MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERİMİZİN ESASI NEDİR?

Ahmet Sivren

Bugün mitinglerde, parti toplantılarında, kimi cemaat sohbetlerinde ve vaazlarda çok sıkça tekrar edilen bir söz var ki o “milli ve manevi değerler” sözüdür.

Milli ve manevi değerlere, “toplumsal değerler” demek de mümkündür. Toplumsal değerler, belli bir toplumda oluşan, tarihin derinliklerinden gelen, halk tarafından ortaklaşa kabul gören düşünce ve olgular, diye de tarif edilmektedir.

Ayrıca; bu “ortak değerler” iki ayrı kategoride değerlendirilerek; ahlak ve inançlara dayalı değerlere “manevi değerler”, tarih ve kültürel yapının içinde yer alan değerlere de “milli değerler” adı verildi.

Bu “milli ve manevi ilkelerin, kişi davranışlarının hangilerinin iyi, hangilerinin doğru ve topluma yararlı olduğu yazılı kurallarda belirtilmediği; toplumun bu değerlere uyma zorunluluğunu kendiliğinden kabul ettiği ve değerlerin ön gördüğü kurallara uyduğu” da aynı şekilde ifade edilmektedir.

Milli ve manevi değerlerin; milletlerin tarihsel gelişim sürecini meydana getirdiğini ve bu ortak değer yargılarının birikimi, oluşumu, kurallarının çoğaltılması, yaşanılan topraklardaki olaylara, insani ilişkilere, diğer toplumlarla olan münasebetlerde kendini gösterdiği de ortaya konulmaktadır.

Bu ortak değerler çok olmakla birlikte, el sanatları, tarih, dil, din, bayrak, vatan, ülke sınırları, örf ve âdetler, sporcu, yazar, sanatçı, siyasetçi, kanaat önderi gibi iz bırakan şahsiyetler, toplumun değerlerini yansıtan çeşitli kutlama ve bayramlar vb. belli başlıklar altında sıralanmaktadır.

Bunları çoğaltmak mümkün. Zira toplumların kendilerine has izdüşümleri, tarih ve coğrafya bağlamında çok farklı frekanslarda seyretmiştir. Fakat tüm bu izdüşümlerin ortak noktası, topluma hâkim olan ideolojiden/hayata bakış açısından kaynaklanmalarıdır. Dolayısıyla bunların hemen hemen hepsi, “hadarat” denilen "hayata ilişkin davranışlara yön veren mefhumlarımızın bütünü”nden müteşekkildir.

İslâm coğrafyası üzerindeki toplumların kültür ve tarihlerini şekillendiren yegâne ideoloji, şüphesiz ki İslâm’dır. İslâm’ın şekillendirdiği bu toplumların “milli” ve “manevi” olarak adlandırılan değerlerin tümünde esasi etken aslında İslâm hadaratıdır.

Zamanın ilerlemesi ve sınırların genişlemesiyle diğer toplum ve ideolojilerden etkilenmeler baş göstermiş, esas İslâmi kalmak suretiyle birtakım kültürel yansımalarda gayri İslâmi anlayışlar görülmeye başlamıştır. Toplumun ana karakteri üzerinde ancak ufak tefek tahribatlar yapabilen bu yansımalar, asla toplumu şekillendiren esasi unsura/ideolojiye etki edememiştir. Dolayısıyla İslâm coğrafyasında mevcudiyetini koruyan, topluma nizam veren ideoloji hep İslâm ideolojisi olmuş, toplumun kültürü de İslâm hadaratı tarafından şekillendirilmiştir.

İslâmi hadaratın yansıması olan bu değerlerin, ümmeti oluşturan halklara, milletlere, kabilelere ait “milli değerler” olarak gösterilmeye çalışılması, Müslümanları coğrafi anlamda suni sınırlarla parçalamış olan sömürgeci kâfirlerin, kültürel anlamda da bölme ve bu yönüyle de İslâm ümmetinin vahdetinin önüne geçme çabasının bir yansımasıdır. Zira esasen “milli değerler” söylemi ile yapılmak istenen, var olan İslâm hadaratı yerine Batı hadaratını yerleştirmek, İslâm hadaratının tezahürlerini Müslümanların hayatından yok etmektir.

Dolayısıyla bugün milli değerler olarak lanse edilen; el sanatları, tarih, dil, bayrak, vatan, ülke sınırları, örf ve âdetler, iz bırakan şahsiyetler ve çeşitli kutlama ve bayramlar ve diğerlerinin kimisi, İslâmi hadaratın yansımalarıyken kimisi de gayri İslâmi hadaratların yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslâm’ın nizamsal boyutunun hayattan kalkmasının ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ikame edilmesinin ardından özellikle Türkiyeli Müslümanların etkisini çok daha derinden hissettikleri kimlik bunalımı, tarihsel ve kültürel olarak İslâm hadaratının devlet eliyle uzaklaştırılması suretiyle daha da barizleşmiştir. Müslüman halkın fikir ve duyguları İslâm iken, hayatlarına tatbik edilen nizamları küfür olmuştur. Kültüre ulaştıkları ve şekillendirdikleri dilleri, alfabeleri, zaman mefhumları değiştirilmiş; tarihe dair bildikleri doğruların yerini müesses nizamın yalanları almıştır. Özellikle yeni nesil, geçmişine giderek yabancılaşmış, “milli ve manevi değerler” adı altında sömürgeci Batı’nın bakış açısıyla şekillenmiş bir değer algısıyla yoğrularak atalarına, asli kültürlerine ve dinlerine düşman kesilmiştir. Ateist, deist, satanist, faşist, gnostik, agnostik, Yahudi, Hristiyan, Nihilist vs. türedi zihniyetlerin Müslümanların çocukları arasından çıktığını görmek, cari sistemin gençliği asıl kimliğine, değerlerine bağlı olarak yetiştiremediğini, bu manada gençliğin İslâmi kimliğini koruyamadığını ortaya koymaktadır. Bu durum maalesef, Müslümanlardaki kimlik bunalımının bir göstergesi olarak da karşımızda durmaktadır…

Günümüzde var olan kimlik bunalımının, benimsenmesi gereken değerler anlayışının ne olduğunu anlamak adına öncelikle toplumların kimliklerini oluşturan hususları zikretmekte ve ardından da değerler konusuna açıklık getirmekte fayda var. Yine kimliği oluşturan faktörlerden yola çıkarak onu tanımlamamız mümkündür. Zira bu faktörler var olurlarsa kimlik de var olur, yok olurlarsa o da yok olur. Bu faktörler ise şunlardır:

1- Belirginlik:

Belirginlik; “ayrıcalık” anlamına gelmektedir. Bir kavim “bir yöne gittikleri zaman” başkalaşmış ve belirgin olmuş denilmektedir. Aynı zamanda bazı eşyalarda başkasından farklı olmak ve ayrılaşmak anlamına da gelmektedir.

Bütün insanların ortak oldukları içgüdü, uzvî ihtiyaçlar ve bunlardan kaynaklanan eğilimlerde hiçbir fark bulunmamaktadır. Ancak insanların doyumlarını tanzim eden nizamlar, doyumun temin edildiği eşyalar hakkında davranışlar ile ilgili mefhumlar ve bunun keyfiyeti farklılıklar arz eder. Diğer bir ifadeyle; insanlar arasında müşterek olan şey, onların üzerinde yaratıldıkları ve yaratılış -yani fıtrat- itibarıyla olan hususlardır. Aralarında bulunan ihtilaflı husus ise fert ve cemaat olarak onları belirgin kılan, olaylara ve eşyalara görüş farklılığından dolayı neşet eden kazanımdır. Örneğin; mülk edinme, cinsel arzusu, kutsama, yeme ve içme ihtiyacı gibi hususlar insanlarda fıtrî olup, hepsi eşit ve birbirlerinin arasında bir ayrıcalığı da yoktur. Fakat akideler, nizamlar, ölçüler, fikirler ve kültürler insanlarda kazanılmış birer husustur. Gerek ferdî gerekse cemaat vasfı olarak birbirlerinin arasında ayrıcalığı vardır.

İnsanı diğer insandan belirgin kılan bir diğer husus da ırk, renk, cinsiyet, dil ve memleket/vatandır. Bu beş husus her ne kadar insanda kazanılmamış ve onun seçim dairesinde olmasa da bu hususlar da insanı diğer insanlardan belirgin kılan şeylerdir. Zira dil bakımından Arap Farisî’den başka, ırk bakımından da Moğol Arî’den başka, renk bakımından ise siyah beyazdan başka, cinsiyet ve nevi bakımından erkek dişiden başka, memleket/vatan bakımından da Mısırlı Fransalıdan başkadır.

İnsanlar belirginlik ve ayrıcalıklarını, yaratılışları ve fıtratlarından almaya çalışmaktadırlar. İşte bundan dolayı beyazın siyaha, erkeğin dişiye, Arap’ın Arap olmayana ve Arî’ye üstünlük tasladığı görülmektedir.

Ne var ki, İslâm geldikten sonra insanlığı hem fikrî hem de hadaratsal olarak apayrı bir seviyeye taşıyarak, yaratılış temeline dayalı veya insanın müdahil olmadığı ayrıcalık fikrini geçersiz kılmış, onlarda kazanılan ayrıcalıkları ikrar etmiş, cinsiyet, renk ve ırk gibi onların seçemedikleri hususlara rağmen üstünlüğü de bütün insanlar için genel kılmıştır. Yine bütün insanlar arasında tercih meselesi, sadece onların kazandıkları ve onların seçim dairesinin dâhilinde olan hususlar arasında belirlemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

“Ey insanlar! Gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah Âlim’dir (bilendir), haberdardır.”[1]

2- Uyumluluk

“Uyumluluk”tan kasıt; iki husus arasında uyumu ve uygunluğu sağlamak üzere mutabıklıktır. Ayrıca bu kavram, bir hususun, gerçeği üzerinde olduğunu göstermektir. Ancak kimlik faktörlerinden biri olan uyumluluk, her iki mana için de kullanılır.

İslâm’a iman etmek, temennilerle olmayıp dille söylemek ve rükünlerde amel etmekle olup, sadece kalbin ikrar ettiği ve amelin tasdik ettiğine göredir. O hâlde Müslümanların onu hayat ortamında yaşamaları gerekir. Bu nedenle onların Allahu Teâlâ’ya, O’nun teşri ettiği/gösterdiği şekilde ibadet etmeleri gerekir. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir ibadettir. Yine onlar, Müslümanlara ve gayrimüslimlere davayı taşımalıdırlar. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir risalettir. Onlar hak sözü söylemek, sömürgecilerin planlarını deşifre etmek, yöneticileri muhasebe etmek ve ajanları açığa vurmak suretiyle siyasi olarak mücadele etmelidirler. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir siyasettir. Onlar Hilâfet’i ikame etmek için çalışanlarla beraber çalışmalıdırlar. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir devlettir. Doğru söylemeye, vefalı olmaya ve emanete riayet etmeye bağlı kalıp yalan söylemek, aldatmaktan ve gaddarlıktan alıkoymaları gerekir. Çünkü mensup oldukları İslâm, bir ahlâktır. Diğer bir ifadeyle, onların İslâm’ın bütününü yaşamaları gerekir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ. قُلْ إِنَّ صَلاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ

“De ki: Rabbim gerçekten beni müstakim olan yola hidayete erdirdi, dimdik duran bir dine; İbrahim’in hanif (tevhid) dinine… O, müşriklerden değildi. De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiçbir şeriki yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben Müslüman olanların ilkiyim.”[2]

3- Sebatlık

Kimliğin gerçekleşmesi için belirginliğin ve uyumluluğun bulunması yeterli değildir. Onda mutlaka devamlı olmak, istikrarlı olmak ve onu sürdürmek yani sebat etmek gerekir.

“Sebat etmek”; ısrarlı olmak, devamlı olmak, azmetmek ve ısrar etmek gibi manalar içerse de hareket etmeye karşı değildir. Ayrıca o; donmak, uyuşmak, hareketsiz olmak ve durgun olmak veya içtihat etmeyi, yenilemeyi, icat ediciliği, yeni fikir meydana getirmeyi ve yükselmeye doğru gitmeyi terk etmek anlamına da gelmez. Ancak o, fikirle kazanılan belirginlik hususları üzerine istikrarlı olmak, onları taşımaya devam etmek ve onları korumak anlamına gelir.

4- İzzetli olmak

“İzzet”in sözlük manası; güçlü olmak, şiddetli olmak, galip gelmek, üstün gelmek ve imtina etmek (kendisine bir kimsenin galip gelememesi). Mesela; “bir kişi falanca kişiyle izzetli oldu” denilince; kendini onunla aziz kıldı, güçlü buldu veya şerefli oldu manası kastedilir.

Bunun aslı ise insan, eksik olduğu ve sınırlılık duygusunu devamlı hissettiği için içgüdüsel olarak gücü ve nusreti elde etmek için yüce bir güce meyleder. Bu gücü, güçlenmek ve korunmak için kaynak edinir ve o, kendisine mensup olmaktan dolayı şeref duyduğu bir onur kaynağı olur. İşte buna izzetli olmak denir.

Bir yere mensup olmaktan şeref duymak, onunla iftihar etmek ve övünmek anlamına gelen izzetli olmaya gelince; İslâm, insanların insanlarla, milliyetleriyle, ırklarıyla, vatanlarıyla veya başkasıyla güç bulup övünmesini geçersiz kılıp bunu sadece İslâm’a hasretmiştir. Çünkü üstünlük ve hayırlı olmak ancak imanladır, başkası değil. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

أَفَمَن كَانَ مُؤْمِنًا كَمَن كَانَ فَاسِقًا لّا يَسْتَوُونَ

“Yoksa iman eden kimse, fasık olan gibi olur mu? Bunlar müsavî olmazlar.”[3]

أَفَمَن يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَم مَّن يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Yoksa ateşin içine atılan mı daha hayırlıdır, kıyamet gününe güvenle gelen mi?”[4]

Cundub b. Abdullah el-Becelî’den, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عَمِيّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيّة، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيّة، فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيّة

“Kim körlük bayrağı altında asabiyete (milliyete taassuba/milliyetçiliğe/kavmiyetçiliğe) davet eder veya ona yardım ederse, onun katli (ölümü) cahiliyye katlidir.”[5]

Değerlere/Kıymetlere gelince: Kıymetler, fiillere veya eylemlere girişmede kastedilen gayelerdir. Kapitalizme göre bunların hepsi, maddî kıymete dayalıdırlar. Maddî kıymet ise, tek ve esasî kıymettir, diğer kıymetler ise esasî olmayıp nispîdirler. Onlara bazen itibar edilir, bazen de itibar edilmez. Ancak İslâm’a göre ise bu kıymetler, nispî değil, hakikî olup dört tanedir:

1- Maddî kıymet

2- Ruhî kıymet

3- Ahlâkî kıymet

4- İnsanî kıymet

İslâm, insanın bu kıymetleri, aralarında tercih yapmaksızın gerçekleştirmesini emretmiştir. Zira Müslüman’ın eylemlerinden hangisinin insanî, hangisinin maddî, hangisinin ruhî ve hangisinin ahlâkî olduğu kendiliğinden anlaşılır.

İslâm’ın değerler meselesine bakışı bu şekildedir; “milli” ya da “manevi değerler” adı altına bir ayrıma gitmeksizin yukarda sayılan dört kıymet zaviyesinden insanın eylemlerini bir değerlendirmeye tâbi tutar.

Bugün sömürgeci Batı Müslümanların, kendi özelliklerinden, hadaratından, kültüründen yani kendi dini olan İslâm’dan vazgeçmelerini, İslâmi benliklerini boşaltıp yerine Batı’nın ölçü ve kanaatlerine göre dizayn edilmiş başka bir kimlikle doldurmak istemektedir. Zira Batı; Müslümanların sadece kendi Batılı nizamlarına uymalarını değil, bunun yanında kendi değer ve mefhumlarını benimseyip İslâm’dan vazgeçmelerini de dikte etmektedir. Buna göre o; Akide, Şeriat, Hilâfet, Kur’an, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ibadet, Arapça, başörtü, nikap/peçe, çocukları sünnet ettirmek, kurban kesmek, mescitler, imamlar, okullar, bayramlar ve evlilikler gibi dinimizle alakalı olan her şeye karşı amansız bir propaganda sürdürmektedirler. Dolayısıyla ister akide, ister nizam, ister davranış, ister kültür, isterse hadarat olsun İslâm ile alakalı her şey, yasaklanmak, tahrif ve alay edilmek için hedef tahtasına konulmaktadır.

Bugün, kimi İslâmi cemaatlerin bile kendilerine slogan edindikleri milli-manevi değerler ifadesinden anlaşılan husus, hadarattır. Milli değerler ifadesi ile İslâmi hadaratın ilmek ilmek dokuduğu bu coğrafyada var edilmeye çalışılan husus, Batılı hadarat olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün muhatap olduğumuz, insanımızı, ırk, millet, vatan gibi unsurlarla parçalamak suretiyle bölgemizdeki varlıklarını kalıcı hâle getirmek isteyen bir sömürgecilik anlayışıdır. Milli değer adı altında ne kadar bölücü unsur varsa Müslümanlara enjekte edilmekte, onların aralarında harç vazifesi gören İslâmi akide ve İslâmi hadarattan uzaklaştırılmak istenmektedir. 

Şüphesiz İslâmi bir vecibe olarak Allahu Teâlâ’nın ipine/İslâm’a hepimizin sımsıkı sarılmamız, kimliğimizi korumak için çalışmamız, dinimize, akidemize, yaşam tarzımıza ve değerlerimize bağlanmamız gerekmektedir. Zira;

وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

“Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler (iman etmezler).”[6]



[1] Hucurat Suresi 13

[2] En’am Suresi 161-163

[3] Secde Suresi 18

[4] Fussilet Suresi 40

[5] Muslim

[6] Yusuf Suresi 21


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz