Avrupa Birliği şimdilik 28 üye
ülkeden oluşmaktadır. Siyasi,
kültürel, demokratik ve ekonomik bir birlik olması amaçlanarak kurulsa da daha
çok ekonomik bir pakttır. Zira AB Avrupa ülkelerinin siyasi ve askerî güç
potansiyeline rağmen bu potansiyelin
çok çok altında bir güç oluştururken ekonomik açıdan ilk üçe giren bir güç hâline gelmiştir. Güçlü ekonomiye sahip ülkelerin oluşturduğu bu birlik dev bir ekonomik güç oluştururken siyasi ve askerî açıdan güçlü
ülkelerin toplamı kendi güçlerinin üzerinde bir siyasi güç oluşturmamaktadır. Çünkü her bir ülke birliğin siyasi açıdan güçlendirilmesini kendi
egemenliğine bir tehdit
olarak görmekte ve bu dengeyi gözetmelerinden ötürü potansiyelin altında;
özellikle ezeli rakipleri olan ABD karşısında zayıf kalıyor. Dolayısıyla AB güçlü ülkeleri bir araya
getirmesine karşılık ekonomi dışında dağınık bir gücü ifade ediyor. Bu dağınıklık esasında Avrupa’nın tabiatında mevcuttur.
Şöyle ki, Avrupa ülkeleri arasında ezeli
bir rekabet ve düşmanlık vardır.
Özellikle Fransa ve Almanya 1870-1945 yılları arasında üç kez savaştı ve bu savaşlarda binlerce insan öldü. Avrupa ülkeleri
arasında sık-sık savaşlar yapılmış, 20. asırda iki kez dünya savaşının merkezi ve mahalli olmuştur. Esasında bu İslâm’dan başka çözümü olmayan, fıtri bir durumdur. Tabiatı gereği insan içgüdüsel olarak kavmini sevip
onun üstünlüğü için mücadele
eder. Avrupa’nın yaşadığı şey işte bu idi. Bu savaş ve felaketler bazı lider ve düşünürlerin barışı tesis etmenin ancak ekonomik ve siyasi
birleşme ile olacağı fikrine götürdü. Bu düşünce II. Dünya Savaşı’ndan sonra canlanmış ve barış için Fransa dışişleri bakanı Robert
Schuman Avrupa devletlerini kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve uluslar üstü bir kurum kurarak
ona devretmeye davet etmişti.
Schuman Planı olarak bilinen bu plan çerçevesinde 1951 yılında Belçika,
Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda'dan oluşan altı ülke tarafından Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kurularak AB’nin temelleri atılmış oldu. Bu altı üye devlet 1957 de işgücü, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına dayanan Roma Antlaşmasını imzalayarak Avrupa Ekonomik topluluğunu (AET) kurdu. Aynı antlaşma çerçevesinde Avrupa Atom Enerjisi
Topluluğu da (EURATOM)
kurulmuş oluyordu. 1965
yılında imzalanan Füzyon (birleşme) Anlaşması ile yukarıda
adı geçen topluluklar tek bir çatı altında toplanarak Avrupa Toplulukları
olarak anılmaya başlandı. Tüm Avrupa
ülkelerine açık olan bu oluşuma daha sonra Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka katılmak istedi. Fransa Birleşik Krallığın üyeliğini iki kez veto
etse de çetin pazarlıklar sonucu bu üç ülke 1973’te birliğe katıldı. Daha sonra 1981’de Yunanistan
ve 1986’da Portekiz ve İspanya’nın
katılımıyla birlik üye sayısı 12 ye çıkarken birlik güneye doğru yayılmış oldu.
Berlin duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla AB’nin yapısında ciddi değişikler meydana geldi. Maastricht Anlaşması kapsamında önceki anlaşmalar çerçevesinde kurulan birliktelik,
ortak dışişleri ve adalet ve içişleri alanında da yeni sütunlar oluşturdu. 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren bu anlaşma 1999’a kadar parasal birlik ve Avrupa
vatandaşlığının oluşturulmasını da kapsıyordu. Ancak Avrupa ortak para birimi olan
Euro 2002 yılının başında yürürlüğe girebilmiştir. Birliğe 1995 yılında Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımının ardından 2004 yılında
10 ülke, 2007 yılında iki ve son olarak 2013 yılında Hırvatistan’ın katılımıyla
AB üye sayısı 28’e yükseldi. 2007 yılında imzalanan ve 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile karar alma mekanizmalarının
tıkanıklığını gidermeye çalışılarak siyasi ve ekonomik açıdan birlik
son şeklini almış oldu.
AB kısaca böyle bir tarihçeyle meydana gelirken aynı zamanda
yapısının güçlülüğü ve zafiyetleri,
bekası ve akıbeti ve etkinliği gibi pozisyonunu da gösteren gelişmelerden meydana gelmiştir. AB’nin tarihî serüveni üstünkörü bir
bakışla göremeyeceğimiz siyasi çatışma ve hamleler ile doludur. Her ne kadar
hedefte siyasi ve ekonomik birleşme olsa da ilk fikri ortaya atan ülkeden tutun da ilk altı üye
ülkenin olur vermesine, İngiltere’nin
katılmasından doğu Avrupa
ülkelerinin katılmasına varıncaya kadar birlik çatlak bir zemin üzerine oturmuş ve sonraki gelişmelerle çürük bir yapıya sahip olmuştur. AB’nin akıbetini anlamak için bu gelişmelerin arka planını ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle bu birleşme davetinin geldiği Fransa görüntüdeki barışı tesis etmekten ziyade ezeli rakip ve düşmanı Almanya’dan emin olmak ve sömürge
faaliyetlerini artık askerî yollarla değil de birlikler yoluyla, ekonomik, kültürel ve diplomasi
yoluyla olmasını hedefliyordu. Aynı şekilde Almanya da bu hedefi güderken kurucu diğer üye ülkeler için de bu söylenebilir.
Bunun bir göstergesi olarak Fransa ve Almanya sürekli AB’ye liderlik etmek
istemiş ve bu alanda da
gizli bir rekabet içerisine girmişlerdir. Bu iki ülke AB’nin doğal lideri olduklarını düşünmekte ve biri diğerine üstünlük kazanmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla perde önünde AB’nin menfaati gözetilse de
perde gerisinde iki ülke de kendi maslahatı peşindedir. Bu durumun bilinmesinden dolayı her bir AB üyesi ülke
temkinli olurken dile getirilmeyen gizli bir güvensizlik hâkimdir. İşte bu durum AB’nin çatlak zeminini oluşturan unsurlardan bir tanesidir.
Birlikte ikinci bir çatlak oluşturan unsur İngiltere’nin durumudur. İngiltere yaptığı referandum ile AB’den çıkma kararı alsa da henüz resmî olarak
çıkmış değildir ve çıkma girişiminin blöf olma ihtimali vardır. Bu
nedenle İngiltere’yi AB
üyesi olarak değerlendirdiğimizde onun AB’ye girmesi sadece menfaat
gereğidir. Ayrıca içerisinde
olsa bile sıradan bir AB ülkesi olmak istememekte ve ne kadar kazanım elde
edersem o ölçüde yaklaşırım hesabındadır.
Bu nedenle AB sorunlarıyla fazla ilgilenmemektedir. Mesela AB üyesi olmasına rağmen ortak para birimi olan Euro’ya geçmediği için Euro’nun çökme sorunuyla hiç
ilgilenmemektedir. Zira İngiltere AB’nin
çürüklüğünü ve çatlak zemin
üzerine oturduğunu görüyor ve ona
fazla bel bağlamadan sadece
ortak pazar noktasında değerlendirmek
istiyor. Bu nedenledir ki, İngiltere bir ayağını AB’ye diğer ayağını ABD’ye koymuş ve AB’nin zaaflarından kaynaklanan zararı
ABD’den kapatmak istemiştir. Bu durum
ABD’nin de işine gelmektedir ve
ABD onu AB’nin surlarında açılan bir gedik olarak değerlendirmektedir. Nitekim İngiltere’nin AB’den çıkma girişimini desteklemiş ve bununla AB’nin dağılması noktasında bir domino etkisi
beklentisine girmiştir.
Çünkü ABD her ne kadar AB’ye siyasi ve askerî üstünlüğünü sağlamış olsa da ekonomik
açıdan gerçekten büyük bir güç olduğunun ve doların tek rakibi olduğunun farkında. Zira AB, ABD’yi küçük düşürmek ve dünya üzerindeki etkisini kırmak
için var gücüyle çalışan ekonomik bir oluşumdur. Ayrıca çürük ve çatlak temeller
üzerine otursa da dağılmadığı sürece siyasi ve askerî açıdan da ABD
açısından varlığı kabul edilemez
bir güç potansiyelidir. Bu nedenle ABD, AB’yi dağıtmak için var gücüyle çalışmakta ve AB’yi kendine rakip olarak görmektedir. Bir yandan ön
ayak olacağını düşünerek İngiltere’nin çıkmasını desteklerken diğer yandan nüfuz sahibi olduğu ülkeleri AB’ye sokmaya çalışmaktadır. Nitekim 2004 yılında birliğe katılan 10 doğu Avrupa ülkeleri üzerinde nüfuzu vardır
ve yine Türkiye’nin AB’ye girmesini destekliyor. ABD bununla hem AB’nin
sorunlarını çoğaltmak isterken,
karmaşık ve içinden
çıkılmaz bir hâl almasını ve aynı zamanda müttefikleri vasıtasıyla AB
içerisinde görüş sahibi olmak
istiyor ki AB’nin çöküşünü hızlandırsın. İşte ABD’ye göbekten bağlı bu ülkelerin AB içerisinde olması da
onu çürük kılan unsurlardan biridir.
Yine başta da işaret ettiğim üzere İslâm’dan başka hiçbir çözümü olmayan etnik durumlar da
AB’yi çürük kılıyor. Çünkü her millet fıtri olarak kendi ırkının bekasını
gözettiğinden AB’nin siyasi
açıdan güçlendirilmesini kendi egemenliklerini aşındıran bir unsur olarak görüyor ve bu sebeple AB ekonomi dışındaki hususlarda potansiyelinin çok
altında bir birlik olabiliyor. Avrupa ülkeleri egemenliklerini uluslar üstü bir
kuruma vermek istemeyip her biri AB’yi ortak çıkarları noktasında değerlendiriyor. Ne var ki ortak çıkarlar
üzerinde de hemfikir olmaları imkânsızdır. Zira Almanya ve Hollanda gibi tarım
ülkeleri çiftçilerin desteklenmesi ve bu noktada vergi indirimini savunurken İngiltere tarım desteklerini veya herhangi
bir teşvike karşı çıkıp ticaret özgürlüğü istemektedir. Fransa ve Almanya ise bu
hususta İngiltere’ye karşı çıktılar. Yani çıkarlar ülkeden ülkeye
göre değişmekte olup birliğin tamamını kapsayan ortak çıkar diye bir şey çok azdır. Mesela askerî açıdan güçlü
olan ülkeler askerî ve güvenlik konularında ortak savunmaya sıcak bakmamaktadırlar.
Yine işsizliğin sorun olmadığı ülkeler Avrupa vatandaşlığı konusunda çekimser kalmaktadırlar. Bu hakikati eski Alman Şansölyesi Schröder şöyle ifade emiştir: “İngiliz tipi serbest
ekonomi sistemi, tüm Avrupa ülkeleri için bir model temsil etmemektedir” Dolayısıyla hem egemenliklerinden vazgeçmeyip hem de AB’nin
siyasi bir güç olmasını beklemek mümkün değildir. Çürüklüğün en derini bu meseledir ve bunu gidermek de demokrasi ile
mümkün değildir. AB kaldığı sürece bu sorunla hep baş başa kalacaktır.
Ayrıca bununla kalmayıp Avrupa ülkelerinde bölünme ve bağımsızlık niyetinde olan bölgeler de
vardır. Bu mesele de AB’nin yumuşak karnı pozisyonundadır ve ABD bu fırsatı değerlendirip bu yumuşak bölgeye yönelik de çalışmaktadır. Nitekim ABD Kürdistan bağımsızlık referandumuna karşı çıkıp ajanları yoluyla Barzani’ye geri
adım attırırken son yaşanan Katalonya bağımsızlık referandumuna destek olmuş ve bağımsızlık gerçekleştiği takdirde onu
tanıyacağını göstermiştir. Bu sebeple ABD ayrılıkçı hareketleri
el altından destekleyip AB’yi parçalamak için fırsat kollamaktadır. Dolayısıyla
ABD bu açıdan her fırsatı kullanacağı gibi yeni fırsatlar oluşturma noktasında da durmayacaktır. Ayrıca
AB içerisindeki kendine yakın liderler yoluyla onu içten çürütmekten hiç
vazgeçmeyecektir. Zira Mayıs 2004’te AB’ye katılan 10 ülke ABD nüfuzu altındaki
bölge ülkeleridir. Nitekim o dönem Avrupa komisyonu başkanı olan Romano Prody bu duruma işaretle şöyle diyordu; “Avrupa
Birliği’ne yeni katılan
bazı devletlerin güvenlik açısından ABD ile sıkı ilişkileri vardır.”
Avrupa Birliği’nin ortak parası olan Euro her on yılı atlatmadan kriz üreten
kapitalist iktisadi düzenden dolayı da yok olma tehdidi altındadır. Çünkü
Euro’nun çökmesi demek Avrupalı devletler tarafından AB’nin çökmesi ile eşdeğer görülüyor. Bu sebeple Yunanistan’ı saran mali krizde AB
milyarları aşan yardım paketleri
vermek zorunda kalmıştır. “Almanya olarak herhangi bir devletin
iflasını istemiyorum” diyen Almanya Şansölyesi Merkel, “Eğer Euro iflas
ederse Avrupa’da iflas eder” diyerek
Euro’nun çöküşünün AB’nin dağılmasına sebep olacağını dile getiriyordu. Ekonomik kriz
kapitalist düzenin bir gerçeği olduğuna göre AB bu
sorunla sürekli karşı karşıya kalacaktır. Hep birlikte önerilen bir
trilyon Euro, 440 milyara yükseltilen Euro fon bütçesi ve Avrupa istikrar
fonuna verdiği desteğin yanında Almanya ve onun uyarıları, çok
sayıdaki sorun noktasında endişeleri göstermektedir. Bunun ışığında Avrupa Birliği, kapitalist ekonomik sistemin bir sonucu
olarak ekonomik ve finansal krizlerin stresi altına girmiştir.
Tüm bu açıklama ve incelememiz AB’nin pozisyonu ve nereye doğru gittiğiyle alakalı öngörümüzü ortaya koyabilmek içindi. Şimdi yukarıdaki hakikatler çerçevesinde
AB’nin akıbetini anlamaya çalışalım. Öncelikle belirteyim ki AB’de dağılan SCCB’nin de maruz kaldığı ve yalnızca İslâm’ın çözebileceği milliyetler sorunu var oldukça ve ABD bu
sorunu kaşıdıkça sahip
oldukları siyasi ve askerî potansiyel güçlerini asla birliğe yansıtamayacaklar. Dolayısıyla güçlü AB
değil de güçlü AB
üyesi ülkeler olarak dağınık kalmaya devam
edecektir. Ancak ekonomik bir güç olarak ABD ve dolar karşısında güçlü bir rakip olmaya devam
edecektir. Zira yukarıda saydığım Euro’nun maruz kaldığı sıkıntılar dolar için de geçerli olup aynı tehlikeye o da
maruzdur. Sadece dolar tek elden yönetilmesinden dolayı biraz avantajlıdır.
Yine de dünyayı saran ekonomik krizler kapitalist ideolojinin bir gerçeği olduğundan hiçbir ülke aynı tehditten muaf değildir.
Yine AB’nin siyasi ve askerî gücü ABD’nin elde ettiği bazı üstünlüklerden ve bu üstünlüğünü AB’ye karşı kullanmasından dolayı görünen gelecekte
ABD’ye denk olamayacaktır. Çükü ABD birincil düşman olarak gördüğü İslâm ve
Müslümanlardan sonra AB’yi ciddiye almaktadır. Bütün bu iç ve dış etkenlerden dolayı yakın gelecekte siyasi
ve askerî açıdan güçlü bir birlik olamayacaktır.
AB’nin dağılma olasılığı ise her zaman mevcut olmakla birlikte ve
mevcut dağınıklığa rağmen şimdilik söz konusu
değildir. Hele ki onun
en güçlü iki üyesi Almanya ve Fransa bu noktada son derece hırslı ve birliği koruma gayretindeyken bazı depremler yaşasa da dağılma kolay gerçekleşebilecek bir şey değildir. Zayıf
devletler ise zaten onunla korunma isteğinden dolayı bunu istemezler. Bana göre AB’nin dağılması onun kurucu ve en güçlüleri olan
bir devletin (mesela Almanya gibi) artık tek başına siyasi dengeleri kurabileceğini düşündüğünde birlikten çıkmasıyla gerçekleşecektir. Bu ise devletlerarası durumların
değişmesiyle ancak olabilir ki Avrupa
devletleri lehine böyle bir değişim şimdilik söz konusu değil.
Bağımsızlık hareketlerinin
AB’yi olumsuz etkilediği doğrudur. Ancak AB bununla alakalı tüm
tedbirlerini alacak ve Müslümanları bölmek için kutsadıkları milletlerin kendi
geleceğini seçme hakkını
bu hareketlere tanımayacaklardır. Son Katalonya krizinde de görüldüğü üzere AB gerekirse önüne geçemediği bir bağımsızlığı tanımayacak ve AB
dışında bırakmakla
tehdit edecektir. Dolayısıyla AB bu sorunla yaşamakla birlikte öyle kolay teslim olacak değildir.
İngiltere’nin eğer birlikten çıkışı kesinleşirse AB’yi nasıl etkileyeceğine gelince; İngiltere güçlü bir Avrupa devleti ve AB üyesi olmakla birlikte
AB’yi tam benimsemiş bir ülke değildir. Bilakis bir ayağı ABD’de, bir ayağı AB’de birinin açığını diğerinden kapatmaya çalışan ve sadece kendi maslahatını güden bir ülkedir. Nitekim AB
üyesi olduğu hâlde Euro
bölgesine de girmemişti. AB onun çıkış sürecini kontrol edebildiği takdirde esasen surlardaki bir gediği kapatmış olacak. Yani İngiltere’nin çıkışı ya AB’nin çözülmesine ya da bir beladan kurtulmasına vesile
olacaktır. Bu durum İngiltere değil de başka bir ülke için olsa idi belki çözülme başlayabilirdi. AB’yi benimsememiş olmasından dolayı onun çıkışını AB, en az hasarla atlatacaktır.
Velhasıl, AB şimdilik mevcut konumu ve gücüyle varlığını devam ettirirken yeryüzünde asla İslâm Hilâfet Devleti’nin sağladığı gerçek bir birlik olmayacaktır. Gerek federal birlikler,
gerek uluslar üstü bir kurum çerçevesinde birleşmeler, milliyetler ve maslahatlar sorununu tam manasıyla
çözemez. Yakın gelecekte dediğim gibi Avrupa lehine devletlerarası durum ve dengelerin değişmesi beklenmemekle birlikte, dünyanın kalanında Müslümanların
lehine bir değişikliğin olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Bir İslâm Devleti’nin kurulması an meselesidir.
Çünkü kâfirlerin asla istemediği ve konuşulmasın diye alternatiflerini
ürettiği İslâm Devleti fikri artık konuşulmaktadır. Müslümanların artık içini
Batı’nın doldurduğu İslâm Birliği, Arap Birliği veya Anadolu Federatif İslâm Birliği gibi batıl fikirlerden sıyrılıp ciddi, ciddi Hilâfet’e doğru yürüdükleri aşikârdır.
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ
الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى
لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا
يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ
الْفَاسِقُونَ
"Allah, sizlerden iman edip salih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri
yeryüzünde halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam’ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene
çevireceğini
vadetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr
ederse işte
onlar fasıkların ta kendileridir." [Nur
Suresi 55]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış