Bugün
mitinglerde, parti toplantılarında, kimi cemaat sohbetlerinde ve vaazlarda çok
sıkça tekrar edilen bir söz var ki o “milli ve manevi değerler” sözüdür.
Milli
ve manevi değerlere, “toplumsal değerler” demek de mümkündür. Toplumsal değerler,
belli bir toplumda oluşan, tarihin derinliklerinden gelen, halk tarafından
ortaklaşa kabul gören düşünce ve olgular, diye de tarif edilmektedir.
Ayrıca;
bu “ortak değerler” iki ayrı kategoride değerlendirilerek; ahlak ve
inançlara dayalı değerlere “manevi değerler”, tarih ve kültürel yapının
içinde yer alan değerlere de “milli değerler” adı verildi.
Bu
“milli ve manevi ilkelerin, kişi davranışlarının hangilerinin iyi,
hangilerinin doğru ve topluma yararlı olduğu yazılı kurallarda belirtilmediği;
toplumun bu değerlere uyma zorunluluğunu kendiliğinden kabul ettiği ve
değerlerin ön gördüğü kurallara uyduğu” da aynı şekilde ifade edilmektedir.
Milli
ve manevi değerlerin; milletlerin tarihsel gelişim sürecini meydana getirdiğini
ve bu ortak değer yargılarının birikimi, oluşumu, kurallarının çoğaltılması,
yaşanılan topraklardaki olaylara, insani ilişkilere, diğer toplumlarla olan
münasebetlerde kendini gösterdiği de ortaya konulmaktadır.
Bu
ortak değerler çok olmakla birlikte, el sanatları, tarih, dil, din, bayrak,
vatan, ülke sınırları, örf ve âdetler, sporcu, yazar, sanatçı, siyasetçi,
kanaat önderi gibi iz bırakan şahsiyetler, toplumun değerlerini yansıtan
çeşitli kutlama ve bayramlar vb. belli başlıklar altında sıralanmaktadır.
Bunları
çoğaltmak mümkün. Zira toplumların kendilerine has izdüşümleri, tarih ve
coğrafya bağlamında çok farklı frekanslarda seyretmiştir. Fakat tüm bu
izdüşümlerin ortak noktası, topluma hâkim olan ideolojiden/hayata bakış açısından
kaynaklanmalarıdır. Dolayısıyla bunların hemen hemen hepsi, “hadarat”
denilen "hayata ilişkin davranışlara yön veren mefhumlarımızın bütünü”nden
müteşekkildir.
İslâm
coğrafyası üzerindeki toplumların kültür ve tarihlerini şekillendiren yegâne
ideoloji, şüphesiz ki İslâm’dır. İslâm’ın şekillendirdiği bu toplumların “milli”
ve “manevi” olarak adlandırılan değerlerin tümünde esasi etken aslında
İslâm hadaratıdır.
Zamanın
ilerlemesi ve sınırların genişlemesiyle diğer toplum ve ideolojilerden
etkilenmeler baş göstermiş, esas İslâmi kalmak suretiyle birtakım kültürel
yansımalarda gayri İslâmi anlayışlar görülmeye başlamıştır. Toplumun ana
karakteri üzerinde ancak ufak tefek tahribatlar yapabilen bu yansımalar, asla
toplumu şekillendiren esasi unsura/ideolojiye etki edememiştir. Dolayısıyla
İslâm coğrafyasında mevcudiyetini koruyan, topluma nizam veren ideoloji hep İslâm
ideolojisi olmuş, toplumun kültürü de İslâm hadaratı tarafından şekillendirilmiştir.
İslâmi
hadaratın yansıması olan bu değerlerin, ümmeti oluşturan halklara, milletlere,
kabilelere ait “milli değerler” olarak gösterilmeye çalışılması, Müslümanları
coğrafi anlamda suni sınırlarla parçalamış olan sömürgeci kâfirlerin, kültürel
anlamda da bölme ve bu yönüyle de İslâm ümmetinin vahdetinin önüne geçme çabasının
bir yansımasıdır. Zira esasen “milli değerler” söylemi ile yapılmak
istenen, var olan İslâm hadaratı yerine Batı hadaratını yerleştirmek, İslâm
hadaratının tezahürlerini Müslümanların hayatından yok etmektir.
Dolayısıyla
bugün milli değerler olarak lanse edilen; el sanatları, tarih, dil, bayrak,
vatan, ülke sınırları, örf ve âdetler, iz bırakan şahsiyetler ve çeşitli
kutlama ve bayramlar ve diğerlerinin kimisi, İslâmi hadaratın yansımalarıyken
kimisi de gayri İslâmi hadaratların yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslâm’ın
nizamsal boyutunun hayattan kalkmasının ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
ikame edilmesinin ardından özellikle Türkiyeli Müslümanların etkisini çok daha
derinden hissettikleri kimlik bunalımı, tarihsel ve kültürel olarak İslâm
hadaratının devlet eliyle uzaklaştırılması suretiyle daha da barizleşmiştir.
Müslüman halkın fikir ve duyguları İslâm iken, hayatlarına tatbik edilen
nizamları küfür olmuştur. Kültüre ulaştıkları ve şekillendirdikleri dilleri,
alfabeleri, zaman mefhumları değiştirilmiş; tarihe dair bildikleri doğruların
yerini müesses nizamın yalanları almıştır. Özellikle yeni nesil, geçmişine
giderek yabancılaşmış, “milli ve manevi değerler” adı altında sömürgeci
Batı’nın bakış açısıyla şekillenmiş bir değer algısıyla yoğrularak atalarına,
asli kültürlerine ve dinlerine düşman kesilmiştir. Ateist, deist, satanist,
faşist, gnostik, agnostik, Yahudi, Hristiyan, Nihilist vs. türedi zihniyetlerin
Müslümanların çocukları arasından çıktığını görmek, cari sistemin gençliği asıl
kimliğine, değerlerine bağlı olarak yetiştiremediğini, bu manada gençliğin
İslâmi kimliğini koruyamadığını ortaya koymaktadır. Bu durum maalesef,
Müslümanlardaki kimlik bunalımının bir göstergesi olarak da karşımızda
durmaktadır…
Günümüzde
var olan kimlik bunalımının, benimsenmesi gereken değerler anlayışının ne olduğunu
anlamak adına öncelikle toplumların kimliklerini oluşturan hususları
zikretmekte ve ardından da değerler konusuna açıklık getirmekte fayda var. Yine
kimliği oluşturan faktörlerden yola çıkarak onu tanımlamamız mümkündür. Zira bu
faktörler var olurlarsa kimlik de var olur, yok olurlarsa o da yok olur. Bu
faktörler ise şunlardır:
1-
Belirginlik:
Belirginlik;
“ayrıcalık” anlamına gelmektedir. Bir kavim “bir yöne gittikleri
zaman” başkalaşmış ve belirgin olmuş denilmektedir. Aynı zamanda bazı
eşyalarda başkasından farklı olmak ve ayrılaşmak anlamına da gelmektedir.
Bütün
insanların ortak oldukları içgüdü, uzvî ihtiyaçlar ve bunlardan kaynaklanan
eğilimlerde hiçbir fark bulunmamaktadır. Ancak insanların doyumlarını tanzim
eden nizamlar, doyumun temin edildiği eşyalar hakkında davranışlar ile ilgili
mefhumlar ve bunun keyfiyeti farklılıklar arz eder. Diğer bir ifadeyle; insanlar arasında müşterek olan şey, onların
üzerinde yaratıldıkları ve yaratılış -yani fıtrat- itibarıyla olan hususlardır.
Aralarında bulunan ihtilaflı husus ise fert ve cemaat olarak onları belirgin
kılan, olaylara ve eşyalara görüş farklılığından dolayı neşet eden kazanımdır.
Örneğin; mülk edinme, cinsel arzusu,
kutsama, yeme ve içme ihtiyacı
gibi hususlar insanlarda fıtrî olup, hepsi eşit ve birbirlerinin arasında bir
ayrıcalığı da yoktur. Fakat akideler,
nizamlar, ölçüler, fikirler ve
kültürler insanlarda kazanılmış birer husustur. Gerek ferdî gerekse cemaat
vasfı olarak birbirlerinin arasında ayrıcalığı vardır.
İnsanı
diğer insandan belirgin kılan bir diğer husus da ırk, renk, cinsiyet, dil ve memleket/vatandır. Bu beş husus her ne kadar insanda
kazanılmamış ve onun seçim dairesinde olmasa da bu hususlar da insanı diğer
insanlardan belirgin kılan şeylerdir. Zira dil bakımından Arap Farisî’den
başka, ırk bakımından da Moğol Arî’den başka, renk bakımından ise siyah
beyazdan başka, cinsiyet ve nevi bakımından erkek dişiden başka, memleket/vatan
bakımından da Mısırlı Fransalıdan başkadır.
İnsanlar
belirginlik ve ayrıcalıklarını, yaratılışları ve fıtratlarından almaya
çalışmaktadırlar. İşte bundan dolayı beyazın siyaha, erkeğin dişiye, Arap’ın
Arap olmayana ve Arî’ye üstünlük tasladığı görülmektedir.
Ne
var ki, İslâm geldikten sonra insanlığı hem fikrî hem de hadaratsal olarak
apayrı bir seviyeye taşıyarak, yaratılış temeline dayalı veya insanın müdahil
olmadığı ayrıcalık fikrini geçersiz kılmış, onlarda kazanılan ayrıcalıkları
ikrar etmiş, cinsiyet, renk ve ırk gibi onların seçemedikleri hususlara rağmen
üstünlüğü de bütün insanlar için genel kılmıştır. Yine bütün insanlar arasında
tercih meselesi, sadece onların kazandıkları ve onların seçim dairesinin
dâhilinde olan hususlar arasında belirlemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا
خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ
لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ
عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Ey
insanlar! Gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde)
kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün (kerim) olanınız (ırk
ya da soyca değil) takvaca en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah Âlim’dir (bilendir), haberdardır.”[1]
2- Uyumluluk
“Uyumluluk”tan
kasıt; iki husus arasında uyumu ve uygunluğu sağlamak üzere mutabıklıktır.
Ayrıca bu kavram, bir hususun, gerçeği üzerinde olduğunu göstermektir. Ancak
kimlik faktörlerinden biri olan uyumluluk, her iki mana için de kullanılır.
İslâm’a
iman etmek, temennilerle olmayıp dille söylemek ve rükünlerde amel etmekle
olup, sadece kalbin ikrar ettiği ve amelin tasdik ettiğine göredir. O hâlde
Müslümanların onu hayat ortamında yaşamaları gerekir. Bu nedenle onların Allahu
Teâlâ’ya, O’nun teşri ettiği/gösterdiği şekilde ibadet etmeleri gerekir. Çünkü
onların mensup oldukları İslâm, bir ibadettir. Yine onlar, Müslümanlara ve
gayrimüslimlere davayı taşımalıdırlar. Çünkü onların mensup oldukları İslâm,
bir risalettir. Onlar hak sözü söylemek, sömürgecilerin planlarını deşifre
etmek, yöneticileri muhasebe etmek ve ajanları açığa vurmak suretiyle siyasi
olarak mücadele etmelidirler. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir
siyasettir. Onlar Hilâfet’i ikame etmek için çalışanlarla beraber
çalışmalıdırlar. Çünkü onların mensup oldukları İslâm, bir devlettir. Doğru
söylemeye, vefalı olmaya ve emanete riayet etmeye bağlı kalıp yalan söylemek,
aldatmaktan ve gaddarlıktan alıkoymaları gerekir. Çünkü mensup oldukları İslâm,
bir ahlâktır. Diğer bir ifadeyle, onların İslâm’ın bütününü yaşamaları gerekir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي
رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا
وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ. قُلْ إِنَّ صَلاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ
وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ
وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ
“De
ki: Rabbim gerçekten beni müstakim olan yola hidayete erdirdi, dimdik duran bir
dine; İbrahim’in hanif (tevhid) dinine… O, müşriklerden değildi. De ki: Şüphesiz
benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.
O’nun hiçbir şeriki yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben Müslüman olanların
ilkiyim.”[2]
3- Sebatlık
Kimliğin
gerçekleşmesi için belirginliğin ve uyumluluğun bulunması yeterli değildir.
Onda mutlaka devamlı olmak, istikrarlı olmak ve onu sürdürmek yani sebat etmek
gerekir.
“Sebat
etmek”; ısrarlı olmak, devamlı olmak, azmetmek ve ısrar etmek
gibi manalar içerse de hareket etmeye karşı değildir. Ayrıca o; donmak,
uyuşmak, hareketsiz olmak ve durgun olmak veya içtihat etmeyi, yenilemeyi, icat
ediciliği, yeni fikir meydana getirmeyi ve yükselmeye doğru gitmeyi terk etmek
anlamına da gelmez. Ancak o, fikirle kazanılan belirginlik hususları üzerine
istikrarlı olmak, onları taşımaya devam etmek ve onları korumak anlamına gelir.
4- İzzetli
olmak
“İzzet”in
sözlük manası;
güçlü olmak, şiddetli olmak, galip gelmek, üstün gelmek ve imtina etmek
(kendisine bir kimsenin galip gelememesi). Mesela; “bir kişi falanca kişiyle izzetli oldu”
denilince; kendini onunla aziz kıldı,
güçlü buldu veya şerefli oldu manası kastedilir.
Bunun
aslı ise insan, eksik olduğu ve sınırlılık duygusunu devamlı hissettiği için
içgüdüsel olarak gücü ve nusreti elde etmek için yüce bir güce meyleder. Bu
gücü, güçlenmek ve korunmak için kaynak edinir ve o, kendisine mensup olmaktan
dolayı şeref duyduğu bir onur kaynağı olur. İşte buna izzetli olmak denir.
Bir yere
mensup olmaktan şeref duymak, onunla iftihar etmek ve övünmek anlamına gelen
izzetli olmaya gelince; İslâm,
insanların insanlarla, milliyetleriyle, ırklarıyla, vatanlarıyla veya
başkasıyla güç bulup övünmesini geçersiz kılıp bunu sadece İslâm’a
hasretmiştir. Çünkü üstünlük ve hayırlı olmak ancak imanladır, başkası değil.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
أَفَمَن كَانَ مُؤْمِنًا
كَمَن كَانَ فَاسِقًا لّا يَسْتَوُونَ
“Yoksa
iman eden kimse, fasık olan gibi olur mu? Bunlar müsavî olmazlar.”[3]
أَفَمَن يُلْقَى فِي النَّارِ
خَيْرٌ أَم مَّن يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ
“Yoksa
ateşin içine atılan mı daha hayırlıdır, kıyamet gününe güvenle gelen mi?”[4]
Cundub
b. Abdullah el-Becelî’den, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ
عَمِيّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيّة، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيّة، فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيّة
“Kim
körlük bayrağı altında asabiyete (milliyete
taassuba/milliyetçiliğe/kavmiyetçiliğe) davet eder veya ona yardım ederse, onun
katli (ölümü) cahiliyye katlidir.”[5]
Değerlere/Kıymetlere gelince: Kıymetler,
fiillere veya eylemlere girişmede kastedilen gayelerdir. Kapitalizme göre
bunların hepsi, maddî kıymete dayalıdırlar. Maddî kıymet ise, tek ve esasî
kıymettir, diğer kıymetler ise esasî olmayıp nispîdirler. Onlara bazen itibar
edilir, bazen de itibar edilmez. Ancak İslâm’a göre ise bu kıymetler, nispî
değil, hakikî olup dört tanedir:
1- Maddî kıymet
2- Ruhî kıymet
3- Ahlâkî kıymet
4- İnsanî kıymet
İslâm,
insanın bu kıymetleri, aralarında tercih yapmaksızın gerçekleştirmesini
emretmiştir. Zira Müslüman’ın eylemlerinden hangisinin insanî, hangisinin
maddî, hangisinin ruhî ve hangisinin ahlâkî olduğu kendiliğinden anlaşılır.
İslâm’ın
değerler meselesine bakışı bu şekildedir; “milli” ya da “manevi
değerler” adı altına bir ayrıma gitmeksizin yukarda sayılan dört kıymet
zaviyesinden insanın eylemlerini bir değerlendirmeye tâbi tutar.
Bugün
sömürgeci Batı Müslümanların, kendi özelliklerinden, hadaratından, kültüründen
yani kendi dini olan İslâm’dan vazgeçmelerini, İslâmi benliklerini boşaltıp
yerine Batı’nın ölçü ve kanaatlerine göre dizayn edilmiş başka bir kimlikle
doldurmak istemektedir. Zira Batı; Müslümanların sadece kendi Batılı nizamlarına
uymalarını değil, bunun yanında kendi değer ve mefhumlarını benimseyip
İslâm’dan vazgeçmelerini de dikte etmektedir. Buna göre o; Akide, Şeriat,
Hilâfet, Kur’an, Nebi SallAllahu Aleyhi
ve Sellem, ibadet, Arapça, başörtü, nikap/peçe, çocukları sünnet ettirmek,
kurban kesmek, mescitler, imamlar, okullar, bayramlar ve evlilikler gibi
dinimizle alakalı olan her şeye karşı amansız bir propaganda sürdürmektedirler.
Dolayısıyla ister akide, ister nizam, ister davranış, ister kültür, isterse
hadarat olsun İslâm ile alakalı her şey, yasaklanmak, tahrif ve alay edilmek
için hedef tahtasına konulmaktadır.
Bugün,
kimi İslâmi cemaatlerin bile kendilerine slogan edindikleri milli-manevi değerler
ifadesinden anlaşılan husus, hadarattır. Milli değerler ifadesi ile İslâmi
hadaratın ilmek ilmek dokuduğu bu coğrafyada var edilmeye çalışılan husus,
Batılı hadarat olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün muhatap olduğumuz, insanımızı,
ırk, millet, vatan gibi unsurlarla parçalamak suretiyle bölgemizdeki
varlıklarını kalıcı hâle getirmek isteyen bir sömürgecilik anlayışıdır. Milli
değer adı altında ne kadar bölücü unsur varsa Müslümanlara enjekte edilmekte,
onların aralarında harç vazifesi gören İslâmi akide ve İslâmi hadarattan
uzaklaştırılmak istenmektedir.
Şüphesiz
İslâmi bir vecibe olarak Allahu Teâlâ’nın ipine/İslâm’a hepimizin sımsıkı
sarılmamız, kimliğimizi korumak için çalışmamız, dinimize, akidemize, yaşam
tarzımıza ve değerlerimize bağlanmamız gerekmektedir. Zira;
وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى
أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Allah,
emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler (iman etmezler).”[6]
[1]
Hucurat Suresi 13
[2]
En’am Suresi 161-163
[3]
Secde Suresi 18
[4]
Fussilet Suresi 40
[5]
Muslim
[6]
Yusuf Suresi 21


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış