FASİT HUKUK SİSTEMLERİ KADINI VE AİLEYİ KORUYAMIYOR

Ahmet Sivren

İslâm ümmeti tek bir ümmettir. Pratikte ise 50'den fazla ulus devlete bolünmüş, her devletin kendi anayasası mevcuttur. İslâmi beldelerin çoğunda İslâm hukukunun öneminden bahsedilse de İslâmi hükümlerin tatbiki hususunda aralarında neredeyse hiçbir farklılık bulunmamakta, bu beldelerde beşer aklından çıkan hukuk tatbik edilmektedir. Mevcut bütün devletlerin mekanizması yasama, yürütme ve yargının ayrılması üzerine kuruludur. Bu üç kurumun ürettiği, uyguladığı ve koruduğu kanunlar devlette yaşayan vatandaşların hayatlarının temelini oluşturmaktadır. Bu kurumların üyelerinin rolü ise insanların günlük hayatlarında karşılaştıkları sorunları çözmek üzere yasalar oluşturmak, uygulamak ve bunları korumaktır.  Ne var ki bu kurumların bizzat kendileri sorunun birer parçası olmaktadır. İşte günümüzde İslâm dünyasında şahit olduğumuz vakıa budur.

Bilhassa kadınların hayatları çözüme kavuşturulamayan bir yığın sorunla doludur. Zorla evlendirilmekten tutun da aile içi şiddet gibi sorunlarla muhatap olan Müslüman kadın, çoğu zaman kendisi için bir zulüm yuvası hâline gelmiş evliliği devam ettirmek durumunda kalmaktadır. Ülkemizde yasalar, laik bakış açısıyla hazırlandığından, gayri İslâmi olmalarının yanında ailede şiddete sebebiyet veren sorunlara odaklanmaktan uzak, daha ziyade aile kurumunu dağıtan suni, yüzeysel çözümler içermektedir.

Evliliğin sonlandırılmasını talep etmek kadın için son derece zorlu bir sürece yol açabilmektedir. Boşanmayı başaran kadınlar ise günümüz Türkiye’sinde bir örf gibi algılanan ancak hakikatte şer’î bir hak olan mihirlerini veya sair şahsi mülklerini almakta zorluklar yaşayabilmektedir. Çocuklarının velayeti ya da nafaka sorunları ise ailenin tüm fertleri için ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kadının yaşadığı bu toplumsal sorunları kimi insan hakları kuruluşları dinî ve kültürel değerlere bağlasa da gerçekler öyle değildir. Nitekim Kamu Denetçiliği Kurumu Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç başkanlığında yapılan ve ilgili kamu kurumları yetkilileri, alanda çalışan meslek odaları ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve akademisyenlerin de katıldığı, “Çocuk Tesliminde Hak İhlallerinin Önlenmesi” konulu çalıştayda bir konuşma yapan Şeref Malkoç, Türk aile yapısının yüzyıllara dayanan ve toplumun temel taşı olan bir yapı olduğuna dikkat çekerek "Son yıllarda aile yapısının sarsıldığını görmekteyiz. Aile yapısıyla ilgili gerekli sosyal, hukuki tedbirler alınmazsa önümüzdeki yıllarda bunun çok daha büyük felaketlere yol açacağını görmekteyiz." dedi. Malkoç bu sözleriyle insan hakları kuruluşlarının iddia ettiğinin aksine asıl sorunun dinî ve kültürel değerler olmadığını dolaylı yollarla dile getirmiş oldu.

Evlilik sorunlarını aile büyükleri aracılığı ile çözmeye güç yetiremeyen kadınlar devletin hukuk sistemine başvurmakta fakat İslâm beldelerindeki laik yasaların hükmettiği hukuk sistemi, kadınların sorunlarının kolayca çözülmesini garanti edememektedir. Hatta son yıllarda Türkiye’de “kadın haklarını korumak(!)” saikiyle yapılan kimi yasalar bile sorunların artmasından başka bir işe yaramamıştır. Çünkü kadın hakları adı altında uygulamaya konulan birçok husus hakikatte aile kurumuna çok daha fazla zarar vermektedir.

Hukuk sisteminin dayandığı laik esaslardan kaynaklı sorunların yanında; adliyelerdeki altyapı eksikliği, hâkim ve savcıların niteliği/keyfiyeti, mahkeme heyet ve personel sayısındaki yetersizlik, kalem çalışanlarının eğitim ve nitelik durumu, personel maaşlarının azlığı gibi hususların tetiklediği uzun yargılama süreleri de yargılamaların adalet ilkesine uygun yapılamamasının başlıca gerekçeleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla İslâm beldelerindeki adalet sisteminin hem ağır işlemesi hem verimsiz hem de pahalı olması, hukuki yollardan faydalanmak isteyen -özellikle kadın- mağdurları maalesef bu haktan mahrum etmektedir. Hâlbuki adalette sürat, devletin temel sorumluluklarındandır; unutmamak gerekir ki geciken adalet, adalet değildir!

Kadına Şiddet

Türkiye’de kadına şiddet ile ilgili yasal düzenlemelerde ya ifrata ya da tefrite kaçılıyor. Bir dönem; şiddete maruz kalan birçok kadın, cezaların caydırıcı olmaması nedeniyle çoğu zaman şikâyette dahi bulunmuyor ya da şikâyette bulunduktan bir müddet sonra adli mercilere gidip şikâyetini geri çekiyordu. Çünkü şikâyetçi olunsa bile fail çoğu zaman adli para cezası alıyor ya da verilen cezanın az olmasından dolayı cezası erteleniyordu. Bu durumda da mağdurlar ikinci bir defa daha şiddete maruz kalmamak için genelde şikâyette bulunmuyor ya da şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalıyorlardı.

Şimdilerde ise kadına şiddetin boyutları genişletilerek fiziksel şiddetin yanına ekonomik, cinsel ve duygusal şiddet gibi unsurlar eklenmek suretiyle durum daha içinden çıkılmaz bir hâle; kadını korurken erkeği mağdur eder hâle getirilmiştir. Önceki süreçte kadınları koruyamayan, bugünkü süreçte de erkeklere zulmeden yasalar sebebiyle kadınlar, kendilerine iyice kinlenmiş erkeklerin kimi zaman öldürmeye varan saldırısına maruz kalmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne sürekli gündeme gelen kadına şiddet konusundaki şu rakamlar yaşanan trajediyi gözler önüne sermeye yeterlidir:

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının verilerine göre; 2002 - 2015 yılları arasında 5406 kadın cinayete kurban gitmiş, güncel rakam çok daha da fazla.

Türkiye'de yaşayan her 2 kadından 1'i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor.

Bu rakamların, kadınlara haklarını en fazla iade ettiğini iddia eden AK Parti hükümetleri dönemlerine ait rakamlar olması da ayrıca dikkat çekicidir.

Hal böyle olunca bilhassa kadınların toplumda güven içinde hareket edip etmedikleri konusu da hatırlara gelen bir diğer mesele. Çünkü özellikle kadına ya da toplumun diğer fertlerine yönelik olası şiddet, haliyle toplumda güvensizliği de tetikleyecektir.

TÜİK tarafından cinsiyete göre bireylerin yaşadığı çevrede gece yalnız yürürken kendini güvende hissetme durumu üzerine 2017 yılında gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre; kendini çok güvende hisseden kadınların oranı %2,8 iken, erkeklerde bu oran %8,6. Kendini güvensiz hisseden kadın ve erkek oranında ise büyük bir fark söz konusu; kadınların neredeyse %30'u sokakta yalnız yürürken güvensiz hissettiğini belirtirken, bu oran erkeklerde %14 civarında seyrediyor. Çok güvensiz hissetme oranı ise kadınlarda %9,6 iken, erkeklerde %2,5.

Hâlbuki güvenlik ve emniyet de adalet gibi devletin tebaasına sağlaması gereken esasi unsurlardandır. Aksi halde toplumda suç yayılır, suçlu sayısı artar; buna paralel olarak güvensizlik daha da artar. Aynı şekilde suçun artması, yargıda dosyaların yığılmasına, adalet mekanizmasının da yavaşlamasına sebep olacaktır. Aşağıdaki rakamlar da bunun en bariz göstergelerinden.

“Adalet Bakanlığı’na bağlı olan Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan Türkiye’nin suç atlası 2017 verilerine göre; Türkiye genelinde toplam 7 milyon 857 bin kişiye ‘şüpheli’ sıfatı ile işlem yapıldı. Türkiye’de görev yapan savcı başına bin 963 dosya düşerken bu rakam hâkimlerde 929’a düştü. 2017 yılında açılan bir davanın dosyası ise yaklaşık 417’de günde tamamlandı.

Soruşturma evraklarının görülme hızında ise yıllara göre bir yavaşlama görülüyor. 2010 yılında bir dosya yaklaşık 311 günde sonuçlanırken yıllar içinde görüşme süresi yavaşladı. 2017 yılına gelindiğinde ise 417’ye çıktı. Bir başka ifadeyle son bu süre içinde soruşturma görüşme hızı 100 gün arttı.

Yine 2010-2017 yılları arası rakamlara bakıldığında Türkiye’de 2010 yılında yaklaşık 5 milyon 316 şüpheli hakkında soruşturma açıldı. 7 yıl içinde bu rakam her geçen gün arttı. 2017 yılına gelindiğinde ise yaklaşık 2.5 milyon artarak 7 milyon 857 bine ulaştı. Ancak 2017 yılında Cumhuriyet tarihinde bir ilk de yaşandı ve şüpheli kadın sayısı 1 milyonu geçti.”[1]

Batı’da, laik yaşam tarzının benimsenmesi ile evlilik ve aile çok da önemli olmayan bir yapı halini almıştır. Fakat doğuya özellikle İslâm coğrafyasına bakıldığında aile kurumu, kendisine önem verilen bir yapı olarak barizleşmektedir. Öyle ki Müslümanlar nezdinde aile, “korunması gereken bir kale” mesabesindedir. Fakat Batılı mefhumların hâkimiyeti altında coğrafyamızda da aile kurumunun dejenere edildiği ve onun dokunulmazlığına halel getirilmeye çalışıldığı da inkâr edilemez bir gerçektir.

Dolayısıyla laik Batı’nın ifsat edici nizamlarından müteşekkil yargı da aile mefhumunu korumakta yetersiz kalmış hatta ailenin dağılmasını hızlandıran bir mekanizma halini almıştır. “Kadını korumak”, “pozitif ayrımcılık”, “cinsiyet eşitliği” gibi söylem ve mefhumların bayraklaştırıldığı bir süreçte siyasi erk tarafından nice fasit fikir ve mefhum kanunlaştırılmış, böylelikle aile kurumunun dolayısıyla toplumun temeline dinamit konulmuştur.

EŞİTLİK İLKESİ VE POZİTİF AYRIMCILIK

Eşitlik ilkesi 1982 Anayasasının 10. maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir:

Madde 10 

(Ek fıkra: 07/05/2004 - 5170 S.K./1.mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.”

Yeni Anayasada da kapsamı genişletilen pozitif ayrımcılık “eşitlik” başlıklı 9. maddede şu şekilde ifade edilmiştir:

“Eşitlik 

Madde 9 (3) Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunmayı gerektiren kimseler için alınan tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. 

Madde gerekçesi:

Üçüncü fıkrada sayılan toplumun korunmaya muhtaç kesimleri için devletin özel tedbirler alması olarak ifade edilen pozitif ayrımcılık, kanun önünde eşitliği sağlamaya yönelik politikaların bir gereği olarak görülmektedir. 1982 Anayasasının eşitlik ilkesini düzenleyen 10 uncu maddesi 2004 yılında değiştirilerek maddeye kadınlar açısından pozitif ayrımcılığa imkân tanıyan bir ifade eklenmiştir. Bu değişiklik, Türk pozitif hukuku açısından önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. 

İnsan hakları alanındaki gelişmeler incelendiğinde eşitlik ilkesini güçlendirmek amacıyla sadece kadınlar lehine değil, aynı zamanda toplumun özel korunmasını gerektiren başka kesimler için de pozitif ayrımcılık kuralının benimsendiği görülecektir. Bu yüzden maddenin üçüncü fıkrasındaki hüküm, eşitlik ilkesinin pozitif ayrımcılık kuralıyla değişmekte olan içeriğine ve bu yöndeki çağdaş gelişmeye uyum sağlayacaktır. 

Öte yandan, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartının 23 üncü maddesine göre, “Eşitlik ilkesi, eksik temsil edilen cinsiyet lehine olan tedbirlerin muhafazasını veya kabul edilmesini engellemez.” Benzer hükümler, yaşlılar, çocuklar ve engelliler gibi özel surette korunmayı gerektiren toplum kesimleri için de söz konusudur. Bu sebeple, Anayasanın ‘Eşitlik’ maddesinde yer alan bu hüküm, Avrupa Birliği hukukuyla uyumun sağlanması bakımından önemlidir.”

AK Parti hükümetlerince önemle ve öncelikle üstünde durulan “eşitlik” ve kadına “pozitif ayrımcılık” ilkelerinin hayata geçirilmesi noktasında TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Üyesi ve AK Parti Afyonkarahisar Milletvekili Hatice Dudu Özkal’ın sözleri dikkat çekicidir. Özkal, “AK Parti olarak eşitliğin ötesine geçen, kadına pozitif ayrımcılık tanıyan uygulamaları pratikte hayata geçirdik, geçirmeye de devam edeceğiz.” diyerek “iyi bir şey” yaptığı vehmine kapılmıştır.

Özkal ayrıca, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin (CEDAW), AK Parti hükümeti göreve gelene kadar yürürlüğe konulmadığını söyledi.

Sözleşme kapsamında kurulan komitelerin çalışmalarını çok önemsediklerini belirten Özkal, "AK Parti iktidar olduktan hemen sonra 2003 yılında bu önemli anlaşmayı yürürlüğe koyarak CEDAW'ın, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik ayrımcılığı önlemek için denetleme yapması sağlanmıştır." diye konuştu.

Kadınların sosyal, ekonomik, siyasal ve toplumsal alanda konumlarının iyileştirilmesinin AK Parti'nin temel hedeflerinden olduğunu dile getiren Özkal, kadına pozitif ayrımcılık tanıyan uygulamaları bir bir yasalaştırdıklarını, bu bağlamda; “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” maddesinin, 2004 yılında AK Parti döneminde Anayasa'ya eklendiğini daha sonra da yine AK Parti tarafından “2010 yılında bir başka devrim niteliğindeki kararla, 'Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz' hükmünün eklenmesini sağladığını söyledi. “Dinî inançları yüzünden ayrımcılığa uğrayan, eğitim özgürlüğü kısıtlanan kadınlarımızın eğitim ve çalışma haklarını kullanabilmeleri de yine AK Parti hükümetleri döneminde mümkün hale gelmiştir.” diyen Özkal, hayatın her alanındaki ayrımcı kalıp ve davranışlardan kurtulmayı hedeflediklerini de sözlerine ekledi.”[2]

AK Parti Milletvekili Hatice Dudu Özkal’ın büyük bir heyecanla savunduğu kadın-erkek eşitliği ve kadına pozitif ayrımcılık düzenlemelerinin toplumdaki onulmaz tehlikelerine de dikkat çekmek gerekir. Bu minvalde Gazeteci - Yazar Ali Bulaç’ın, 2010 senesinde yazdığı bir makaleye bakmakta fayda var:

“Son anayasa değişikliğinde, yeterince müzakere ve muhasebesi yapılmadan "pozitif ayrımcılığı" öngören bir madde geçti. Buna göre Anayasa'nın "kanun önünde eşitlik" başlıklı maddesinde yer alan "kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir" fıkrasına "Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz" ifadesi eklenmiş oluyor. Kısaca Anayasa, "kadın ve erkekleri eşit" sayıyor olsa bile, kadınlara bazı ilave avantaj ve imtiyazların tanınması halinde, bunlar "eşitlik ilkesi"ne aykırı sayılmayacak. 

Varlık yapıları itibarıyla erkek ve kadınları eşitleştirmeye kalkışmak, varlığın asli ve ahlaki düzenine aykırı bir girişimdir. Söz konusu eşitleştirmeyi hayata geçirmiş bulunan Batılı toplumlar, yavaş yavaş bunun acı sonuçlarını üç alanda tatmaya başlamaktadırlar: 1) Erkek ve kadın arasındaki "merhamet ve şefkat"in kalkmasıyla yok olan "sevgi ve aşk"; 2) Birer eşit özne olarak toplumsal hayata çıkan kadının evle ve annelikle ilişkisinin kesilmesiyle nüfusta meydana gelen gerileme; 3) Bunun sonucunda eşcinselliğin yaygınlaşıp toplumsal hayat alanlarının eşcinsellerin eline geçmeye başlaması. Bundan erkek yanında, asıl büyük zararı kadın görmektedir. 

Bizim gibi toplumlara "erkek-kadın eşitlik" ilkesini ve "pozitif ayrımcılığı" empoze edenler, bununla kendileri gibi toplumsal çözülmeye uğrayacağımızı biliyorlar. Biz de derin bir biçimde çözülüyoruz. Bu sürecin bizi nereye götüreceğini anlamak için verili toplumlara bakmak yeterlidir.”[3]

Bugün Cumhuriyet hükümetlerince bir bir yasalaştırılan ve AK Parti hükümetlerince zirveyi gören “kadını koruma(!)” kanunlarına yüzeysel bir bakışla bakıldığında bunun olumlu bir şey olduğu düşünülebilir fakat derinlemesine bakıldığında ciddi toplumsal tahribatlara sebebiyet verdiği görülecektir.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Aynı şekilde Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele adı altında kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla pek çok yasal düzenlemeyi de hayata geçirdiklerini vurgulayan Özkal, "İstanbul Sözleşmesi" adıyla bilinen Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni çekincesiz imzalayan ilk ülkenin Türkiye olduğunu aktardı.[4]

İstanbul Sözleşmesi Nedir?

“İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme. Bu nedenle yalnızca sözleşmeyi onaylayan ilk devlet olan Türkiye açısından değil Avrupa Konseyi'ne üye tüm diğer devletler bakımından da son derece önemli bir yere sahip. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan sözleşme, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi şöyle:

‘Aile içi şiddet’, aile içerisinde veya hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.”[5]

İşte bu İstanbul Sözleşmesi’ne binaen aynı evde yaşayan nikahsız kişilerin “aile” sayılması söz konusu. Ankara’da görülen bir davada mahkemenin verdiği karar da bunu teyit eder mahiyette:

“Sevgilisi Okan D. ile Ankara’da birlikte yaşayan Zeynep D. hamile olduğunu öğrendikten sonra erkek arkadaşının kendisine şiddet uygulayıp tehdit ettiğini belirterek 6284 sayılı Yasa'daki (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddettin Önlenmesine Dair Kanun) tedbirlerin uygulanmasını ve bu çerçevede nafaka verilmesini talep etti.

Ankara 2. Aile Mahkemesi, tarafların hukuken evli olmaması nedeniyle 6284 sayılı Yasa kapsamında nafaka verilip verilmeyeceğini tartıştı. Mahkeme, 6284 sayılı Yasa'da evli olmayan çiftler yönünden nafaka verilmesine ilişkin açık bir hüküm bulunmadığına dikkate alarak, genç kadının başvurusunu, İstanbul Sözleşmesi'ni esas alarak karara bağladı.

Kararda, nüfus kayıtlarından taraflar arasında evlilik bağı olmadığının anlaşıldığı belirtilerek, “Her ne kadar 6284 sayılı Yasa'da açık bir hüküm bulunmamakta ise de İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi uyarınca partnerlerin de aile içi şiddet tanımı içinde yer aldığı, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaların ‘kanun’ hükmünde olduğu, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların, aynı kanunda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası ‘antlaşma’ hükümlerine göre karar verilmesi zorunlu olduğu dikkate alınarak ve dosyadaki belgelere göre takip mahkememizce değerlendirilmiştir” denildi.” [6]

3 Kadından 2’si Kocasını Sokağa Attırıyor

İstanbul Sözleşmesi’ni bünyesinde barındıran 6284 sayılı kanunla birlikte evlerinden atılan koca sayısında da ciddi bir artış gözlenmiştir.

“Kocasını polise şikâyet ederek sokağa attıran kadın sayısı 2006’da 4.884 iken bu rakam 2015’te 190 bine ulaşıyor. Bu alandaki en büyük eşik ise 6284 sayılı kanunun çıktığı 2012 senesi. 2011’de 57 bin 676 olan koca şikâyeti, yasanın değişmesi ile bir sene içinde 138 bin 627’ye çıkıyor. Bu rakamların güncel haline bakıldığında, kocasını sokağa attıran kadınların bir senede evlenen üçte ikisine karşılık geldiği görülüyor. Yani her yeni evlenen 3 kadından 2’si kocasını şikâyet ederek sokağa attırıyor. Bu kanunun icrası da istisnalar hariç boşanma ile sonuçlanıyor.”[7]

Yine, şiddetin önlenmesiyle ilgili yasal tedbirlerin yanı sıra eğitim faaliyetlerinin de korunma ve barınma evlerinde verildiği hükümet yetkililerince ifade ediliyor. Bu minvalde; “Devlet kurumlarına başvuran kadınlara korunma ve barınma hizmeti sunuluyor. Sayısı 68'e ulaşan 'Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri'nin 2018 yılı içinde her şehirde açılmış olması da planlanıyor. 140’a yaklaşan kadın konukevleri sayısını da arttırma yönündeki çabalar devam ettiği gibi, nüfusu 100 binin üzerinde belediyeler ve büyükşehir belediyelerine kadın konukevi açma zorunluluğu getirildi. Kadına şiddetin önlenmesiyle ilgili yasal düzenlemelerin ardından farkındalık oluşturma, zihniyet dönüşümünün sağlanması, şiddet mağdurlarının güçlendirilmesi, sağlık hizmetlerinin sunumu, kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve koordinasyon ile şiddet uygulayana yönelik başta psikolojik ve eğitsel çalışmalar gerçekleştirilecek.”[8]

ÇOCUĞA CİNSEL İSTİSMAR

Kadına şiddet konusuyla birlikte sıkça anılan bir diğer husus da çocuk istismarıdır. Çocuk istismarındaki artış rakamları giderek korkunç boyutlara varmaktadır. Özellikle çocuğa yönelik cinsel istismar suçları, Müslüman toplumun değerlerinden nasıl uzaklaştırıldığının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

2017 yılında Türkiye’de ceza mahkemelerinde çocukların cinsel istismarı ile ilgili açılan davalardaki suç sayısı 16 bin 348. Çocuklara cinsel istismar davaları incelendiğinde yüzde 29,4 ile en fazla davanın açıldığı bölge Marmara, ikinci sırada ise yüzde 16,6 Akdeniz geliyor.

Bu rakamlar içerisine “18 yaş altı evlilikler” de dâhil edilmektedir.

18 Yaş Altı Evliliklere Verilen Cezalar Hayatı Karartıyor

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre 18 yaş altında evlilik yapılması yasak. Binali Yıldırım başbakanlığı döneminde yaptığı bir açıklamayla erken yaşta (18 yaş altı) evliliğin yasalarca suç olduğunu söyledi. Erken yaşta evlilik tartışmasıyla ilgili soruyu yanıtlayan Başbakan Yıldırım, “Bugün biz de cumayı eda ettik. Hutbede hocamız güzel bir şekilde açıkladı. Ergenliğe erme ayrı iştir, evlenme yaşı kanunlarda bellidir. 18 yaşına gelenler evlenme hakkına kavuşmuş olurlar. Bundan önce yapılan evlenmeler yasa dışıdır.” açıklamasında bulundu.[9]

Bu sorun da binlerce ailenin mağdur olduğu hususlardan biri. 18 yaş altında evlenenlere yönelik olarak açılan kamu davaları sonucunda genç koca “cinsel istismar” suçlamasıyla genç çiftin babaları ise yardım ve yataklık suçuyla cezalar alıyor.

Mesela; “Karapürçek'te yaşayan Günay K., 7 yıl önce 17 yaşındayken, 14 yaşındaki Yeşim K. ile evlendi. Yeşim K. bir yıl sonra çocuk dünyaya getirdi. Yeşim K.'nin, küçük yaşta çocuk dünyaya getirmesinin ardından soruşturma başlatıldı. 'Cinsel istismar' suçundan açılan kamu davası 2014 yılında sonuçlandı. Mahkeme, damat Günay K.'yi 8 yıl 6 ay, babası Güngör K. ve kayınpederi Ramazan Ç.'yi ise 'yardım ve yataklık' suçundan 4 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırdı. 3 kişi tutuksuz yargılanırken, karar, ailenin başvurusu üzerine Yargıtay'a taşındı. 15 gün önce Yargıtay tarafından karar onanınca damat, baba ve kayınpederi cezaevine konuldu.”[10]

Yukardaki örnekte olduğu gibi Türkiye’de yaşanan nice hadiseler sonucunda yüzlerce aile dağılmış, kocalar hapiste eşleri ise çocuklarıyla baş başa sıkıntılı bir hayatı yaşamak zorunda kalmış durumdalar maalesef. Kocanın “tecavüzcü” damgası yemesi de cabası…

Bu konunun ciddi manada mücadelesini veren isimlerden biri olan Aile Danışmanı Sema Maraşlı, konuya dair yazdığı bir makalede meselenin toplumsal boyutunu resmî verilerle ortaya koymuş:

“Geçen yıl meclis erken evlendiği için kocaları hapiste olan kadınların sayısını 4 bin açıklamıştı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerini araştırdım.

TÜİK verilerine göre, son 10 yılda 482 bin 908 kız evlenmiş.

2015 yılında evlenen 18 yaş altı evlenen  31 bin 337’si kız, 1483’ü erkek.

Bu sayı, 2015’teki toplam evlilik oranında kızlarda yüzde 5.2’ye, erkeklerde yüzde 0.2’ye denk geliyor.

Yine TÜİK rakamlarına göre 2015’te 15-17 yaş arası tam 17 bin 789 genç kadın doğum yapmış. 15 yaş altı doğum yapanların sayısı ise aynı yıl 244 olmuş.

İngiltere ve ABD ise 14-17 arası ergen doğumları neredeyse toplam doğumların yarısını teşkil ediyor. Bizde çok büyük rakamlarmış gibi verilen rakamlar, Batı’ya göre çok az. Fakat onların cinsel istismar sorunu yok fakat bizim var, nasıl oluyorsa!

TÜİK verileri üzerinden bakarsak 10 yıl içinde 482 bin 908 erkeğin cinsel istismar suçundan hapse girmiş olması geriyor. Oysa bizlere verilen rakam 4 bin deniyor. Bu durumda 480 bin kişi neden dışarıda madem evlenmek suç. Hükümet gücü yettiğini mi içeri atıyor acaba diye insanın aklına gelmiyor değil.”

Kapitalist laik bakış açısıyla düzenlenmiş yasalarla şekillendirilmeye çalışılan Müslüman Türkiye halkı, kendisine rol-model olarak sunulan Batı’nın yolunda yürütülmek suretiyle fıtratından uzaklaştırılmak isteniyor. 

Batı Toplumlarında Evlilik Yaşı 18, Cinsel Birleşme Yaşı 13

“Batı’da evlilik yaşı 18 fakat 13-14 yaşından sonra kızlar istediği erkekle ilişkiye girebiliyor ve aynı evde evli gibi yaşayabiliyor, yasak değil. 14 yaşından sonra çocuk olarak değil, genç olarak görülüyor. Bu yüzden evlilik yaşının 18 olması onları pek ilgilendirmiyor zina serbest 18’i geçse de zaten çoğu evlenmiyor. Bizde evlilik yaşının 18 olması ancak düzgün helal hayat sürmek isteyenlere ceza oluyor.

Geçen yıl Amerika’da 15-19 yaş arası 1000 kızdan 29.4 ü doğum yapmış.

İngiltere’de 15-19 yaş arası 1000 kızın gebe kalma oranı 44.2; yarısı kürtaj yaptırmış yarısı doğurmuş.” (Sema Maraşlı,

Belçika cinsel ilişki rıza yaşını 16'dan 14'e indirdi

“Belçika'da ceza yasasında yapılan yeni değişiklikle, 16 olan cinsel ilişkiye rıza yaş sınırı 14'e indirildi. Bu yaştaki bir kişinin ilişkiye girdiği kişi ile arasındaki yaş farkı 5'ten fazla olmayacak.

Belçika'da 1900'lü yılların başındaki yasal düzenlemelerde cinsel ilişki sınırı 16 olarak belirlenmişti. Ancak günümüzde bu sınırın gerçeğe uymadığı belirtildi.

Bu nedenle, 14 yaşından itibaren gönüllü cinsel ilişki ceza kapsamından çıkarıldı. Ancak yaş sınırıyla ilgili bazı koruyucu hükümler getirildi.

Yeni düzenlemeye göre, 14 yaşındaki birinin cinsel ilişkiye girdiği kişiyle arasındaki yaş farkı 5'ten fazla olmayacak. Bu sınırı aşanlar, tecavüz suçuyla yargılanacak.”[11]

SORUN, BATILI LAİK SİSTEM, ÇÖZÜM İSLÂM’DIR!

Bunun sebebi ise laik sistemin oluşturduğu sorunların boyutudur. Toplum gayri İslâmi gelenek ve inanışlarla dolmuş taşıyor. Bunlar evlilik dışı ilişkiler, şiddet, evlilikten maddi beklentilerden kaynaklı çatışmalar ve karı kocanın ve başka aile fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmemesi gibi sorunlar doğurmaktadır. İslâm beldelerindeki mahkemelerinin aşırı yüklü olması da yine bu devletlerdeki hukuk sisteminin bozuk yapısından kaynaklanmaktadır. Bu hukuk sistemleri Batılı modellere göre şekillendirilmiştir ve mahkeme sisteminde temyiz mahkemeleri, yargıtay gibi farklı katmanların bulunması da bir davada adaletle hükmetmeyi geciktirmektedir. Bundan dolayı bir davanın çözüme kavuşması yıllar sürebiliyor. Ayrıca beldelerimizdeki laik ve başka gayri İslâmi rejimlerin gerçek anlamda halka adalet temin edip sorunlarını çözmek gibi bir sorunları yok. Onlar daha çok koltuklarını ve güçlerini korumanın derdindeler. Bu nedenle nitelikli ve yeterli sayıda mahkemelere, hâkimlere ve yargının başka gereksinimlerine yatırım yapmıyorlar.

Üstelik beldelerimizdeki hukuk sistemleri eskiden İslâmi yönetimde olduğu gibi artık evliliklerin birliğini ve aile yapılarını korumaya yönelik çalışan devletin bir kolu değiller. Mahkemeler zorla evliliklerle veya mihrin verilmediği davalarla veya başka aile içi sorunların çözümüyle etkili bir şekilde ilgilenmiyorlar. Artık evlilik içi anlaşmazlıklarda evliliği kurtarmak için arabuluculuk yapan veya kadını aile içi şiddetten koruyan veya erkeğin ailesinin bakımını hakkıyla yerine getirmesini temin eden veya karı kocanın birbirine karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmesi için çalışan etkili bir araç değiller. Hatta boşanma veya çocuk velayeti davalarının çözüme kavuşması çok uzun süreler almaktadır. Bunun neticesinde hem erkek, hem kadın hem de çocuk arafta kalıp hayatlarını devam ettirmeleri imkânsız kılınıyor. Bu durumların doğurduğu yüksek mali yük bir tarafa, insanlar mutsuz ve tahammül edilemez evliliklere uzun süreler katlanmak zorunda bırakılıyor. Adaletsiz ve sefil bu hukuk sistemini daha da kötüleştiren ise davaların sonucunu etkileyen güç ve paranın etkisi de söz konusu olmasıdır.

Dünyanın birçok ülkesinde sayısız insan bu sorunlarla karşılaşmıştır. Ancak İslâm beldelerine odaklandığımızda sorunun başka bir boyutu daha ortaya çıkmaktadır. Anayasayı oluşturan kanunların kaynağına baktığımızda görüyoruz ki bir devlet laik demokratik siyaset sistemi üzerine kurulmuşsa onun hukuk sistemi de laik demokratik sistem üzerine kurulu olmak zorundadır.

Şu bir gerçektir ki onların anayasaları ve dolayısıyla hukuk sistemleri de laik yasalar üzerine inşa edilmiştir. Doğal olarak kadınların karşılaştıkları sorunlar ne İslâm hukukundan ne kendilerine sunulan çözümlerden ne de kadınların ve ailelerin karşılaştıkları sorunları çözmekten aciz olan yargının vermiş olduğu kararlardan kaynaklanmaktadır. Bunun tek bir sebebi vardır, o da günümüz İslâm beldelerinde ailelerin sorunlarını önlemek ve çözmek için Yaratıcımızın indirdiği kanunların hiçbirisinin mevcut olmayışıdır.

Hâlbuki İslâm hukuku kadınları, haklarını ve ailelerini korumaktadır. Sorun ise İslâm hukukunun -en saf ve laik sistem tarafından kirletilmemiş haliyle- günümüz İslâm beldelerinde tatbik edilmiyor oluşudur. Eğer kararların temeli İslâm ise ve eğer Müslümanlar olarak bizler Allah'a güveniyorsak ve hiç şüphesiz O'nun sözünün en üstün söz olduğundan eminsek, nasıl olur da laik Batı’dan birtakım yasaları, uluslararası sözleşmeleri, hukuk sistemlerini alabiliriz? En iyi hukuk sistemini İslâm sunmuyor mu? Müslümanlar olarak tüm sorunlarımızı çözebileceğimiz ve kadınların ve çocukların dâhil herkesin haklarını temin edebileceğimiz kapsamlı bir hukuk sistemine sahipken bizler neden başka hukuk kaynakları arayalım ki?

İslâm dünyasındaki hükümetlerin temsilcileri tarafından yapılan açıklamaların tümü, ortaya çıkan sorunların hukuk sisteminin İslâmi olmayışından ve dolayısıyla İslâmi hükümlerin tatbik edilmeyişinden kaynaklandığını göstermektedir. Hatta İslâm beldelerindeki, kanunlarının ya şer’î hükümlere dayandığını ya da şer’î hükümlerden esinlendiğini iddia eden devletler de bu iddialarında haklı olmaktan çok uzaklar. İslâm beldelerindeki yöneticiler İslâmi hükümler ile devletin anayasası arasında ayrım yapmaktalar ki bu kesinlikle olmaması gereken bir ayrımdır. İslâm ile yasama arasında ayrım yapmak hukuki kararlarda tek referansın İslâm olmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak, İslâm beldelerindeki hukuk sistemleri hızlı ve etkili bir şekilde davaları sonuçlandırmaktan ve kadınların ve aile birliklerinin karşılaştığı sorunları çözmekten acizdir. Dolayısıyla da sorunların daha da kemikleşmesine ve kötüleşmesine ve evlilik ve aile hayatında daha fazla aşılamaz inatçı sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Mahkemelerde aşırı fazla dava sayısı, pahalı ve yozlaşmış mahkemeler birçok kadın için adalet temin etmede aşılamaz bir engel oluşturmaktadır.  Kadınların başındaki sorunları gidermek için gerçek çözüm kanunlarda bireysel ve yamalı bohça çözümler değil ancak toplumun bizzat kökten değişmesiyle elde edilir.  Bu öyle bir değişimdir ki tüm pislikleri kökünden temizleyip sıfırdan bir başlayarak yerine fikirleriyle, kanunlarıyla ve devlet kurumlarıyla kadınlara, erkeklere, çocuklara, evliliğe ve tüm aile yapılarına karşı saygı ve korumayı yerleştirecek bir sistemin uygulanmasıdır. Bunu sunan ise sadece İslâm nizamıdır.



[1] 28.05.2018, Ajanslar

[2] 07.03.2018, Milliyet

[3] 28.04.2010, Pozitif ayrımcılık Anayasa'nın 'eşitlik ilkesine' aykırı mı? - Haber Türk

[4] 07.03.2018, Milliyet

[5] 23.05.2018, Hürriyet

[6] 23.05.2018, Hürriyet

[7] 01 Nisan 2018, Milli Gazete

[8] 07 Mart 2018, Milliyet

[9] 5.01.2018, Ajanslar

[10] 24.12.2017, Ajanslar

[11] 23.07.2018, BBC


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz