Şüphesiz ilk dönem
Müslümanları yaratılış gayelerini kavramış ve bunun İslâm’ı tatbik ve âleme
taşımak olduğunu bilmişlerdi. Bunun olabilmesi için de İslâm’ı iyi anlamak
gerektiğini idrak ediyorlardı. Nitekim İslâm ümmetinin çöküşü, İslâm’ı tatbik
etmekte gösterdiği gevşeklikten, bu da İslâm’ı anlama noktasındaki zafiyetten
kaynaklanıyordu. Bunun için ilk dönem Müslümanları İslâm’ı yaşayabilmek için onu
anlamaya müthiş hırs gösteriyorlardı. Böylece Sahabeler RadiyAllahu Anhum Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem Dönemi’nde Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi anlamak
için bizzat Allah Rasul’ü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e soruyorlar ve O’nu dikkatlice anlamaya çalışıyorlardı.
Daha sonra ise gerek Sahabe Dönemi’nde gerek Tabiin Dönemi’nde Kur’an’la ilgili
rivayetleri ediniyor ve Sünnet’i öğrenmeye, ezberlemeye ve başkalarına taşımaya
önem veriyorlardı.
Böylece İslâm
kültürünün temelleri atılmış, gerekli metodolojisi oluşturulmuş ve geri kalmış
halkları aydınlatma yolunda meyvelerini vermiş oluyordu. Evet, hiç şüphesiz İslâm
kültürü kula kullukta zirve yapıp dünyayı zulüm ve karanlığa gark eden beşeri
medeniyetler üzerine bir güneş gibi doğmuştur. Müslümanlar İslâm kültürüyle
dünya halklarını 13 asır boyunca aydınlatmış olmakla birlikte bunu ne
cemiyetçilik esasına göre, ne gönüllü dernekleriyle ne de misyonerlerinki gibi
vaaz ve irşat yöntemiyle yapıyorlardı. Bilakis kavrayıp üstlendikleri fikrî
liderlik çerçevesinde İslâm Hilâfet Devleti eliyle ve öncülüğünde yapıyorlardı.
Ne zaman ki devletlerini kaybettiler işte o zaman hayrın meşalesi olmayı
kaybettikleri gibi sahip oldukları İslâm kültürü de raflarda tozlanmaya ve
içine yabancı kültürlerin sızmasından ötürü bulanıklaşmaya başlamış ve bu
sebeple dünya halkları irticai bir şekilde kula kul olmaya mahkûm olmuştur.
Yaklaşık iki asırdır dünya kapitalizmin karanlığında boğulmuş ve aydınlanmak
için hayrın meşalesi İslâm kültürünü elinde tutan, taşıdığı fikrî liderliği ile
İslâm Hilâfet Devleti’ne muhtaçtır.
İslâm kültürü asli
ve asli olana hizmet edenler olmak üzere iki kısımdır. Asli olan, tefsir, hadis,
siret, tevhid ve fıkıh gibi Müslümanların İslâm’ı anlama ve yaşamada öncelikli
olanlardır. Diğeri ise asli olana ve onu anlamaya yardımcı olan Arapça, Arapça
dil bilimi gibi ilimlerdir. İşte İslâm kültürü dediğimizde kast olunan ve
önümüze çok geniş bir yelpazede çıkan şey budur.
Şüphesiz İslâm
kültürünün en önemlisi ve İslâm’ı anlamada en yardımcı olanı tefsir ilmidir.
Nitekim İslâm düşmanları da kirli ve batıl kültürlerini İslâm’a en çok tefsir
üzerinden sokmaktadır. Onun için tefsir ilmiyle alakalı bazı bilgileri, tefsir
ve müfessirin önemini ve dünden bugüne tefsir çeşitlerini bu makalemizde
irdelemeye çalışacağız. İbadet ve taatlerimizi artırdığımız, Kur’an’ı daha çok okuyup anlamaya
çalıştığımız bu mübarek aylarda İslâm’ı anlama noktasında az da olsa bir
katkısının olmasını Allah Azze ve Celle’den
niyaz ediyorum.
Tefsir kelimesi ( فسر)“fesera”
kökünden türemiş “tef’il” vezninde bir mastardır. Fesera, örtülü bir şeyi
açmak, açıklamak ve ortaya çıkarmak anlamına gelir. Tefsir lafızlarla kast
olunanı açıklamaktır. Manaya ilişkin kast olanı açıklamaya ise “te’vil” denir.
Ancak tefsir kelimesi ıstılahi bir anlam kazanarak Kur’an ayetlerinin
açıklanması ile özdeşleşmiş ve hem tefsir hem de te’vili kapsayacak şekilde genelleşmiştir.
Böylece ulema arasında yaygın tanım olarak, “Kur’an-ı Kerim’in manalarını
keşfetmek, ondaki müşkül ve garîb lafızlardan kastedilen şeyi açıklamak.”
şeklinde sırf Kur’an’a has bir kavram olmuştur.
Kur’an Arapça bir
kitap olmakla birlikte tüm Arapça bilenler onu anlayamaz. Çünkü Kur’an güçlü
bir belağatla gelmiş ve anlayabilmek için Arap dilinin inceliklerini, nüzul
sebebini ve nasih-mensuh gibi bazı bilgileri bilmeyi gerektirecek şekilde inzal
olmuştur. Nitekim diğer dillerde de yazılmış bazı kitapları o dili bilen herkes
anlayamaz. Kitabı anlayabilmek için sadece kitabın yazıldığı dili bilmek
yeterli değildir, bununla birlikte onu anlayabilecek akli seviyenin ve kavrama
gücünün bulunması da gerekir. Buna rağmen herkes aynı şekilde ve aynı derecede
anlayamaz. İşte bu anlayış ve kavrayış farklılığından dolayı tefsir ilmi doğmuş
ve pek çok çeşitlilik kazanarak günümüze kadar gelmiştir.
Tefsir dönemleri
Tefsir ilmi ilk
dönemden günümüze kadar çeşitli merhalelerden geçerek gelmiştir. İlk dönem Tefsir’in
oluşma aşamasında olduğu Sahabe, Tabiin ve Tabi-it-Tabiin dönemidir. Tefsir
ilminin temellerinin atıldığı bu ilk dönem tefsirle uğraşanların genelde
üzerinde durduğu iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi rivayet tefsiri
olarak isimlendirilen ayetin başka ayetle, Sünnet ve Sahabe’den gelen
rivayetlerle tefsir edilmesidir. Bu alanda Hasan Basri ve Süddi el Kebir meşhur
olanlardır. Diğer ikinci kısım ise lügavi açıklamalar olarak isimlendirilen ayetlerdeki
müşkül ve garîb kelimeleri lügavi olarak açıklamak ve buna eski Arap
şiirlerinden delil getirmektir. Bu alanda ise en çok öne çıkanlar ibn-i Kuteybe
ve el Ferra’dır. Bu dönemin başlarında tefsirler genelde müşkül ve garîb kelime
ve ayetlerle sınırlı kalırken daha sonraları tüm Kur’an’ı kapsayacak şekilde ayet
ayet olmuştur. Bu dönemin en meşhurları arasında Sahabe’den ibn-i Mesud ve İbn-i
Abbas RadiyAllahu Anhumâ bulunurken
Tabiin’den Hasan Basri, Mücahit ve İkrime gibi seçkin şahsiyetler
bulunmaktadır.
Tefsir’de ikinci
dönem hicri üçüncü asırda imam Taberi tarafından başlamıştır. İmam Taberi önceki
yapılan rivayet ve dil üzerinden açıklamalara ilaveten tefsirde içtihat etmeyi
de başlatarak önemli bir çığır açmıştır. Önceki dönemde rivayet tefsirini
alanlar lügavi olana, lügavi hareket edenler de rivayete önem vermezken imam
Taberi hem her ikisine de önem vermiş hem de gerektiği yerde tefsirde içtihadı
başlatmıştır. Tefsir ilminin müstakil bir ilim dalı hâline geldiği bu dönemde İmam
Taberi “İmamu’l Müfessirin” olarak anılmıştır.
Tefsirde üçüncü
dönemi İmam Taberi’nin ölmesiyle hicri dördüncü asırda başlayıp miladi on dokuzuncu
asra kadar olan dönem oluşturmaktadır. İslâm’ın yeryüzünün dört bir yanına
yayılmasıyla tefsir ilminin genişlediği ve yine aynı sebepten tefsir ilminin
içerisine özellikle Hint, Fars ve Yunan kültürünün en çok girdiği dönem bu
dönem olmuştur. Bu dönemde önceki rivayet, lügavi ve içtihadi tefsirin yanına
olumlu olarak giren bazı yeni şeylerle birlikte ne kadar farklılık olursa olsun
tüm müfessirlerin ayrışmadan takip etmesi gereken tefsir metodunda da yeni ve
başka metotlar çıkarılmıştır. Çünkü tefsir usulleri farklı olmasının bir
sakıncası yokken metodun ayrı olması büyük bir hata ve İslâm ümmetinin çöküşüne
zemin hazırlayan unsurlardan biridir. Zira metot değişmeyen sabit keyfiyettir.
Tefsirde dördüncü
dönem, üçüncü dönemin hazırladığı taklit ve çöküş döneminden sonra Batı’nın
hızlı ve göz kamaştırıcı yükselişinden sonra güya taklidi ve geri kalmışlığı
bitirmek adına temellerini Muhammed Abduh’un attığı ve metotta iyice farklılaşmanın
meydana geldiği reformist metot dönemi olmuştur. Çağdaş tefsir dönemi diye
anılan bu dönem önemli ve olumlu birçok eserin kazanılmasıyla birlikte, Batı
kültürüyle İslâm kültürünün harmonize edildiği günümüze kadar süren dönemdir.
Nitekim Abduh’tan etkilenen Reşit Rıza, Mustafa Meragi, Cemaleddin Kasımî gibi
birçok kişinin tefsiri çöküntüyü pekiştirmekte ve İslâm ümmetini Batı’ya köle
yapmaktadır. Metottaki çokluğa bir zenginlik olarak bakan bu akım, usul ile
metodu bir birine karıştırmakta olup, tefsir metodunda kendilerini sınırsız bir
özgürlüğe sahip görmektedir. Hâlbuki hem tefsir metodunda hem de tefsir kaynaklarında
hiçbir müfessir serbest değildir. Zira müfessire tanınan serbestlik tefsir
usulünde, hitabetinde ve dille alakalı benimsemeler gibi esasa ilişkin olmayan
alandadır. Örneğin Kur’an’ı ayet ayet tefsir etmek, tamamını ya da bir kısmını
tefsir etmek ya da nüzul sırasına veya Mushaf’taki sıralamaya göre tefsir etmek
müfessirlerin üslubuyla alakalı olup tercih kendilerine aittir. Fakat mesela Sünnet’in
tefsire kaynak olup olmaması, Tevrat ve İncil gibi kitapların anlatımlarına
itibar edip etmemek özgürlüğü hiçbir müfessire ait değildir.
Kısaca anlatmaya
çalıştığımız yönüyle tefsir bu dört dönemden geçip gelmiş ve her dönem tefsir
ilmi biraz daha genişlediği, geliştiği ve İslâm kültüründe en öne çıktığı gibi,
yüzlerce müfessir de yetişip eser telif etmiştir. Yine bu dönemler boyunca
yüzlerce müfessir bulunmasından ötürü meşru olarak tefsir usulleri farklı
olduğu gibi kimilerinin farklılığı usulle sınırlı kalmayıp metoda da
ulaşmıştır. İşte hem bu ilim dalında yüzlerce müfessir bulunmasından, hem
Kur’an’ın çeşitli etkenlerden dolayı farklı anlaşılması mümkün olduğundan, hem
de tefsirde yeni kaynak ve yeni metot üretenlerden dolayı değişik tefsir çeşitleri
oluşmuştur.
Tefsir çeşitleri
Tefsir ilmiyle
ilgilenenler genelde tefsir çeşitlerini yöntem açısından rivayet tefsiri ve
dirayet tefsiri olmak üzere iki ana başlıkta toplamışlardır. Bunlardan
birincisi rivayet tefsiri ayeti, ayetle, Sünnet’le ve gerek nüzul sebebi gibi,
gerek bazı kelimelerin sahada kullanımı gibi olsun Sahabe’den gelen rivayetlere
dayanarak yapılan tefsirdir. Bu şekilde yapılan tefsire rivayet tefsiri
denildiği gibi, nakli tefsir ve me’sûr tefsir de denilir. Rivayet tefsiri bize ayetin
nüzul sebebini, ayet hakkında varsa bir Sünnet’i, nasih veya mensuh oluşunu,
muhkem veya müteşabih oluşunu ve ayet hakkında Sahabe’den olan müfessirin
görüşünü bildirir. Rivayet tefsiri yöntemi Sahabe’den gelen rivayetlere
dayandığı için her ne kadar farklı farklı olsa da fazla çeşitliliği yoktur.
Çünkü tefsirde rivayete dayanılıp onun dışına çıkılmadığı için çeşitlilik
oluşmamıştır. Ancak yöntem olarak olmasa da usul olarak çeşitliliği vardır. Bu
tür tefsirde İbn-i Abbas gibi Sahabe’den kimseler olsa da Sahabelerin
oluşturduğu tedvin edilmiş bir tefsir yoktur. Bu alanda tedvin edilip
kitaplaştırılmış ilk eser tefsir döneminin ikincisini oluşturan imam Taberi ve
eseri, “Câmiu'l- Beyân an Te'vîli Âyi'l- Kur’an” adlı eserdir.
Yöntem olarak
ikinci ana başlığa ise dirayet tefsiri denilmektedir. Dirayet tefsiri, rivayet tefsirinde
olduğu gibi ayet hakkında var olan rivayetlerle yetinmeyip Arap dili ilimleri
ve edebiyatı, fennî, felsefi ve çeşitli müspet ilimlere dayanan bir tefsir
yöntemidir. Bu yöntemle yapılan tefsire dirayet tefsiri denildiği gibi rey
tefsiri veya ma’kûl tefsir de denilir.
Bu yöntem açısından
iki ana merkezli anlayış çerçevesinde çeşitli tefsirler ve müfessirler vardır.
Yöntemden başka usul olarak da tefsir çeşitleri iki ana noktada toplanmaktadır.
Bunlardan birincisi mevdûi tefsir ve ikincisi mevziî/tecziî tefsirlerdir.
Mevdûi Tefsir
Türkçe’de “konulu tefsir”
veya “kavram tefsiri” olarak bilinmekte olup Kur’an’ı ayet ayet değil de
birbiriyle alakalı farklı ayetleri bir araya getirip bir konu oluşturarak
onları açıklamakta ve hüküm çıkartmaktadır. Bu çeşit tefsirde konuyla ilgili ayetler
bir araya getirilir, nüzul sırasına göre incelenir ve konu hakkındaki Allah’ın
hükmü anlaşılmaya çalışılır. Konulu tefsir ya Kur’an bütünlüğünü esas alır ya da
sure bütünlüğünü. Ayrıca konulu tefsir yapanlar yöntem olarak rivayet tefsirini
esas alabileceği gibi dirayet tefsirini de esas alabilir. Konulu tefsir
yöntemi, şartları, keyfiyeti ve dikkat edileceklerle alakalı çok sayıda kitap
olsa da henüz yeni oluşan bir yöntem olduğundan bu yönteme tam uyan bir tefsir
yoktur. Ancak tam manasıyla uymasa da Muhammed Ebu Zehra’ya ait el-Akîde
mine'l- Kur'ani'l- Kerim gibi bazı eserler konulu tefsire benzer olarak
gösterilir.
Meviî/Teczîi Tefsir, Ayet Ayet Tefsir
Kur’an-ı Kerim’i
Mushaf tertibine göre ayet ayet tefsir edilmesine mevziî ya da tecziî tefsir
denilir. Bu çeşit tefsirde müfessir Fatiha Suresi’nin ilk ayetinden Nas
Suresi’nin son ayetine kadar tüm ayetleri teker teker tefsir eder. Bu şekilde
yapılan tefsirlerin tahlili, icmali ve mukâre olmak üzere üç çeşidi
bulunmaktadır.
a- İcmali Tefsir: Kur’an ayetlerinin icmali olarak
(kısaca) tefsir edilmesidir. Müfessir garîb kelimelerin manası vererek
okuyucunun anlayacağı şekilde ayetin manası ve hedefini anlatılır. Müfessir tefsir
yaparken ayetleri de zikreder ki ayetler arasındaki tenasübü göstersin. Bu tür tefsire
Celaleyn Tesir’i, Ferit Vecdi’nin “Tefsiru'l-Kur’ani'l-Kerim” ve Mucemmeu'l-
Buhûsi'l- İslâmiyye'nin hazırladığı “Tefsiru'l- Vasit” misal olarak zikredilebilir.
b- Mukâren Tefsir: Türkçe olarak karşılaştırmalı tefsir
denilen bu tefsir çeşidinde müfessir bir çok tefsir’i inceleyerek karşılaştırma
yapmasından dolayı bu adı almıştır. Müfessir incelediği tefsir çeşitleri
arasında ayrım yapmadan her çeşidini inceler ve itimat ettiği görüşleri
karşılaştırmalı olarak aktadır. Ayrıca itimat etmediği görüşleri de tefsirine
alarak reddiye sadedinde açıklamalar yapabilir. Bu tür tefsire, Âlûsi’nin
“Rûhu-l Meani”si örnek olarak gösterilir.
c- Tahlili Tefsir: Bu tefsir çeşidinde müfessir icmali
tefsirdeki gibi kısa kısa değil de etraflıca ayetleri ele alıp, varsa nüzul
sebebinden dille alakalı inceliklere, ayetler arasındaki münasebetten ilim ve
ihtisasına göre kendi görüşünü zikrederken ayetleri tüm yönleriyle açıklamaya
çalışır. Bu tür tefsirler rivayet metodu ile yapıldığı gibi dirayet metodu ile
de yapılmaktadır. Bu yönüyle tahlili tefsirler “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri”
şeklinde ikiye ayrılmaktadır.
Rivayet tefsirini
yukarıda açıkladığım üzere bir tefsir metodu olmanın yanında tahlili tefsir
çeşitlerinden bir dal olarak da karşımıza çıkıyor. Dirayet tefsiri de yukarıda
açıkladığım üzere bir tefsir metodudur ancak bu metotla yapılan tefsirler
“mutlak dirayet tefsir” ve “mukayyet dirayet tefsir” olarak iki kısma ayrılır.
Şimdi sırasıyla kısaca bunları açıklamaya çalışacağım.
Mutlak dirayet tefsiri: Kendisinde muayyen
bir görüşün hâkim olmadığı “tahlili” olarak yapılmış bir dirayet tefsiridir. Bu
tür tefsire, Nesefî’nin “Medârikü’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil” adlı eseri,
Hatîb Şirbînî’nin “es-Sirâcü’l-Menar” adlı eseri ve Kâdî Beydâvî’nin
“Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil” adlı eseri örnek olarak verilebilir.
Mukayyet dirayet tefsiri: Kendisinde muayyen bir görüşün hâkim olduğu ve dirayet metoduyla
yapılmış bir tahlili tefsir çeşididir. Bu tür tefsirde müfessir ilmî, fennî
veya felsefi bir görüşün çerçevesinde ve etkisinde kalarak tefsir yapar ve
hangi görüşün etkisinde kalmışsa tefsirinde o görüşün ağırlığı hemen
hissedilir. Bu tefsir çeşidi müfessirin etkisinde kaldığı hakim görüşe göre
yaklaşık on farklı dala ayrılmaktadır.
1- Sufi/tasavvufi tefsir
İslâm tarihinde
fetihlerin çoğalması ve İslâm coğrafyasının genişlemesi sonucu her ne kadar İslâm’ın
girdiği yerlerde halklar zaman içinde eriyip İslâm’a girmiş olsa da kendi eski
inançlarından bir takım unsurları İslâm’a uyduğu gerekçesiyle İslâm’a
karıştırmışlardır. Bu da doğal olarak İslâmi hayatta bazı sapmalara ve
aşırılıklara neden olmuştur. Böylesi bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sebeplerin
etkisiyle bazı fertlerde ibadete gereğinden fazla düşkünlük, uzlet hayatı ve
dünyadan el-etek çekme gibi hasletler görülmüştür. İşte bu eğilim ve düşüncede
olan bazı kimseler başkalarının kendileri gibi düşünmesi, yaşaması ve anlaması
için tek çare olarak Kur’an’ı bu çerçevede yorumlamayı öngörmüşlerdir. Böylece ayetlerin
mantuk ve mefhumundan ayrı bâtınî bir yorumlama şekli ve Kur’an tefsiri ortaya
çıkmıştır ki bunlar Nazari Sufi Tefsir’i ve İşârî Sufi Tefsir’i olmak üzere iki
çeşittir.
a- Nazari Sufi Tefsir: Bu tefsir şeklinde
müfessir ayetlerde mantuk ve mefhumunda bulunmayan kendi felsefî görüşlerine
hizmet eden anlamlar ortaya koyar. Bu ekolün kurucusu olarak bilinen Muhyiddin
bin el-Arabi temel felsefi görüşü olan vahdet-i vucûd anlayışı çerçevesinde ayetlerin
lafzî anlamlarının ihtilaf ve kargaşaya sebep olacağını dile getirerek bir çok ayeti
te’vil etmiştir. Mesela: “Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen’i tenzih
ederiz.” mealindeki ayeti: “Kendinden
başka bir şeyi yaratmadın, eğer hakkın gayrı bir şey yaratmışsan o batıldır,
belki onları isimlerin ve sıfatlarının bir tecellisi olarak ortaya koydun.”
şeklinde vahdet-i vûcut çerçevesinde yorumlamıştır. Bu tür tefsirlere Arabi’den
etkilenerek tefsir yazan Sadreddin Konevî’nin “Kitabû İ’câzi’l-Beyan’ı ve
Abdunrezzak Kâşânî’nin “Te’vilat” kitabı örnek verilebilir.
b- İşari Sufi Tefsir: Tasavvufi tefsirin bu türünde ayetlere
verilen anlamlar nazari tefsirde olduğu gibi aslından tamamen uzak olmayıp
zahir manayla bağdaştırılabilen ve ancak sulûk erbabının bilebileceği anlamlara
ve işaretlere göre Ku’an’ı tefsir etmektir. Zaten adını da buradaki işaretten
almaktadır. Mesela: “O’dur beni yediren
ve içiren, hasta olduğumda bana şifa veren O’dur. O ki beni öldürür ve sonra
yeniden diriltir.” mealindeki ayeti: “İman
lezzeti ile beni doyuran, tevekkül ve kifaye şarabı ile beni sulayan O’dur,
zikir ile beni öldüren ve sonra tekrar dirilten O’dur.” şeklinde yorumlar.
Bu tür tefsirlere Muhammed el-Kuşeyrî’nin “Letâifu'l- İşârât” adlı kitabı örnek
verilebilir.
2- Felsefi Tefsir
Yunun, Hind, İran
ve Yahudi felsefesinden etkilenerek oluşturulan İslâm felsefesi akımının
Kur’an’ı bu etki ile tefsir etmeleri neticesinde oluşan bir tefsir türüdür.
Felsefeyi reddeden âlimlere karşı felsefeyi İslâm’a uygun hâle getirmeye
çalışan “Müslüman felsefecilerin” felsefeyi “İslâm’a hizmet ettirme” ve “dinle
hikmeti birleştirme” gayretleri sonucu oluşmuştur. Bu alanda bir bütün olarak
Kur’an tefsiri bulunmamakla birlikte Farâbî, İbn-i Sina ve İhvân-ı Safâ’ya ait
bazı ayetlerin felsefi yorumları vardır. Bu akıma göre dinin sembolik bir
özelliği vardır. Cennet, cehennem ve gaybi konular bu sembollerdendir. Onlara
göre peygamberler nazari hikmeti bilmez fakat ahlakta deha kimselerdir. Ancak
olgun bir filozof peygamberden üstündür, derler.
3- Fıkhî Tefsir
Kur’an-ı Kerim'in
amel yani ibadet ve muamelat yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili
bulunan ayetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir
çeşididir. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur’an'ın
ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları
açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve
ahret saadetini temin etmektir. Fıkhî tefsir, Kur’an'ın inzali ile beraber
başlamıştır. Bu alanda tefsir yazan müfessirlerin genelinin eserleri “Ahkam-ul
Ku’an” olarak karşımıza çıkar. Şafiî, Dâvûd ez-Zahirî ve Tahâvî’nin “Ahkam-ul
Kur’an” ve İmam Kurtubi’nin “el-Câmi’u li Ahkam-ul Kur’an” adlı eserleri bu
türdendir.
4-Fennî İlmi Tefsir
Bu
tefsir türünde Kur’an’ın itikadi bilgilerle birlikte tecrübî, ziraî, fizik,
kimya ve astronomi gibi bütün ilimleri ihtiva ettiği görüşü ağırlık noktasıdır.
Bu ekol sahipleri bazı saiklerden ötürü Kur’an’dan her türlü ilmin
çıkarılabileceği kanaatindedir. Böylece tefsirlerinde ilmî konular öne çıkmaktadır.
Buna İmam Gazzali’nin “Cevâhiru’l Kur’an” adlı eseri ve İmam Suyutî’nin eseri
örnektir.
5-İçtimai Tefsir
Güya tefsir ilmini
kuruluk ve durgunluktan kurtarma kastıyla 19. asırda oluşmuş bir tefsir yöntemidir.
Çağdaş tefsir olarak da bilinen bu tefsir türünün ilk örneği ve bu akımın
başlangıcı Muhammed Abduh’tur. Bu akıma göre önceki kıymetli tefsirler hayattan
uzak birtakım fantezi ve dilbilgisi tartışmalarıyla dolu boş çalışmalardır.
Sözde tefsir ilmini İsrailiyyat ve kuruntulardan kurtarmak adına bu alanda
yapılan çağdaş tefsirler hepsi olmasa da çoğu İslâm kültürüne bolca Batı
kültürü bulaştırmıştır. Bu alanda Muhammed Abduh ilk adımı atarken onun yolunu
talebesi Reşid Rıza takip etmiştir. “Tefsiru’l-Menar” adlı kitap da bunlara
aittir. Bununla beraber içtimai tefsire Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin eserleri de
örnek olarak verilebilir ancak bu son iki müfessiri kasten Batı kültürünü İslâm
kültürüne bulaştırma noktasında tenzih ederim.
6-Edebi Tefsir
Kur’an’ın Arap dili
ve edebi üslubuyla inmiş olmasından dolayı ondaki bu edebi yönü ortaya çıkarıp
diğer fıkhi, ilmî ya da başka yönlerin geride kalmasını savunan bir tefsir
türüdür. Bu alanda ilk çalışma yapan Emin el Hûlî ve eseri “Muhâdarât
fi’l-Emsâli’l-Kur’aniyye” dir.
7-Lügavi Tefsir
Bu tefsir türünde
konu olarak Kur’an dilini alan ve filolojik yönden Kur’an’ı inceleyen eserler
söz konusudur. Hakkında Sünnet veya rivayet bulunmayan konularda müşkül olan
kelimeleri mecaz veya kinaye olarak nasıl anlaşılması gerektiği noktasında eski
Arap şiirlerini inceleyen bir yönelimdir. Ali bin Ebi Talip ve İbn-i Abbas gibi
Sahabelere kadar dayanan ve bize kadar ulaşmayan “Garîbu-l Kur’an” adındaki
birçok eserin benzerini oluşturan bu tefsir türünün günümüzde bilinenleri Vasıl
bin Ata, el-Ahfeş ve el-Kisâî’nin “Meâni’l-Kur’an” adlı eserleridir.
8-Tarihî Tefsir
Kur’an’ı
Mushaf’taki sıralamaya göre değil de nüzul sırasına göre tarihî olarak tefsir
edilmesi düşüncesinden oluşan bir türdür. Tam olarak nüzul sırasının
bilinmemesinden dolayı çok zor bir çalışma olsa da Muhammed İzzet Derveze bu
alanda uğraşmış ve “et-Tefsiru’l-Hadis” adlı bir eser vermiştir.
9-Fırka Tefsirleri
Bu tefsir türü ile
hicri birinci asırda oluşmaya başlayıp devamında hep var olan bir takım fırkaların
kendi görüşlerini haklı çıkarmak için ayetleri olumsuz yönde te’vil etmeleri
kastedilir. Mutezile, Harici ve Şia ekollerine ait eserler bu türdendir.
10-İlhadi Tefsir
İlhadi kelimesi
ateizmle eşdeğerdir. İslâm dinini zayıflatmak yahut yıkmak kastıyla oryantalist
ve onların yönlendirmesiyle yazılan tefsir türüne bu yüzden bu ad
verilmektedir.
Hülasa, sakınılması
ve tehlikesinden emin olunması gereken birçok tefsirler olduğu gibi istifade
edilecek ve Kur’an’ı anlama noktasında baş tacı edilecek birçok tefsir de bulunmaktadır.
Tefsir ilmindeki bu çeşitlilik ve sapma muhakkak metot noktasındaki
farklılıktan kaynaklanmaktadır. Gayri İslâmi metotla yazılmış tefsirleri bir
kenara koyduğumuzda sadece üslup farklılığından kaynaklanan çeşitli tefsir
eserleri kalır ki baş tacı yapmamız ve özellikle değişmeyen konularda esas
almamız gerekir. Ancak hayatın vesileleri ve her asrın sorunları değiştiği için
öncekilerle iktifa etmek doğru değildir. Önceki sahih eserlerin metot, üslup,
şekil ve sunuş bakımından olan farklılıkları onları okumayı alışkanlık hâline
getirenlerden başkasına okuyup anlaması oldukça zor gelmektedir. Üstelik özellikle
sabit olmayan konularda ortalama 6-7 asır önceki müfessirlerden günümüz
problemlerini çözmelerini beklemek, onlara yapılan haksızlıkla birlikte en
hafif deyimiyle bir tembelliktir. Bu yüzdendir ki hem bazı bozuklukları
giderecek, hem asrın kendine has problemlerini çözecek hem de okuyup
anlaşılması kolaylaştırılacak şekilde bugün İslâm ümmeti yeni müfessirlere
şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Açıktır ki tefsir ilmi İslâm kültürünün en önemli
ve en kıymetli çalışmalarındandır. Bundan
dolayı günümüzde, Sahabelerin tefsir metoduna göre yeniden tefsir
çalışmalarının yapılması son derece elzemdir. Peki tefsirde kullanılması
gereken metot nedir? Şimdi kısaca ve ana hatları ile bu metoda değinelim.
Kur'an tefsiri,
Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde
cümlelerin anlamlarını açıklamak demektir. Bundan dolayı ilk olarak Kur'an
vakıasının ortaya konulması ve bütüncül bir şekilde Kur'an gerçeğini ortaya
koyacak inceleme ve araştırmanın yapılması gerekir. Yine kelimeleri ve
anlamları açısından bu vakıaya uyan şeylerin incelenmesi gerekir. Sonra da
Kur'an'la gelen konuların anlaşılması, kaçınılmazdır.
Kur'an vakıasına
gelince, şüphesiz Kur'an Arapçadır ve Arapça sözlerden ibarettir. Dolayısıyla
onun vakıasını Arapça kelam olması itibarı ile anlamak gerekir. Zira
kelimelerinin Arapça kelimeler, cümlelerinin de Arapça lafızlardan meydana
gelen Arapça cümleler olarak kavranması gerekir. Cümlelerinde var olan
kelimelerin ne şekilde (icaz, istiare, kinaye vs.) kullanıldığını ve cümle
bütünlüğü olarak da cümlelerin ne şekilde kullanıldığı kavranmalıdır. Arapça
kelimelerde ve cümlelerde Arapça kullanım şekillerinden veya cümle kuruluşları
açısından Arapça şekillerden meydana geldiği iyice bilinmelidir. Üstelik
Arapçadaki konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatında var olan üstün zevke sahip
Arapça üslubu açısından Kur’an da var olan konuşma edebiyatı ve hitap
edebiyatındaki üstün zevkin de kavranılması lazımdır. İşte, bütün bunlar
kavranıldığı zaman yani Arapçanın esasına tafsilatlı bir şekilde tamamen vakıf
olarak Kur'an vakıası kavrandığı zaman kişi tefsir yapabilir, aksi hâlde ise
yapamaz.
Kur'an'ın getirdiği
konular açısından anlaşılmasına gelince, Kur'an'ın konularını ana başlıkları ile
şöylece özetlemek mümkündür:
a- Öğüt ve hatırlatma
için; akaid, hükümler, müjde, korkutma ve kıssalar,
b- Kötülüklerden
sakındırmak ve iyi amellere teşvik için; kıyamet sahneleri, cennet ve cehennem tasviri,
c- İdrak için akli
meseleler,
d- İman ve amel için
hissedilir hususlar ve aslı akla dayalı gaybi hususlar,
e- Bunların dışında
insanoğlu için risaletin gerektirdiği her şey vardır.
İşte tüm bunları
dosdoğru bir şekilde anlamak ancak Rasul’ün getirdiği metot ile mümkündür. Rasul’ün
metodu ise Sünneti’dir. Yani Rasul’den söz, fiil ve takrirden sahih rivayetle
gelen hususlardır. Bu nedenle hem Kur'an tefsirine başlamadan önce hem de
tefsir esnasında mutlaka Rasul’ün Sünnetini kavramak gereklidir. Zira Rasul’ün
Sünnetini kavramadan Kur'an'ın konusunu anlamak mümkün değildir. Ancak bu
kavrama, Sünnet’in senedini kavramaktan daha çok Sünnet’in metnini uyanık bir
şekilde kavramayı gerektirmektedir. Yani bu kavrama Sünnet’in lafızlarını
ezberlemeyle sınırlı kalan bir kavrama değil, insanın davranışlarını
yönlendiren mefhumlar olarak Sünnet’in ifade ettiği fikirleri derinlemesine
düşünme şeklinde olmalıdır.
İşte bundan sonra
Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde
cümlelerin anlamlarını açıklamaya geçilir. Zira onda kelimeler, hakikat ya da
mecaz anlamlarında kullanılır. Bazen lügavi hakikat bazen de şer’î hakikat
kastedilir. Tüm bu kelimeler, karinelere göre anlaşılır. Yine Kur’an’ın
lafızları, bazen birden çok manaya delalet eden lafızlardır. Bu nedenle cümle
içerisinde geçen kelimenin bu anlamlardan hangi anlama geldiğini bilmek için
cümleyi anlamak gerekir. Sadece sözlüklere müracaat etmekle kelimenin anlamını
kavramak mümkün değildir. Bilakis bu kelimenin içerisinde geçtiği cümleyi çok
iyi bir şekilde anlamak lazımdır. Çünkü bir kelimeden kastedilen manayı
belirleyen şey, cümledir. Yine onun lafızları bazen mutlak bazen de
mukayyettir. İşte bu esaslar çerçevesinde tefsirde gerekli olan metot şudur:
1- Kur'an'ın kelimelerini
ve cümlelerini anlamak, ondaki şer’î anlamları ve şer’î hükümleri idrak etmek
ve tefsir etmek için Rasul’ün Sünnetini bilmeyi ve Arapça lisanına iyi bir
şekilde vakıf olmayı tek vasıta olarak kabul etmek gerekir.
2- Kur’an
lafızlarının ve konularının anlaşılmasında aklı serbest bırakmak gerekir. Zira
Arapçaya ve şeriata hâkimiyet, eşyalardaki yenilenme, medeni şekillerde ve
olaylarda meydana gelen ilerleme çerçevesinde müfessire vakıanın daha da
belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi anlama imkânını verebilir. Ancak aklın
serbestliği mutlak şekilde olmamalıdır. Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına çıkmamalıdır.
Aklın serbestliği öyle bir sınırda tutulmalıdır ki, Kur'an ayetlerinin içerdiği
manalar dışına çıkılmamalı ve ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar
ona nispet edilmemelidir. Kur'an'ı anlamada insanı serbest bırakmak, Kur'an'ın
kendisine indiği Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in haricinde hiçbir
insana bağlı kalmadan, nassın anlaşılmasında en geniş çerçevede aklın önünü açmayı
gerektirir.
3- Geçmiş ümmetlerle
ilgili olarak Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla yetinmek ve İsrailiyatın tamamını
silip atmak gerekir.
4- Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu
iddiasını tamamıyla ortadan kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür ayetlerden
kastın Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın azametinin açıklanması ile ilgili
olduğunu belirtmekten öteye geçmeyeceği bir anlayış sınırında durmayı
gerektirir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış