Her devletin iktisadi
politikası-siyaseti bağlı olduğu ideolojinin temelleri üzerine kuruludur. Bu
sebeple herhangi bir ideoloji üzerinde yürümeyen ülkeler ne iktisadi ne siyasi
ne hukuki ne de içtimai politika belirleyemez. O ancak kendisi üzerinde nüfuz sahibi
olan ideolojik devletin iktisadi politikalarına kölelik yapar. Hilâfet Devleti
ise her meselede İslâm ideolojisi temeli üzerinde politikalar belirler.
Dolayısıyla Hilâfet Devleti’nin iktisadi politikası da İslâm’ın iktisadi
politikasının bizatihi kendisidir. Bu çerçevede İslâm’ın iktisadi siyasetinin
esaslarından bahsetmeden önce bugün dünyaya egemen olan ve tüm ülkeleri
hegemonyası altına alan kapitalist iktisadi siyasetin esaslarından ve bu
siyasetin bozukluğundan bahsedelim. Zira bugün insanlığın ekonomik buhran
içinde yaşamasına sebep olan kapitalist iktisadi siyasetin ne olduğunu
bilmeden, İslâmi iktisadi siyasetin esasları, realitesi, gerçekliği ve
doğruluğu zihinlerde somutlaşmayabilir.
Kapitalist nizamın
bozukluğunu anlayabilmek için onun iktisadi siyasetinin esasını teşkil eden “Milli gelirin artırılması” teorisinin
ne olduğuna ve aslında nasıl bir tuzak olduğuna bakmak gerekir. Zira Türkiye
dâhil tüm dünya ülkeleri ekonomilerinin gelişmişliğini, ülkelerinin milli
gelirinin artırılması esası ile değerlendiriyorlar. Mesela biz Türkiye için
söyleyecek olursak, eğer milli gelir artarsa kişi başına düşen gelir de artacak
diye düşünürüz. Aslında kapitalist iktisadi siyaset bizi böyle düşünmeye sevk
ediyor. Doğal olarak kapitalist iktisadi siyasete göre milli gelirin artması
için üretimin ve hizmetlerin artırılması gerekmektedir. Çünkü kapitalizme göre
insanın ihtiyaçları sınırsız ve limitsizdir, kaynaklar ise sınırlıdır. İşte
kapitalizm, sınırlı kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılayabilmesi
için üretimi artırmayı hedefler. İnsanların daha çok çalışıp üretim ve hizmet
gelirlerini artırarak milli geliri artırmaları amaçlanır. Milli gelir ise
aslında insanların ihtiyaçlarına göre bir dağılım sergilemez. Onlar servetin
kimin elinde olduğuna bakmaksızın gelişmişliği/kalkınmayı genel olarak milli
gelir miktarları ile ölçmektedirler. Onlara göre toplumun onda biri servet
sahibi olsa, onda dokuzu ise yiyecek, giyecek ve sığınabilecek bir meskene
sahip olamasa dahi toplam servet toplam nüfusa bölünecek ve kişi başına düşen
milli gelir şu kadardır denilecektir. Bu çok büyük bir yalandır?
Kapitalist nizam
ekonomik sorunlara toplumsal bir sorun çerçevesinde bakmaz. Aslında sadece
ekonomik sorunlara değil tüm sorunlara toplumsal sorun olarak bakmaz. Yani
ekonomik soruna insanlar arası ilişkilerle ve servetin insanlar arasında
dağıtılması ile ilgili bir sorun olarak bakmaz. Aksine servetlerin artırılması
için insanlara çalışma ve mülk edinme hürriyeti verir ve doğal olarak sorunu
bir üretim sorunu hâline getirir. Dikkat edin kapitalizme inanmış ve kapitalizm
ile sömürülen ülkelerde ekonomik buhranlar yaşandığında hemen üretimin
düştüğüne yönelik açıklamalar yapılır. Hemen iktisadi gelişmeye ve üretimi
artırmaya yönelik çağrılar yapılır. Bu çağrılar Müslümanların topraklarında
kâfir devletlerin varlıklarını korumak ve ayaklarını sabitlemek içindir.
Kapitalist iktisat nizamında tüm değerler maddidir. Maddi değeri ön planda
tutanlar zengin olanlardır. İnsani, ahlaki ve ruhi değerlere sahip topluma
karşı kapitalist sermayedar ve yöneticiler cimri davranırlar. Türkiye ve diğer İslâm
beldeleri bu kapitalist sistemin cenderesinde kalmıştır. İşte Müslümanlar
olarak biz bu nizam ile kalkınmayı hayal eden ve büyüme hedefleyen ülkelerde
yaşıyoruz. Böyle olduğu hâlde iktisadi bağımsızlıktan söz ediyoruz ve bağımsız
iktisadi politikalar belirlediğimizi iddia ediyoruz!
İslâm coğrafyası
tüm ekonomik kaynaklar açısından çok büyük zenginliklere sahip iken biz işte bu
kapitalist iktisadi siyasetin cenderesine mahkûm durumdayız. Petrol, doğalgaz,
kömür, altın ve daha birçok iktisadi değer İslâm topraklarında bulunmaktadır.
Aynı zamanda tarım arazileri ve bu arazilerin verimli kullanılması için olmazsa
olmaz olan nehir yatakları İslâm topraklarından akıp gitmektedir. Sonra tüm bu
kaynakları ve ekonomik değerleri sanayide işletecek, kullanılır hâle getirip
bunlara ekonomik değer katacak beyin gücünün ve çalışan nüfus yoğunluğunun da
zengin olduğu bir İslâm coğrafyasından bahsediyoruz. Ama ne yazık ki, tüm bu zenginliğe rağmen
fakir durumdayız. Tüm bu zenginlikler Müslümanların maslahatına kullanılmıyor.
Toprağımıza, tarlamıza bir eşkıya giriyor ve tüm zenginliğimizi alıp gidiyor.
Biz ise kendi toprağımızda, kendi tarlamızda o eşkıyaya cüzi bir ücret
karşılığında işçilik yapıyoruz.
Peki, bunun temel
sebebi nedir?
Müslümanlar sahip
oldukları bu ekonomik değerlerden çok daha önemli olan başka bir değeri
kaybettiler. Ekonomik değerlerin yeniden kazanılması, bu önemli kıymetin
yeniden kazanılmasına bağlıdır. Bu, Müslümanların kaybettiği fikrî değerdir.
Fikir gelişmekte olan bir toplum için hayatta elde edilebilecek en büyük
değerdir. Hele hele bizler gibi fikrî anlamda köklü bir geçmişe sahip toplum
için atalardan teslim alınacak en büyük mirastır fikir. Bu makaleyi hazırlarken
ziyadesiyle istifade ettiğim İslâm’ın iktisat yönetimi ve siyaseti konusunda
çalışmaları olan Takıyyuddin en-Nebhani bu fikrin değerini şu ifadelerle
anlatıyor:
“Maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik yenilikler ve benzer
şeylerin yeri, fikirlerden çok daha aşağı seviyededir. Bunlara ulaşmak sahip
olunan fikirlere bağlı olduğu gibi bunların korunmaları da yine bu fikirlere
bağlıdır. Fikrî değerlerini koruyabilen bir toplumun maddi servetleri tahrip
edilse dahi, böylesi bir toplum onu hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî
değerleri çökmüş toplumlarda maddi servet mevcut olsa dahi bunların azalması ve
fakirleşme çok çabuk olur. Zaten bir toplum düşünce metodunu kaybetmeden elde
ettiği bilimsel gerçekleri kaybetse bile onların çoğunu tekrar elde edebilir. Hâlbuki
kendine ait verimli düşünce metodunu kaybederse anında gerilemeye ve elindeki
tüm teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı öncelikle fikrî değerlere
sahip çıkmak gerekir.”
Bahsettiğim fikir,
kitaplarda yazılı olup pratik gerçekliği olmayan felsefi düşünceler değil,
hayatla ilişkisi kurulamayan gerçek ötesi farazi mülahazalar da değildir.
Fikirden kasıt, hayatın gerçekleri ile karşılaştıkları zaman toplumların
kullanabileceği pratik düşüncelerdir. Eğer bu fikir olursa toplumdaki bireyler
karşılaştıkları olaylar ve hayatın gerçekleri üzerinden bir hükme varmayı ve
bir karar vermeyi gerçekleştirebilirler. Aynı zamanda toplumların yöneticileri
ve idarecileri de bu fikir çerçevesinde hüküm ve kararlar alabilirler. Ama
böyle bir fikir olmazsa elinizdeki ekonomik servetlerin değeri ve kıymeti yok
olup gider. Çünkü o ekonomik servetlerin kıymetini gören ve kendi kapitalist ve
sosyalist fikri çerçevesinde onlar üzerinde hüküm vermeyi ve karar almayı
akbabalar gibi bekleyen sömürgeciler vardır. İşte biz Müslümanlar olarak o
fikirden neredeyse son yüz yıldır yoksunuz. İslâm’ı bir hayat nizamı olarak
hayatımıza tatbik edilen bir fikir ve ideoloji olarak görmüyoruz.
İslâm ideolojisinin
iktisat politikasına yani diğer manada İslâm ideolojisini esas alan Hilâfet
Devleti’nin iktisat politikasına gelince, İslâm insanın ekonomik ihtiyaçlarının
sınırsız olduğunu asla kabul etmez. İnsanın ihtiyaçları sınırlıdır. İnsanın hem
zaruri ihtiyaçları hem de lüks ihtiyaçları vardır. Her halükârda insanın
ihtiyaçları sınırlıdır. Dolayısıyla İslâm insanın ihtiyaçlarının sınırlı olması
gerçeğinden hareketle kapitalizm gibi sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak
için üretimi artırmayı iktisadi siyasetinin hedefi yapmaz. Burada şunu da ifade
etmek gerekir; servetin dağıtımını İslâmi iktisadi siyasetin temel hedefi
olarak belirlemiş olmak, üretimin artırılmaması ve ihmal edilmesi anlamına gelmez.
Çünkü dağıtımın bizzat kendisi servetin geliştirilmesini gerektirecektir.
Üstelik serveti artırmak veya geliştirmek her fert için zorunlu bir şeydir.
Burada dikkat edilecek husus servetin geliştirilmesi ve üretimin artırılmasını
iktisadi siyasetin hedefi hâline getirmemektir; iktisadi nizamın temel hüküm ve
kanunlarını üretimi geliştirmek esası üzerine kurmamaktır. Üretimin
geliştirilmesi teknik ve iktisadi bilgiler ile geliştirilecek bir meseledir.
Hatta bu bilgi ve teknolojiler her yerden alınabilir. Çünkü bu bilgiler
ideolojik bakış açısı ile ilgili değil evrensel bilgilerdir. ABD’den,
Avrupa’dan, Rusya’dan alınabileceği gibi Çin’den de alınabilir. Esas olan bu
bilgilerin şer’î hükümler ile çakışmamasıdır.
İslâm hiç birini
diğerinden ayırmadan tüm insanların fert fert zaruri ihtiyaçlarını garanti
altına alır ve tam olarak temin eder. Lüks ihtiyaçlarını ise yaşadığı toplumun
ekonomik şartlarına göre gücü yettiğince temin eder. Daha özetle İslâm’ın iktisadi siyaseti bir bütün olarak her bireyin
temel ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumun yaşam standartlarına bağlı olarak
lüks sayılan ihtiyaçları karşılama imkânının da bireye sunulmasıdır.
İslâm’ın iktisadi
hedefini şu dört nokta ile özetleyebiliriz;
1- İslâm herkese birer fert olarak bakar. Dolayısıyla
ferdin ihtiyaçlarını karşılamada bakışı ferdîdir.
2- Her bireyin temel ihtiyaçlarının tamamının
karşılanmasını gerekli görür. Bireyi Müslüman gayrimüslim, kadın erkek,
yetişkin, çocuk, akıllı ve deli diye bir ayrıma tabi tutmadan temel
ihtiyaçlarını temin eder. Bu sebeple ihtiyaçların karşılanması konusunda İslâm
insancıldır.
3- Rızkı elde etmek için insanların çalışmasını
mubah/serbest kılar. Bu konuda tüm bireylere eşit davranır ve her birinin
servetten dilediği miktarda pay alması için yol açar. Ancak burada esas olan
mülk edinme keyfiyetinde İslâm’ın bireyleri şer’î hükümler ile kayıtlı
tutmasıdır. Mesela herhangi bir birey, içki satarak, içki üreterek mülk
edinemez.
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ
أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ
“Deki Allah’ın kulları için çıkardığı
ziyneti ve temiz rızkı kim haram kıldı?”[1]
يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا
أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ
“Ey iman edenler! Kazandığınız malın temizinden ve
sizin için yerden çıkardığımız maldan infak ediniz (hayra harcayınız).”[2]
4- İslâm tüm ilişkilerde olduğu gibi fertler arasındaki
ekonomik ilişkilerde de yüce değerlerin hâkimiyetine önem verir. Dikkat edilirse
kapitalist iktisadi nizamda dağıtım merkezli bir siyaset değil üretim merkezli
bir siyaset var. İslâm’da ise dağıtım merkezli bir siyaset var. Çünkü İslâm’ın
iktisat nizamı insanların ihtiyaçlarını karşılamak için dağıtımı ölçü almıştır.
Kapitalist iktisadi nizam ise servet sahiplerinin daha çok zengin olmasını
sağlamak için üretimi ölçü almıştır.
Burada şöyle bir
soruya muhatap olabiliriz; İslâm’ın iktisadi politikası bu esaslar çerçevesinde
bugünkü şartlarda uygulanabilir mi?
İslâm’ın ekonomik
sisteminin hayatta tatbik edildiği dönemleri görmediğimiz ve yaşamadığımız için
bunların bugün reel anlamda uygulanıp uygulanamayacağı konusunda kuşkular
yaşıyor olabiliriz. Bu soruya iki şekilde cevap vermek doğru olur. Birincisi, İslâm’ın
hayatın tüm sorunlarına çözümler sunan nizamları vahiy kaynaklıdır. Allah Subhanehû ve Teâlâ yarattığı kulların
hangi nizamlar çerçevesinde nasıl yaşayacağına dair bir din gönderdi. Bu dinin
kanun ve nizamlarının zaman ve mekân ile sınırlı olduğunu söylemek Allah’ın
yaratıcı olarak kulları hakkındaki tasarruf ve tasavvurunda şüpheye düşmektir.
Dolayısıyla İslâm, insanoğlu için bir fikir, bir akide ile gelmiştir. Bu fikir,
insan, hayat ve kâinatı kuşatan, hayatın öncesi ve sonrasını da kuşatan ve bu
hayatın öncesi ve sonrası ile insan arasında doğru bir ilişki kuran
özelliktedir. İşte İslâm akidesi ve insanlığın kalkınmasını sağlayacak fikir
budur. Bu fikre sahip bir toplum ekonomik zenginlikleri ve servetleri kaybetse
de, büyük ekonomik buhranlar yaşasa da yeniden bu sahip olduğu fikir ile o
değerleri kazanabilir. Ama eğer bu fikirden yoksun ise vaziyet yaşadığımız bu
asra benzer. İkincisi, İslâm yeryüzünde
tüm nizamları ile 13 asır boyunca uygulanmıştır. Bu durum reel bir gerçekliği
ortaya koymaktadır. 13 asır boyunca büyük bir coğrafyaya hükmeden İslâm’ın
uygulamaya koyduğu ekonomik bir nizamı vardı. Dolayısıyla o günden bugüne araç
gereç haricinde hiçbir şey değişmedi. İnsan ve ihtiyaçları değişmedi, aynı
şekilde kaldı ve bundan sonrada değişmeyecek. Çünkü insanın fıtratı değişmedi
ki ihtiyaçları değişsin. İnsan ve ihtiyaçlarının değişmediği gerçeğinden
hareketle İslâm iktisat siyasetinin değişmeyecek iki önemli esasını tekrar
hatırlatarak yazıyı nihayetlendirelim.
1- Belli bir
toplumda yaşayan her bireyin insan olarak ihtiyaçlarını karşılar ve bu amaçla
bireyleri ihtiyaçlarını karşılayabilmek üzere servet elde etmeyi teşvik eder
2- Bu siyaset bir
tek fikrî temel üzerine yani işlerin şer’î hükümlerle yürütülmesi üzerine
kuruludur. Şer’î hükümler ise bireyler tarafından Allah korkusunun etkisiyle,
otorite gücü ile de devlet tarafından uygulanır. Yani yönlendirme ve yasama
gücü uygulamanın temelidir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış