürel değerler olmadığını dolaylı yollarla dile getirmiş
oldu.
Evlilik sorunlarını
aile büyükleri aracılığı ile çözmeye güç yetiremeyen kadınlar devletin hukuk
sistemine başvurmakta fakat İslâm beldelerindeki laik yasaların hükmettiği
hukuk sistemi, kadınların sorunlarının kolayca çözülmesini garanti
edememektedir. Hatta son yıllarda Türkiye’de “kadın haklarını korumak(!)” saikiyle
yapılan kimi yasalar bile sorunların artmasından başka bir işe yaramamıştır.
Çünkü kadın hakları adı altında uygulamaya konulan birçok husus hakikatte aile
kurumuna çok daha fazla zarar vermektedir.
Hukuk sisteminin
dayandığı laik esaslardan kaynaklı sorunların yanında; adliyelerdeki altyapı
eksikliği, hâkim ve savcıların niteliği/keyfiyeti, mahkeme heyet ve personel
sayısındaki yetersizlik, kalem çalışanlarının eğitim ve nitelik durumu,
personel maaşlarının azlığı gibi hususların tetiklediği uzun yargılama süreleri
de yargılamaların adalet ilkesine uygun yapılamamasının başlıca gerekçeleri
olarak ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla İslâm
beldelerindeki adalet sisteminin hem ağır işlemesi hem verimsiz hem de pahalı
olması, hukuki yollardan faydalanmak isteyen -özellikle kadın- mağdurları maalesef
bu haktan mahrum etmektedir. Hâlbuki adalette sürat, devletin temel
sorumluluklarındandır; unutmamak gerekir ki geciken adalet, adalet değildir!
Kadına Şiddet
Türkiye’de kadına
şiddet ile ilgili yasal düzenlemelerde ya ifrata ya da tefrite kaçılıyor. Bir
dönem; şiddete maruz kalan birçok kadın, cezaların caydırıcı olmaması nedeniyle
çoğu zaman şikâyette dahi bulunmuyor ya da şikâyette bulunduktan bir müddet
sonra adli mercilere gidip şikâyetini geri çekiyordu. Çünkü şikâyetçi olunsa
bile fail çoğu zaman adli para cezası alıyor ya da verilen cezanın az
olmasından dolayı cezası erteleniyordu. Bu durumda da mağdurlar ikinci bir defa
daha şiddete maruz kalmamak için genelde şikâyette bulunmuyor ya da
şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalıyorlardı.
Şimdilerde ise
kadına şiddetin boyutları genişletilerek fiziksel şiddetin yanına ekonomik,
cinsel ve duygusal şiddet gibi unsurlar eklenmek suretiyle durum daha içinden
çıkılmaz bir hâle; kadını korurken erkeği mağdur eder hâle getirilmiştir.
Önceki süreçte kadınları koruyamayan, bugünkü süreçte de erkeklere zulmeden
yasalar sebebiyle kadınlar, kendilerine iyice kinlenmiş erkeklerin kimi zaman
öldürmeye varan saldırısına maruz kalmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan
bugüne sürekli gündeme gelen kadına şiddet konusundaki şu rakamlar yaşanan
trajediyi gözler önüne sermeye yeterlidir:
Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığının verilerine göre; 2002 - 2015 yılları arasında
5406 kadın cinayete kurban gitmiş, güncel rakam çok daha da fazla.
Türkiye'de yaşayan
her 2 kadından 1'i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor.
Bu rakamların,
kadınlara haklarını en fazla iade ettiğini iddia eden AK Parti hükümetleri
dönemlerine ait rakamlar olması da ayrıca dikkat çekicidir.
Hal böyle olunca
bilhassa kadınların toplumda güven içinde hareket edip etmedikleri konusu da
hatırlara gelen bir diğer mesele. Çünkü özellikle kadına ya da toplumun diğer
fertlerine yönelik olası şiddet, haliyle toplumda güvensizliği de
tetikleyecektir.
TÜİK tarafından
cinsiyete göre bireylerin yaşadığı çevrede gece yalnız yürürken kendini güvende
hissetme durumu üzerine 2017 yılında gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına
göre; kendini çok güvende hisseden kadınların oranı %2,8 iken, erkeklerde bu
oran %8,6. Kendini güvensiz hisseden kadın ve erkek oranında ise büyük bir fark
söz konusu; kadınların neredeyse %30'u sokakta yalnız yürürken güvensiz
hissettiğini belirtirken, bu oran erkeklerde %14 civarında seyrediyor. Çok
güvensiz hissetme oranı ise kadınlarda %9,6 iken, erkeklerde %2,5.
Hâlbuki güvenlik ve
emniyet de adalet gibi devletin tebaasına sağlaması gereken esasi
unsurlardandır. Aksi halde toplumda suç yayılır, suçlu sayısı artar; buna
paralel olarak güvensizlik daha da artar. Aynı şekilde suçun artması, yargıda
dosyaların yığılmasına, adalet mekanizmasının da yavaşlamasına sebep olacaktır.
Aşağıdaki rakamlar da bunun en bariz göstergelerinden.
“Adalet Bakanlığı’na
bağlı olan Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan
Türkiye’nin suç atlası 2017 verilerine göre; Türkiye genelinde toplam 7 milyon
857 bin kişiye ‘şüpheli’ sıfatı ile işlem yapıldı. Türkiye’de görev yapan savcı
başına bin 963 dosya düşerken bu rakam hâkimlerde 929’a düştü. 2017 yılında
açılan bir davanın dosyası ise yaklaşık 417’de günde tamamlandı.
Soruşturma
evraklarının görülme hızında ise yıllara göre bir yavaşlama görülüyor. 2010
yılında bir dosya yaklaşık 311 günde sonuçlanırken yıllar içinde görüşme süresi
yavaşladı. 2017 yılına gelindiğinde ise 417’ye çıktı. Bir başka ifadeyle son bu
süre içinde soruşturma görüşme hızı 100 gün arttı.
Yine 2010-2017 yılları
arası rakamlara bakıldığında Türkiye’de 2010 yılında yaklaşık 5 milyon 316
şüpheli hakkında soruşturma açıldı. 7 yıl içinde bu rakam her geçen gün arttı.
2017 yılına gelindiğinde ise yaklaşık 2.5 milyon artarak 7 milyon 857 bine
ulaştı. Ancak 2017 yılında Cumhuriyet tarihinde bir ilk de yaşandı ve şüpheli
kadın sayısı 1 milyonu geçti.”[1]
Batı’da, laik yaşam
tarzının benimsenmesi ile evlilik ve aile çok da önemli olmayan bir yapı halini
almıştır. Fakat doğuya özellikle İslâm coğrafyasına bakıldığında aile kurumu,
kendisine önem verilen bir yapı olarak barizleşmektedir. Öyle ki Müslümanlar
nezdinde aile, “korunması gereken bir kale” mesabesindedir. Fakat Batılı
mefhumların hâkimiyeti altında coğrafyamızda da aile kurumunun dejenere
edildiği ve onun dokunulmazlığına halel getirilmeye çalışıldığı da inkâr
edilemez bir gerçektir.
Dolayısıyla laik
Batı’nın ifsat edici nizamlarından müteşekkil yargı da aile mefhumunu korumakta
yetersiz kalmış hatta ailenin dağılmasını hızlandıran bir mekanizma halini
almıştır. “Kadını korumak”, “pozitif ayrımcılık”, “cinsiyet eşitliği” gibi
söylem ve mefhumların bayraklaştırıldığı bir süreçte siyasi erk tarafından nice
fasit fikir ve mefhum kanunlaştırılmış, böylelikle aile kurumunun dolayısıyla
toplumun temeline dinamit konulmuştur.
EŞİTLİK İLKESİ VE
POZİTİF AYRIMCILIK
Eşitlik ilkesi 1982
Anayasasının 10. maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Madde 10
(Ek fıkra:
07/05/2004 - 5170 S.K./1.mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.
Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.”
Yeni Anayasada da
kapsamı genişletilen pozitif ayrımcılık “eşitlik” başlıklı 9.
maddede şu şekilde ifade edilmiştir:
“Eşitlik
Madde 9 (3)
Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunmayı
gerektiren kimseler için alınan tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak
yorumlanamaz.
Madde gerekçesi:
Üçüncü fıkrada
sayılan toplumun korunmaya muhtaç kesimleri için devletin özel tedbirler alması
olarak ifade edilen pozitif ayrımcılık, kanun önünde eşitliği sağlamaya yönelik
politikaların bir gereği olarak görülmektedir. 1982 Anayasasının eşitlik
ilkesini düzenleyen 10 uncu maddesi 2004 yılında değiştirilerek maddeye
kadınlar açısından pozitif ayrımcılığa imkân tanıyan bir ifade eklenmiştir. Bu
değişiklik, Türk pozitif hukuku açısından önemli olmakla birlikte, yeterli
değildir.
İnsan hakları
alanındaki gelişmeler incelendiğinde eşitlik ilkesini güçlendirmek amacıyla
sadece kadınlar lehine değil, aynı zamanda toplumun özel korunmasını gerektiren
başka kesimler için de pozitif ayrımcılık kuralının benimsendiği görülecektir.
Bu yüzden maddenin üçüncü fıkrasındaki hüküm, eşitlik ilkesinin pozitif
ayrımcılık kuralıyla değişmekte olan içeriğine ve bu yöndeki çağdaş gelişmeye
uyum sağlayacaktır.
Öte yandan, Avrupa
Birliği Temel Haklar Şartının 23 üncü maddesine göre, “Eşitlik ilkesi, eksik
temsil edilen cinsiyet lehine olan tedbirlerin muhafazasını veya kabul
edilmesini engellemez.” Benzer hükümler, yaşlılar, çocuklar ve engelliler gibi
özel surette korunmayı gerektiren toplum kesimleri için de söz konusudur. Bu
sebeple, Anayasanın ‘Eşitlik’ maddesinde yer alan bu hüküm, Avrupa Birliği
hukukuyla uyumun sağlanması bakımından önemlidir.”
AK Parti
hükümetlerince önemle ve öncelikle üstünde durulan “eşitlik” ve kadına “pozitif
ayrımcılık” ilkelerinin hayata geçirilmesi noktasında TBMM Kadın Erkek Fırsat
Eşitliği Komisyonu Üyesi ve AK Parti Afyonkarahisar Milletvekili Hatice Dudu
Özkal’ın sözleri dikkat çekicidir. Özkal, “AK Parti olarak eşitliğin ötesine
geçen, kadına pozitif ayrımcılık tanıyan uygulamaları pratikte hayata geçirdik,
geçirmeye de devam edeceğiz.” diyerek “iyi bir şey” yaptığı vehmine
kapılmıştır.
Özkal ayrıca, “Kadınlara
Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin (CEDAW), AK Parti
hükümeti göreve gelene kadar yürürlüğe konulmadığını söyledi.
Sözleşme kapsamında
kurulan komitelerin çalışmalarını çok önemsediklerini belirten Özkal, "AK
Parti iktidar olduktan hemen sonra 2003 yılında bu önemli anlaşmayı yürürlüğe
koyarak CEDAW'ın, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik
ayrımcılığı önlemek için denetleme yapması sağlanmıştır." diye konuştu.
Kadınların sosyal,
ekonomik, siyasal ve toplumsal alanda konumlarının iyileştirilmesinin AK
Parti'nin temel hedeflerinden olduğunu dile getiren Özkal, kadına pozitif ayrımcılık
tanıyan uygulamaları bir bir yasalaştırdıklarını, bu bağlamda; “Kadınlar ve
erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla
yükümlüdür” maddesinin, 2004 yılında AK Parti döneminde Anayasa'ya eklendiğini
daha sonra da yine AK Parti tarafından “2010 yılında bir başka devrim
niteliğindeki kararla, 'Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı
olarak yorumlanamaz' hükmünün eklenmesini sağladığını söyledi. “Dinî inançları
yüzünden ayrımcılığa uğrayan, eğitim özgürlüğü kısıtlanan kadınlarımızın eğitim
ve çalışma haklarını kullanabilmeleri de yine AK Parti hükümetleri döneminde
mümkün hale gelmiştir.” diyen Özkal, hayatın her alanındaki ayrımcı kalıp ve
davranışlardan kurtulmayı hedeflediklerini de sözlerine ekledi.”[2]
AK Parti
Milletvekili Hatice Dudu Özkal’ın büyük bir heyecanla savunduğu kadın-erkek
eşitliği ve kadına pozitif ayrımcılık düzenlemelerinin toplumdaki onulmaz
tehlikelerine de dikkat çekmek gerekir. Bu minvalde Gazeteci - Yazar Ali
Bulaç’ın, 2010 senesinde yazdığı bir makaleye bakmakta fayda var:
“Son anayasa
değişikliğinde, yeterince müzakere ve muhasebesi yapılmadan "pozitif
ayrımcılığı" öngören bir madde geçti. Buna göre Anayasa'nın "kanun
önünde eşitlik" başlıklı maddesinde yer alan "kadınlar ve erkekler
eşit haklara sahiptir" fıkrasına "Bu maksatla alınacak tedbirler
eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz" ifadesi eklenmiş oluyor. Kısaca
Anayasa, "kadın ve erkekleri eşit" sayıyor olsa bile, kadınlara bazı
ilave avantaj ve imtiyazların tanınması halinde, bunlar "eşitlik
ilkesi"ne aykırı sayılmayacak.
Varlık yapıları
itibarıyla erkek ve kadınları eşitleştirmeye kalkışmak, varlığın asli ve ahlaki
düzenine aykırı bir girişimdir. Söz konusu eşitleştirmeyi hayata geçirmiş
bulunan Batılı toplumlar, yavaş yavaş bunun acı sonuçlarını üç alanda tatmaya
başlamaktadırlar: 1) Erkek ve kadın arasındaki "merhamet ve şefkat"in
kalkmasıyla yok olan "sevgi ve aşk"; 2) Birer eşit özne olarak
toplumsal hayata çıkan kadının evle ve annelikle ilişkisinin kesilmesiyle
nüfusta meydana gelen gerileme; 3) Bunun sonucunda eşcinselliğin yaygınlaşıp
toplumsal hayat alanlarının eşcinsellerin eline geçmeye başlaması. Bundan erkek
yanında, asıl büyük zararı kadın görmektedir.
Bizim gibi
toplumlara "erkek-kadın eşitlik" ilkesini ve "pozitif
ayrımcılığı" empoze edenler, bununla kendileri gibi toplumsal çözülmeye
uğrayacağımızı biliyorlar. Biz de derin bir biçimde çözülüyoruz. Bu sürecin
bizi nereye götüreceğini anlamak için verili toplumlara bakmak yeterlidir.”[3]
Bugün Cumhuriyet
hükümetlerince bir bir yasalaştırılan ve AK Parti hükümetlerince zirveyi gören “kadını
koruma(!)” kanunlarına yüzeysel bir bakışla bakıldığında bunun
olumlu bir şey olduğu düşünülebilir fakat derinlemesine bakıldığında
ciddi toplumsal tahribatlara sebebiyet verdiği görülecektir.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
Aynı şekilde Kadına
Yönelik Şiddetle Mücadele adı altında kadına yönelik şiddetin önlenmesi
amacıyla pek çok yasal düzenlemeyi de hayata geçirdiklerini vurgulayan Özkal,
"İstanbul Sözleşmesi" adıyla bilinen Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni çekincesiz
imzalayan ilk ülkenin Türkiye olduğunu aktardı.[4]
İstanbul Sözleşmesi
Nedir?
“İstanbul
Sözleşmesi olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve
Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet
konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme. Bu nedenle yalnızca
sözleşmeyi onaylayan ilk devlet olan Türkiye açısından değil Avrupa
Konseyi'ne üye tüm diğer devletler bakımından da son derece önemli bir yere
sahip. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan sözleşme, 1 Ağustos 2014’te
yürürlüğe girdi. İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi şöyle:
‘Aile içi şiddet’,
aile içerisinde veya hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa
da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü
fiziksel, cinsel psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.”[5]
İşte bu İstanbul
Sözleşmesi’ne binaen aynı evde yaşayan nikahsız kişilerin “aile” sayılması söz
konusu. Ankara’da görülen bir davada mahkemenin verdiği karar da bunu teyit
eder mahiyette:
“Sevgilisi Okan D.
ile Ankara’da birlikte yaşayan Zeynep D. hamile olduğunu öğrendikten sonra
erkek arkadaşının kendisine şiddet uygulayıp tehdit ettiğini belirterek 6284
sayılı Yasa'daki (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddettin Önlenmesine Dair
Kanun) tedbirlerin uygulanmasını ve bu çerçevede nafaka verilmesini talep
etti.
Ankara 2. Aile
Mahkemesi, tarafların hukuken evli olmaması nedeniyle 6284 sayılı Yasa
kapsamında nafaka verilip verilmeyeceğini tartıştı. Mahkeme, 6284 sayılı
Yasa'da evli olmayan çiftler yönünden nafaka verilmesine ilişkin açık bir hüküm
bulunmadığına dikkate alarak, genç kadının başvurusunu, İstanbul
Sözleşmesi'ni esas alarak karara bağladı.
Kararda, nüfus
kayıtlarından taraflar arasında evlilik bağı olmadığının anlaşıldığı
belirtilerek, “Her ne kadar 6284 sayılı Yasa'da açık bir hüküm bulunmamakta ise
de İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi uyarınca partnerlerin de aile içi şiddet
tanımı içinde yer aldığı, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaların ‘kanun’ hükmünde olduğu,
usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası antlaşmalarla kanunların, aynı kanunda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası ‘antlaşma’ hükümlerine
göre karar verilmesi zorunlu olduğu dikkate alınarak ve dosyadaki belgelere
göre takip mahkememizce değerlendirilmiştir” denildi.” [6]
3 Kadından 2’si
Kocasını Sokağa Attırıyor
İstanbul
Sözleşmesi’ni bünyesinde barındıran 6284 sayılı kanunla birlikte evlerinden
atılan koca sayısında da ciddi bir artış gözlenmiştir.
“Kocasını polise
şikâyet ederek sokağa attıran kadın sayısı 2006’da 4.884 iken bu rakam 2015’te
190 bine ulaşıyor. Bu alandaki en büyük eşik ise 6284 sayılı kanunun çıktığı
2012 senesi. 2011’de 57 bin 676 olan koca şikâyeti, yasanın değişmesi ile bir
sene içinde 138 bin 627’ye çıkıyor. Bu rakamların güncel haline bakıldığında,
kocasını sokağa attıran kadınların bir senede evlenen üçte ikisine karşılık
geldiği görülüyor. Yani her yeni evlenen 3 kadından 2’si kocasını şikâyet
ederek sokağa attırıyor. Bu kanunun icrası da istisnalar hariç boşanma ile
sonuçlanıyor.”[7]
Yine, şiddetin
önlenmesiyle ilgili yasal tedbirlerin yanı sıra eğitim faaliyetlerinin de
korunma ve barınma evlerinde verildiği hükümet yetkililerince ifade ediliyor.
Bu minvalde; “Devlet kurumlarına başvuran kadınlara korunma ve barınma
hizmeti sunuluyor. Sayısı 68'e ulaşan 'Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri'nin
2018 yılı içinde her şehirde açılmış olması da planlanıyor. 140’a yaklaşan
kadın konukevleri sayısını da arttırma yönündeki çabalar devam ettiği gibi,
nüfusu 100 binin üzerinde belediyeler ve büyükşehir belediyelerine kadın
konukevi açma zorunluluğu getirildi. Kadına şiddetin önlenmesiyle ilgili yasal
düzenlemelerin ardından farkındalık oluşturma, zihniyet dönüşümünün sağlanması,
şiddet mağdurlarının güçlendirilmesi, sağlık hizmetlerinin sunumu, kurum ve
kuruluşlar arasında işbirliği ve koordinasyon ile şiddet uygulayana yönelik
başta psikolojik ve eğitsel çalışmalar gerçekleştirilecek.”[8]
ÇOCUĞA CİNSEL
İSTİSMAR
Kadına şiddet
konusuyla birlikte sıkça anılan bir diğer husus da çocuk istismarıdır. Çocuk
istismarındaki artış rakamları giderek korkunç boyutlara varmaktadır. Özellikle
çocuğa yönelik cinsel istismar suçları, Müslüman toplumun değerlerinden nasıl
uzaklaştırıldığının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
2017 yılında
Türkiye’de ceza mahkemelerinde çocukların cinsel istismarı ile ilgili açılan
davalardaki suç sayısı 16 bin 348. Çocuklara cinsel istismar davaları
incelendiğinde yüzde 29,4 ile en fazla davanın açıldığı bölge Marmara, ikinci
sırada ise yüzde 16,6 Akdeniz geliyor.
Bu rakamlar
içerisine “18 yaş altı evlilikler” de dâhil edilmektedir.
18 Yaş Altı
Evliliklere Verilen Cezalar Hayatı Karartıyor
Türkiye Cumhuriyeti
yasalarına göre 18 yaş altında evlilik yapılması yasak. Binali Yıldırım
başbakanlığı döneminde yaptığı bir açıklamayla erken yaşta (18 yaş altı)
evliliğin yasalarca suç olduğunu söyledi. Erken yaşta evlilik tartışmasıyla
ilgili soruyu yanıtlayan Başbakan Yıldırım, “Bugün biz de cumayı eda ettik.
Hutbede hocamız güzel bir şekilde açıkladı. Ergenliğe erme ayrı iştir, evlenme
yaşı kanunlarda bellidir. 18 yaşına gelenler evlenme hakkına kavuşmuş olurlar.
Bundan önce yapılan evlenmeler yasa dışıdır.” açıklamasında bulundu.[9]
Bu sorun da
binlerce ailenin mağdur olduğu hususlardan biri. 18 yaş altında evlenenlere
yönelik olarak açılan kamu davaları sonucunda genç koca “cinsel istismar”
suçlamasıyla genç çiftin babaları ise yardım ve yataklık suçuyla cezalar
alıyor.
Mesela; “Karapürçek'te
yaşayan Günay K., 7 yıl önce 17 yaşındayken, 14 yaşındaki Yeşim K. ile evlendi.
Yeşim K. bir yıl sonra çocuk dünyaya getirdi. Yeşim K.'nin, küçük yaşta çocuk
dünyaya getirmesinin ardından soruşturma başlatıldı. 'Cinsel istismar' suçundan
açılan kamu davası 2014 yılında sonuçlandı. Mahkeme, damat Günay K.'yi 8 yıl 6
ay, babası Güngör K. ve kayınpederi Ramazan Ç.'yi ise 'yardım ve yataklık'
suçundan 4 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırdı. 3 kişi tutuksuz yargılanırken,
karar, ailenin başvurusu üzerine Yargıtay'a taşındı. 15 gün önce Yargıtay
tarafından karar onanınca damat, baba ve kayınpederi cezaevine konuldu.”[10]
Yukardaki örnekte
olduğu gibi Türkiye’de yaşanan nice hadiseler sonucunda yüzlerce aile dağılmış,
kocalar hapiste eşleri ise çocuklarıyla baş başa sıkıntılı bir hayatı yaşamak
zorunda kalmış durumdalar maalesef. Kocanın “tecavüzcü” damgası yemesi de
cabası…
Bu konunun ciddi
manada mücadelesini veren isimlerden biri olan Aile Danışmanı Sema Maraşlı,
konuya dair yazdığı bir makalede meselenin toplumsal boyutunu resmî verilerle
ortaya koymuş:
“Geçen yıl meclis
erken evlendiği için kocaları hapiste olan kadınların sayısını 4 bin
açıklamıştı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerini araştırdım.
TÜİK verilerine
göre, son 10 yılda 482 bin 908 kız evlenmiş.
2015 yılında
evlenen 18 yaş altı evlenen 31 bin 337’si kız, 1483’ü erkek.
Bu sayı, 2015’teki
toplam evlilik oranında kızlarda yüzde 5.2’ye, erkeklerde yüzde 0.2’ye denk
geliyor.
Yine TÜİK
rakamlarına göre 2015’te 15-17 yaş arası tam 17 bin 789 genç kadın doğum
yapmış. 15 yaş altı doğum yapanların sayısı ise aynı yıl 244 olmuş.
İngiltere ve ABD
ise 14-17 arası ergen doğumları neredeyse toplam doğumların yarısını teşkil
ediyor. Bizde çok büyük rakamlarmış gibi verilen rakamlar, Batı’ya göre çok az.
Fakat onların cinsel istismar sorunu yok fakat bizim var, nasıl oluyorsa!
TÜİK verileri
üzerinden bakarsak 10 yıl içinde 482 bin 908 erkeğin cinsel istismar suçundan
hapse girmiş olması geriyor. Oysa bizlere verilen rakam 4 bin deniyor. Bu
durumda 480 bin kişi neden dışarıda madem evlenmek suç. Hükümet gücü yettiğini
mi içeri atıyor acaba diye insanın aklına gelmiyor değil.”
Kapitalist laik
bakış açısıyla düzenlenmiş yasalarla şekillendirilmeye çalışılan Müslüman
Türkiye halkı, kendisine rol-model olarak sunulan Batı’nın yolunda yürütülmek
suretiyle fıtratından uzaklaştırılmak isteniyor.
Batı Toplumlarında
Evlilik Yaşı 18, Cinsel Birleşme Yaşı 13
“Batı’da evlilik
yaşı 18 fakat 13-14 yaşından sonra kızlar istediği erkekle ilişkiye girebiliyor
ve aynı evde evli gibi yaşayabiliyor, yasak değil. 14 yaşından sonra çocuk
olarak değil, genç olarak görülüyor. Bu yüzden evlilik yaşının 18 olması onları
pek ilgilendirmiyor zina serbest 18’i geçse de zaten çoğu evlenmiyor. Bizde
evlilik yaşının 18 olması ancak düzgün helal hayat sürmek isteyenlere ceza
oluyor.
Geçen yıl
Amerika’da 15-19 yaş arası 1000 kızdan 29.4 ü doğum yapmış.
İngiltere’de 15-19
yaş arası 1000 kızın gebe kalma oranı 44.2; yarısı kürtaj yaptırmış yarısı
doğurmuş.” (Sema
Maraşlı,
Belçika cinsel
ilişki rıza yaşını 16'dan 14'e indirdi
“Belçika'da ceza yasasında
yapılan yeni değişiklikle, 16 olan cinsel ilişkiye rıza yaş sınırı 14'e
indirildi. Bu yaştaki bir kişinin ilişkiye girdiği kişi ile arasındaki yaş
farkı 5'ten fazla olmayacak.
Belçika'da 1900'lü
yılların başındaki yasal düzenlemelerde cinsel ilişki sınırı 16 olarak
belirlenmişti. Ancak günümüzde bu sınırın gerçeğe uymadığı belirtildi.
Bu nedenle, 14
yaşından itibaren gönüllü cinsel ilişki ceza kapsamından çıkarıldı. Ancak yaş
sınırıyla ilgili bazı koruyucu hükümler getirildi.
Yeni düzenlemeye
göre, 14 yaşındaki birinin cinsel ilişkiye girdiği kişiyle arasındaki yaş farkı
5'ten fazla olmayacak. Bu sınırı aşanlar, tecavüz suçuyla yargılanacak.”[11]
SORUN, BATILI LAİK
SİSTEM, ÇÖZÜM İSLÂM’DIR!
Bunun sebebi ise
laik sistemin oluşturduğu sorunların boyutudur. Toplum gayri İslâmi gelenek ve
inanışlarla dolmuş taşıyor. Bunlar evlilik dışı ilişkiler, şiddet, evlilikten
maddi beklentilerden kaynaklı çatışmalar ve karı kocanın ve başka aile
fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmemesi gibi sorunlar
doğurmaktadır. İslâm beldelerindeki mahkemelerinin aşırı yüklü olması da yine
bu devletlerdeki hukuk sisteminin bozuk yapısından kaynaklanmaktadır. Bu hukuk
sistemleri Batılı modellere göre şekillendirilmiştir ve mahkeme sisteminde
temyiz mahkemeleri, yargıtay gibi farklı katmanların bulunması da bir davada
adaletle hükmetmeyi geciktirmektedir. Bundan dolayı bir davanın çözüme
kavuşması yıllar sürebiliyor. Ayrıca beldelerimizdeki laik ve başka gayri
İslâmi rejimlerin gerçek anlamda halka adalet temin edip sorunlarını çözmek
gibi bir sorunları yok. Onlar daha çok koltuklarını ve güçlerini korumanın
derdindeler. Bu nedenle nitelikli ve yeterli sayıda mahkemelere, hâkimlere ve
yargının başka gereksinimlerine yatırım yapmıyorlar.
Üstelik
beldelerimizdeki hukuk sistemleri eskiden İslâmi yönetimde olduğu gibi artık
evliliklerin birliğini ve aile yapılarını korumaya yönelik çalışan devletin bir
kolu değiller. Mahkemeler zorla evliliklerle veya mihrin verilmediği davalarla
veya başka aile içi sorunların çözümüyle etkili bir şekilde ilgilenmiyorlar.
Artık evlilik içi anlaşmazlıklarda evliliği kurtarmak için arabuluculuk yapan
veya kadını aile içi şiddetten koruyan veya erkeğin ailesinin bakımını hakkıyla
yerine getirmesini temin eden veya karı kocanın birbirine karşı görevlerini
hakkıyla yerine getirmesi için çalışan etkili bir araç değiller. Hatta boşanma
veya çocuk velayeti davalarının çözüme kavuşması çok uzun süreler almaktadır.
Bunun neticesinde hem erkek, hem kadın hem de çocuk arafta kalıp hayatlarını devam
ettirmeleri imkânsız kılınıyor. Bu durumların doğurduğu yüksek mali yük bir
tarafa, insanlar mutsuz ve tahammül edilemez evliliklere uzun süreler katlanmak
zorunda bırakılıyor. Adaletsiz ve sefil bu hukuk sistemini daha da kötüleştiren
ise davaların sonucunu etkileyen güç ve paranın etkisi de söz konusu olmasıdır.
Dünyanın birçok
ülkesinde sayısız insan bu sorunlarla karşılaşmıştır. Ancak İslâm beldelerine
odaklandığımızda sorunun başka bir boyutu daha ortaya çıkmaktadır. Anayasayı
oluşturan kanunların kaynağına baktığımızda görüyoruz ki bir devlet laik
demokratik siyaset sistemi üzerine kurulmuşsa onun hukuk sistemi de laik
demokratik sistem üzerine kurulu olmak zorundadır.
Şu bir gerçektir ki
onların anayasaları ve dolayısıyla hukuk sistemleri de laik yasalar üzerine
inşa edilmiştir. Doğal olarak kadınların karşılaştıkları sorunlar ne İslâm
hukukundan ne kendilerine sunulan çözümlerden ne de kadınların ve ailelerin
karşılaştıkları sorunları çözmekten aciz olan yargının vermiş olduğu
kararlardan kaynaklanmaktadır. Bunun tek bir sebebi vardır, o da günümüz İslâm
beldelerinde ailelerin sorunlarını önlemek ve çözmek için Yaratıcımızın
indirdiği kanunların hiçbirisinin mevcut olmayışıdır.
Hâlbuki İslâm
hukuku kadınları, haklarını ve ailelerini korumaktadır. Sorun ise İslâm
hukukunun -en saf ve laik sistem tarafından kirletilmemiş haliyle- günümüz
İslâm beldelerinde tatbik edilmiyor oluşudur. Eğer kararların temeli İslâm ise
ve eğer Müslümanlar olarak bizler Allah'a güveniyorsak ve hiç şüphesiz O'nun
sözünün en üstün söz olduğundan eminsek, nasıl olur da laik Batı’dan birtakım
yasaları, uluslararası sözleşmeleri, hukuk sistemlerini alabiliriz? En iyi
hukuk sistemini İslâm sunmuyor mu? Müslümanlar olarak tüm sorunlarımızı
çözebileceğimiz ve kadınların ve çocukların dâhil herkesin haklarını temin
edebileceğimiz kapsamlı bir hukuk sistemine sahipken bizler neden başka hukuk
kaynakları arayalım ki?
İslâm dünyasındaki
hükümetlerin temsilcileri tarafından yapılan açıklamaların tümü, ortaya çıkan
sorunların hukuk sisteminin İslâmi olmayışından ve dolayısıyla İslâmi
hükümlerin tatbik edilmeyişinden kaynaklandığını göstermektedir. Hatta İslâm
beldelerindeki, kanunlarının ya şer’î hükümlere dayandığını ya da şer’î
hükümlerden esinlendiğini iddia eden devletler de bu iddialarında haklı
olmaktan çok uzaklar. İslâm beldelerindeki yöneticiler İslâmi hükümler ile
devletin anayasası arasında ayrım yapmaktalar ki bu kesinlikle olmaması gereken
bir ayrımdır. İslâm ile yasama arasında ayrım yapmak hukuki kararlarda tek
referansın İslâm olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak, İslâm
beldelerindeki hukuk sistemleri hızlı ve etkili bir şekilde davaları
sonuçlandırmaktan ve kadınların ve aile birliklerinin karşılaştığı sorunları
çözmekten acizdir. Dolayısıyla da sorunların daha da kemikleşmesine ve
kötüleşmesine ve evlilik ve aile hayatında daha fazla aşılamaz inatçı
sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Mahkemelerde aşırı fazla dava sayısı,
pahalı ve yozlaşmış mahkemeler birçok kadın için adalet temin etmede aşılamaz
bir engel oluşturmaktadır. Kadınların
başındaki sorunları gidermek için gerçek çözüm kanunlarda bireysel ve yamalı
bohça çözümler değil ancak toplumun bizzat kökten değişmesiyle elde
edilir. Bu öyle bir değişimdir ki tüm
pislikleri kökünden temizleyip sıfırdan bir başlayarak yerine fikirleriyle,
kanunlarıyla ve devlet kurumlarıyla kadınlara, erkeklere, çocuklara, evliliğe
ve tüm aile yapılarına karşı saygı ve korumayı yerleştirecek bir sistemin
uygulanmasıdır. Bunu sunan ise sadece İslâm nizamıdır.
[1]
28.05.2018, Ajanslar
[2]
07.03.2018, Milliyet
[3]
28.04.2010, Pozitif ayrımcılık Anayasa'nın 'eşitlik ilkesine' aykırı mı? -
Haber Türk
[4]
07.03.2018, Milliyet
[5]
23.05.2018, Hürriyet
[6]
23.05.2018, Hürriyet
[7]
01 Nisan 2018, Milli Gazete
[8]
07 Mart 2018, Milliyet
[9]
5.01.2018, Ajanslar
[10]
24.12.2017, Ajanslar
[11]
23.07.2018, BBC


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış