DÜNDEN BUGÜNE TEFSİR VE MÜFESSİRLER

Murat Savaş

Şüphesiz ilk dönem Müslümanları yaratılış gayelerini kavramış ve bunun İslâm’ı tatbik ve âleme taşımak olduğunu bilmişlerdi. Bunun olabilmesi için de İslâm’ı iyi anlamak gerektiğini idrak ediyorlardı. Nitekim İslâm ümmetinin çöküşü, İslâm’ı tatbik etmekte gösterdiği gevşeklikten, bu da İslâm’ı anlama noktasındaki zafiyetten kaynaklanıyordu. Bunun için ilk dönem Müslümanları İslâm’ı yaşayabilmek için onu anlamaya müthiş hırs gösteriyorlardı. Böylece Sahabeler RadiyAllahu Anhum Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Dönemi’nde Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi anlamak için bizzat Allah Rasul’ü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e soruyorlar ve O’nu dikkatlice anlamaya çalışıyorlardı. Daha sonra ise gerek Sahabe Dönemi’nde gerek Tabiin Dönemi’nde Kur’an’la ilgili rivayetleri ediniyor ve Sünnet’i öğrenmeye, ezberlemeye ve başkalarına taşımaya önem veriyorlardı.

Böylece İslâm kültürünün temelleri atılmış, gerekli metodolojisi oluşturulmuş ve geri kalmış halkları aydınlatma yolunda meyvelerini vermiş oluyordu. Evet, hiç şüphesiz İslâm kültürü kula kullukta zirve yapıp dünyayı zulüm ve karanlığa gark eden beşeri medeniyetler üzerine bir güneş gibi doğmuştur. Müslümanlar İslâm kültürüyle dünya halklarını 13 asır boyunca aydınlatmış olmakla birlikte bunu ne cemiyetçilik esasına göre, ne gönüllü dernekleriyle ne de misyonerlerinki gibi vaaz ve irşat yöntemiyle yapıyorlardı. Bilakis kavrayıp üstlendikleri fikrî liderlik çerçevesinde İslâm Hilâfet Devleti eliyle ve öncülüğünde yapıyorlardı. Ne zaman ki devletlerini kaybettiler işte o zaman hayrın meşalesi olmayı kaybettikleri gibi sahip oldukları İslâm kültürü de raflarda tozlanmaya ve içine yabancı kültürlerin sızmasından ötürü bulanıklaşmaya başlamış ve bu sebeple dünya halkları irticai bir şekilde kula kul olmaya mahkûm olmuştur. Yaklaşık iki asırdır dünya kapitalizmin karanlığında boğulmuş ve aydınlanmak için hayrın meşalesi İslâm kültürünü elinde tutan, taşıdığı fikrî liderliği ile İslâm Hilâfet Devleti’ne muhtaçtır.

İslâm kültürü asli ve asli olana hizmet edenler olmak üzere iki kısımdır. Asli olan, tefsir, hadis, siret, tevhid ve fıkıh gibi Müslümanların İslâm’ı anlama ve yaşamada öncelikli olanlardır. Diğeri ise asli olana ve onu anlamaya yardımcı olan Arapça, Arapça dil bilimi gibi ilimlerdir. İşte İslâm kültürü dediğimizde kast olunan ve önümüze çok geniş bir yelpazede çıkan şey budur.

Şüphesiz İslâm kültürünün en önemlisi ve İslâm’ı anlamada en yardımcı olanı tefsir ilmidir. Nitekim İslâm düşmanları da kirli ve batıl kültürlerini İslâm’a en çok tefsir üzerinden sokmaktadır. Onun için tefsir ilmiyle alakalı bazı bilgileri, tefsir ve müfessirin önemini ve dünden bugüne tefsir çeşitlerini bu makalemizde irdelemeye çalışacağız. İbadet ve taatlerimizi artırdığımız,  Kur’an’ı daha çok okuyup anlamaya çalıştığımız bu mübarek aylarda İslâm’ı anlama noktasında az da olsa bir katkısının olmasını Allah Azze ve Celle’den niyaz ediyorum.

Tefsir kelimesi ( فسر)“fesera” kökünden türemiş “tef’il” vezninde bir mastardır. Fesera, örtülü bir şeyi açmak, açıklamak ve ortaya çıkarmak anlamına gelir. Tefsir lafızlarla kast olunanı açıklamaktır. Manaya ilişkin kast olanı açıklamaya ise “te’vil” denir. Ancak tefsir kelimesi ıstılahi bir anlam kazanarak Kur’an ayetlerinin açıklanması ile özdeşleşmiş ve hem tefsir hem de te’vili kapsayacak şekilde genelleşmiştir. Böylece ulema arasında yaygın tanım olarak, “Kur’an-ı Kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkül ve garîb lafızlardan kastedilen şeyi açıklamak.” şeklinde sırf Kur’an’a has bir kavram olmuştur.

Kur’an Arapça bir kitap olmakla birlikte tüm Arapça bilenler onu anlayamaz. Çünkü Kur’an güçlü bir belağatla gelmiş ve anlayabilmek için Arap dilinin inceliklerini, nüzul sebebini ve nasih-mensuh gibi bazı bilgileri bilmeyi gerektirecek şekilde inzal olmuştur. Nitekim diğer dillerde de yazılmış bazı kitapları o dili bilen herkes anlayamaz. Kitabı anlayabilmek için sadece kitabın yazıldığı dili bilmek yeterli değildir, bununla birlikte onu anlayabilecek akli seviyenin ve kavrama gücünün bulunması da gerekir. Buna rağmen herkes aynı şekilde ve aynı derecede anlayamaz. İşte bu anlayış ve kavrayış farklılığından dolayı tefsir ilmi doğmuş ve pek çok çeşitlilik kazanarak günümüze kadar gelmiştir.

Tefsir dönemleri

Tefsir ilmi ilk dönemden günümüze kadar çeşitli merhalelerden geçerek gelmiştir. İlk dönem Tefsir’in oluşma aşamasında olduğu Sahabe, Tabiin ve Tabi-it-Tabiin dönemidir. Tefsir ilminin temellerinin atıldığı bu ilk dönem tefsirle uğraşanların genelde üzerinde durduğu iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi rivayet tefsiri olarak isimlendirilen ayetin başka ayetle, Sünnet ve Sahabe’den gelen rivayetlerle tefsir edilmesidir. Bu alanda Hasan Basri ve Süddi el Kebir meşhur olanlardır. Diğer ikinci kısım ise lügavi açıklamalar olarak isimlendirilen ayetlerdeki müşkül ve garîb kelimeleri lügavi olarak açıklamak ve buna eski Arap şiirlerinden delil getirmektir. Bu alanda ise en çok öne çıkanlar ibn-i Kuteybe ve el Ferra’dır. Bu dönemin başlarında tefsirler genelde müşkül ve garîb kelime ve ayetlerle sınırlı kalırken daha sonraları tüm Kur’an’ı kapsayacak şekilde ayet ayet olmuştur. Bu dönemin en meşhurları arasında Sahabe’den ibn-i Mesud ve İbn-i Abbas RadiyAllahu Anhumâ bulunurken Tabiin’den Hasan Basri, Mücahit ve İkrime gibi seçkin şahsiyetler bulunmaktadır.

Tefsir’de ikinci dönem hicri üçüncü asırda imam Taberi tarafından başlamıştır. İmam Taberi önceki yapılan rivayet ve dil üzerinden açıklamalara ilaveten tefsirde içtihat etmeyi de başlatarak önemli bir çığır açmıştır. Önceki dönemde rivayet tefsirini alanlar lügavi olana, lügavi hareket edenler de rivayete önem vermezken imam Taberi hem her ikisine de önem vermiş hem de gerektiği yerde tefsirde içtihadı başlatmıştır. Tefsir ilminin müstakil bir ilim dalı hâline geldiği bu dönemde İmam Taberi “İmamu’l Müfessirin” olarak anılmıştır.

Tefsirde üçüncü dönemi İmam Taberi’nin ölmesiyle hicri dördüncü asırda başlayıp miladi on dokuzuncu asra kadar olan dönem oluşturmaktadır. İslâm’ın yeryüzünün dört bir yanına yayılmasıyla tefsir ilminin genişlediği ve yine aynı sebepten tefsir ilminin içerisine özellikle Hint, Fars ve Yunan kültürünün en çok girdiği dönem bu dönem olmuştur. Bu dönemde önceki rivayet, lügavi ve içtihadi tefsirin yanına olumlu olarak giren bazı yeni şeylerle birlikte ne kadar farklılık olursa olsun tüm müfessirlerin ayrışmadan takip etmesi gereken tefsir metodunda da yeni ve başka metotlar çıkarılmıştır. Çünkü tefsir usulleri farklı olmasının bir sakıncası yokken metodun ayrı olması büyük bir hata ve İslâm ümmetinin çöküşüne zemin hazırlayan unsurlardan biridir. Zira metot değişmeyen sabit keyfiyettir.

Tefsirde dördüncü dönem, üçüncü dönemin hazırladığı taklit ve çöküş döneminden sonra Batı’nın hızlı ve göz kamaştırıcı yükselişinden sonra güya taklidi ve geri kalmışlığı bitirmek adına temellerini Muhammed Abduh’un attığı ve metotta iyice farklılaşmanın meydana geldiği reformist metot dönemi olmuştur. Çağdaş tefsir dönemi diye anılan bu dönem önemli ve olumlu birçok eserin kazanılmasıyla birlikte, Batı kültürüyle İslâm kültürünün harmonize edildiği günümüze kadar süren dönemdir. Nitekim Abduh’tan etkilenen Reşit Rıza, Mustafa Meragi, Cemaleddin Kasımî gibi birçok kişinin tefsiri çöküntüyü pekiştirmekte ve İslâm ümmetini Batı’ya köle yapmaktadır. Metottaki çokluğa bir zenginlik olarak bakan bu akım, usul ile metodu bir birine karıştırmakta olup, tefsir metodunda kendilerini sınırsız bir özgürlüğe sahip görmektedir. Hâlbuki hem tefsir metodunda hem de tefsir kaynaklarında hiçbir müfessir serbest değildir. Zira müfessire tanınan serbestlik tefsir usulünde, hitabetinde ve dille alakalı benimsemeler gibi esasa ilişkin olmayan alandadır. Örneğin Kur’an’ı ayet ayet tefsir etmek, tamamını ya da bir kısmını tefsir etmek ya da nüzul sırasına veya Mushaf’taki sıralamaya göre tefsir etmek müfessirlerin üslubuyla alakalı olup tercih kendilerine aittir. Fakat mesela Sünnet’in tefsire kaynak olup olmaması, Tevrat ve İncil gibi kitapların anlatımlarına itibar edip etmemek özgürlüğü hiçbir müfessire ait değildir.

Kısaca anlatmaya çalıştığımız yönüyle tefsir bu dört dönemden geçip gelmiş ve her dönem tefsir ilmi biraz daha genişlediği, geliştiği ve İslâm kültüründe en öne çıktığı gibi, yüzlerce müfessir de yetişip eser telif etmiştir. Yine bu dönemler boyunca yüzlerce müfessir bulunmasından ötürü meşru olarak tefsir usulleri farklı olduğu gibi kimilerinin farklılığı usulle sınırlı kalmayıp metoda da ulaşmıştır. İşte hem bu ilim dalında yüzlerce müfessir bulunmasından, hem Kur’an’ın çeşitli etkenlerden dolayı farklı anlaşılması mümkün olduğundan, hem de tefsirde yeni kaynak ve yeni metot üretenlerden dolayı değişik tefsir çeşitleri oluşmuştur.

Tefsir çeşitleri

Tefsir ilmiyle ilgilenenler genelde tefsir çeşitlerini yöntem açısından rivayet tefsiri ve dirayet tefsiri olmak üzere iki ana başlıkta toplamışlardır. Bunlardan birincisi rivayet tefsiri ayeti, ayetle, Sünnet’le ve gerek nüzul sebebi gibi, gerek bazı kelimelerin sahada kullanımı gibi olsun Sahabe’den gelen rivayetlere dayanarak yapılan tefsirdir. Bu şekilde yapılan tefsire rivayet tefsiri denildiği gibi, nakli tefsir ve me’sûr tefsir de denilir. Rivayet tefsiri bize ayetin nüzul sebebini, ayet hakkında varsa bir Sünnet’i, nasih veya mensuh oluşunu, muhkem veya müteşabih oluşunu ve ayet hakkında Sahabe’den olan müfessirin görüşünü bildirir. Rivayet tefsiri yöntemi Sahabe’den gelen rivayetlere dayandığı için her ne kadar farklı farklı olsa da fazla çeşitliliği yoktur. Çünkü tefsirde rivayete dayanılıp onun dışına çıkılmadığı için çeşitlilik oluşmamıştır. Ancak yöntem olarak olmasa da usul olarak çeşitliliği vardır. Bu tür tefsirde İbn-i Abbas gibi Sahabe’den kimseler olsa da Sahabelerin oluşturduğu tedvin edilmiş bir tefsir yoktur. Bu alanda tedvin edilip kitaplaştırılmış ilk eser tefsir döneminin ikincisini oluşturan imam Taberi ve eseri, “Câmiu'l- Beyân an Te'vîli Âyi'l- Kur’an” adlı eserdir.

Yöntem olarak ikinci ana başlığa ise dirayet tefsiri denilmektedir. Dirayet tefsiri, rivayet tefsirinde olduğu gibi ayet hakkında var olan rivayetlerle yetinmeyip Arap dili ilimleri ve edebiyatı, fennî, felsefi ve çeşitli müspet ilimlere dayanan bir tefsir yöntemidir. Bu yöntemle yapılan tefsire dirayet tefsiri denildiği gibi rey tefsiri veya ma’kûl tefsir de denilir.

Bu yöntem açısından iki ana merkezli anlayış çerçevesinde çeşitli tefsirler ve müfessirler vardır. Yöntemden başka usul olarak da tefsir çeşitleri iki ana noktada toplanmaktadır. Bunlardan birincisi mevdûi tefsir ve ikincisi mevziî/tecziî tefsirlerdir.

Mevdûi Tefsir

Türkçe’de “konulu tefsir” veya “kavram tefsiri” olarak bilinmekte olup Kur’an’ı ayet ayet değil de birbiriyle alakalı farklı ayetleri bir araya getirip bir konu oluşturarak onları açıklamakta ve hüküm çıkartmaktadır. Bu çeşit tefsirde konuyla ilgili ayetler bir araya getirilir, nüzul sırasına göre incelenir ve konu hakkındaki Allah’ın hükmü anlaşılmaya çalışılır. Konulu tefsir ya Kur’an bütünlüğünü esas alır ya da sure bütünlüğünü. Ayrıca konulu tefsir yapanlar yöntem olarak rivayet tefsirini esas alabileceği gibi dirayet tefsirini de esas alabilir. Konulu tefsir yöntemi, şartları, keyfiyeti ve dikkat edileceklerle alakalı çok sayıda kitap olsa da henüz yeni oluşan bir yöntem olduğundan bu yönteme tam uyan bir tefsir yoktur. Ancak tam manasıyla uymasa da Muhammed Ebu Zehra’ya ait el-Akîde mine'l- Kur'ani'l- Kerim gibi bazı eserler konulu tefsire benzer olarak gösterilir.

Meviî/Teczîi Tefsir, Ayet Ayet Tefsir

Kur’an-ı Kerim’i Mushaf tertibine göre ayet ayet tefsir edilmesine mevziî ya da tecziî tefsir denilir. Bu çeşit tefsirde müfessir Fatiha Suresi’nin ilk ayetinden Nas Suresi’nin son ayetine kadar tüm ayetleri teker teker tefsir eder. Bu şekilde yapılan tefsirlerin tahlili, icmali ve mukâre olmak üzere üç çeşidi bulunmaktadır.

a- İcmali Tefsir: Kur’an ayetlerinin icmali olarak (kısaca) tefsir edilmesidir. Müfessir garîb kelimelerin manası vererek okuyucunun anlayacağı şekilde ayetin manası ve hedefini anlatılır. Müfessir tefsir yaparken ayetleri de zikreder ki ayetler arasındaki tenasübü göstersin. Bu tür tefsire Celaleyn Tesir’i, Ferit Vecdi’nin “Tefsiru'l-Kur’ani'l-Kerim” ve Mucemmeu'l- Buhûsi'l- İslâmiyye'nin ha­zırladığı “Tefsiru'l- Vasit” misal olarak zikredilebilir.

b- Mukâren Tefsir: Türkçe olarak karşılaştırmalı tefsir denilen bu tefsir çeşidinde müfessir bir çok tefsir’i inceleyerek karşılaştırma yapmasından dolayı bu adı almıştır. Müfessir incelediği tefsir çeşitleri arasında ayrım yapmadan her çeşidini inceler ve itimat ettiği görüşleri karşılaştırmalı olarak aktadır. Ayrıca itimat etmediği görüşleri de tefsirine alarak reddiye sadedinde açıklamalar yapabilir. Bu tür tefsire, Âlûsi’nin “Rûhu-l Meani”si örnek olarak gösterilir.

c- Tahlili Tefsir: Bu tefsir çeşidinde müfessir icmali tefsirdeki gibi kısa kısa değil de etraflıca ayetleri ele alıp, varsa nüzul sebebinden dille alakalı inceliklere, ayetler arasındaki münasebetten ilim ve ihtisasına göre kendi görüşünü zikrederken ayetleri tüm yönleriyle açıklamaya çalışır. Bu tür tefsirler rivayet metodu ile yapıldığı gibi dirayet metodu ile de yapılmaktadır. Bu yönüyle tahlili tefsirler “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayrılmaktadır.

Rivayet tefsirini yukarıda açıkladığım üzere bir tefsir metodu olmanın yanında tahlili tefsir çeşitlerinden bir dal olarak da karşımıza çıkıyor. Dirayet tefsiri de yukarıda açıkladığım üzere bir tefsir metodudur ancak bu metotla yapılan tefsirler “mutlak dirayet tefsir” ve “mukayyet dirayet tefsir” olarak iki kısma ayrılır. Şimdi sırasıyla kısaca bunları açıklamaya çalışacağım.

Mutlak dirayet tefsiri: Kendisinde muayyen bir görüşün hâkim olmadığı “tahlili” olarak yapılmış bir dirayet tefsiridir. Bu tür tefsire, Nesefî’nin “Medârikü’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil” adlı eseri, Hatîb Şirbînî’nin “es-Sirâcü’l-Menar” adlı eseri ve Kâdî Beydâvî’nin “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil” adlı eseri örnek olarak verilebilir.

Mukayyet dirayet tefsiri: Kendisinde muayyen bir görüşün hâkim olduğu ve dirayet metoduyla yapılmış bir tahlili tefsir çeşididir. Bu tür tefsirde müfessir ilmî, fennî veya felsefi bir görüşün çerçevesinde ve etkisinde kalarak tefsir yapar ve hangi görüşün etkisinde kalmışsa tefsirinde o görüşün ağırlığı hemen hissedilir. Bu tefsir çeşidi müfessirin etkisinde kaldığı hakim görüşe göre yaklaşık on farklı dala ayrılmaktadır.

1- Sufi/tasavvufi tefsir

İslâm tarihinde fetihlerin çoğalması ve İslâm coğrafyasının genişlemesi sonucu her ne kadar İslâm’ın girdiği yerlerde halklar zaman içinde eriyip İslâm’a girmiş olsa da kendi eski inançlarından bir takım unsurları İslâm’a uyduğu gerekçesiyle İslâm’a karıştırmışlardır. Bu da doğal olarak İslâmi hayatta bazı sapmalara ve aşırılıklara neden olmuştur. Böylesi bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sebeplerin etkisiyle bazı fertlerde ibadete gereğinden fazla düşkünlük, uzlet hayatı ve dünyadan el-etek çekme gibi hasletler görülmüştür. İşte bu eğilim ve düşüncede olan bazı kimseler başkalarının kendileri gibi düşünmesi, yaşaması ve anlaması için tek çare olarak Kur’an’ı bu çerçevede yorumlamayı öngörmüşlerdir. Böylece ayetlerin mantuk ve mefhumundan ayrı bâtınî bir yorumlama şekli ve Kur’an tefsiri ortaya çıkmıştır ki bunlar Nazari Sufi Tefsir’i ve İşârî Sufi Tefsir’i olmak üzere iki çeşittir.

a- Nazari Sufi Tefsir: Bu tefsir şeklinde müfessir ayetlerde mantuk ve mefhumunda bulunmayan kendi felsefî görüşlerine hizmet eden anlamlar ortaya koyar. Bu ekolün kurucusu olarak bilinen Muhyiddin bin el-Arabi temel felsefi görüşü olan vahdet-i vucûd anlayışı çerçevesinde ayetlerin lafzî anlamlarının ihtilaf ve kargaşaya sebep olacağını dile getirerek bir çok ayeti te’vil etmiştir. Mesela: “Rabbimiz,  Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen’i tenzih ederiz.” mealindeki ayeti: “Kendinden başka bir şeyi yaratmadın, eğer hakkın gayrı bir şey yaratmışsan o batıldır, belki onları isimlerin ve sıfatlarının bir tecellisi olarak ortaya koydun.” şeklinde vahdet-i vûcut çerçevesinde yorumlamıştır. Bu tür tefsirlere Arabi’den etkilenerek tefsir yazan Sadreddin Konevî’nin “Kitabû İ’câzi’l-Beyan’ı ve Abdunrezzak Kâşânî’nin “Te’vilat” kitabı örnek verilebilir.

b- İşari Sufi Tefsir: Tasavvufi tefsirin bu türünde ayetlere verilen anlamlar nazari tefsirde olduğu gibi aslından tamamen uzak olmayıp zahir manayla bağdaştırılabilen ve ancak sulûk erbabının bilebileceği anlamlara ve işaretlere göre Ku’an’ı tefsir etmektir. Zaten adını da buradaki işaretten almaktadır. Mesela: “O’dur beni yediren ve içiren, hasta olduğumda bana şifa veren O’dur. O ki beni öldürür ve sonra yeniden diriltir.” mealindeki ayeti: “İman lezzeti ile beni doyuran, tevekkül ve kifaye şarabı ile beni sulayan O’dur, zikir ile beni öldüren ve sonra tekrar dirilten O’dur.” şeklinde yorumlar. Bu tür tefsirlere Muhammed el-Kuşeyrî’nin “Letâifu'l- İşârât” adlı kitabı örnek verilebilir.

2- Felsefi Tefsir

Yunun, Hind, İran ve Yahudi felsefesinden etkilenerek oluşturulan İslâm felsefesi akımının Kur’an’ı bu etki ile tefsir etmeleri neticesinde oluşan bir tefsir türüdür. Felsefeyi reddeden âlimlere karşı felsefeyi İslâm’a uygun hâle getirmeye çalışan “Müslüman felsefecilerin” felsefeyi “İslâm’a hizmet ettirme” ve “dinle hikmeti birleştirme” gayretleri sonucu oluşmuştur. Bu alanda bir bütün olarak Kur’an tefsiri bulunmamakla birlikte Farâbî, İbn-i Sina ve İhvân-ı Safâ’ya ait bazı ayetlerin felsefi yorumları vardır. Bu akıma göre dinin sembolik bir özelliği vardır. Cennet, cehennem ve gaybi konular bu sembollerdendir. Onlara göre peygamberler nazari hikmeti bilmez fakat ahlakta deha kimselerdir. Ancak olgun bir filozof peygamberden üstündür, derler.

3- Fıkhî Tefsir

Kur’an-ı Kerim'in amel yani ibadet ve muamelat yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan ayetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşidi­dir. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur’an'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve ahret saadetini temin etmektir. Fıkhî tefsir, Kur’an'ın inzali ile beraber başlamıştır. Bu alanda tefsir yazan müfessirlerin genelinin eserleri “Ahkam-ul Ku’an” olarak karşımıza çıkar. Şafiî, Dâvûd ez-Zahirî ve Tahâvî’nin “Ahkam-ul Kur’an” ve İmam Kurtubi’nin “el-Câmi’u li Ahkam-ul Kur’an” adlı eserleri bu türdendir.

4-Fennî İlmi Tefsir

Bu tefsir türünde Kur’an’ın itikadi bilgilerle birlikte tecrübî, ziraî, fizik, kimya ve astronomi gibi bütün ilimleri ihtiva ettiği görüşü ağırlık noktasıdır. Bu ekol sahipleri bazı saiklerden ötürü Kur’an’dan her türlü ilmin çıkarılabileceği kanaatindedir. Böylece tefsirlerinde ilmî konular öne çıkmaktadır. Buna İmam Gazzali’nin “Cevâhiru’l Kur’an” adlı eseri ve İmam Suyutî’nin eseri örnektir.

5-İçtimai Tefsir

Güya tefsir ilmini kuruluk ve durgunluktan kurtarma kastıyla 19. asırda oluşmuş bir tefsir yöntemidir. Çağdaş tefsir olarak da bilinen bu tefsir türünün ilk örneği ve bu akımın başlangıcı Muhammed Abduh’tur. Bu akıma göre önceki kıymetli tefsirler hayattan uzak birtakım fantezi ve dilbilgisi tartışmalarıyla dolu boş çalışmalardır. Sözde tefsir ilmini İsrailiyyat ve kuruntulardan kurtarmak adına bu alanda yapılan çağdaş tefsirler hepsi olmasa da çoğu İslâm kültürüne bolca Batı kültürü bulaştırmıştır. Bu alanda Muhammed Abduh ilk adımı atarken onun yolunu talebesi Reşid Rıza takip etmiştir. “Tefsiru’l-Menar” adlı kitap da bunlara aittir. Bununla beraber içtimai tefsire Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin eserleri de örnek olarak verilebilir ancak bu son iki müfessiri kasten Batı kültürünü İslâm kültürüne bulaştırma noktasında tenzih ederim.

6-Edebi Tefsir

Kur’an’ın Arap dili ve edebi üslubuyla inmiş olmasından dolayı ondaki bu edebi yönü ortaya çıkarıp diğer fıkhi, ilmî ya da başka yönlerin geride kalmasını savunan bir tefsir türüdür. Bu alanda ilk çalışma yapan Emin el Hûlî ve eseri “Muhâdarât fi’l-Emsâli’l-Kur’aniyye” dir.

7-Lügavi Tefsir

Bu tefsir türünde konu olarak Kur’an dilini alan ve filolojik yönden Kur’an’ı inceleyen eserler söz konusudur. Hakkında Sünnet veya rivayet bulunmayan konularda müşkül olan kelimeleri mecaz veya kinaye olarak nasıl anlaşılması gerektiği noktasında eski Arap şiirlerini inceleyen bir yönelimdir. Ali bin Ebi Talip ve İbn-i Abbas gibi Sahabelere kadar dayanan ve bize kadar ulaşmayan “Garîbu-l Kur’an” adındaki birçok eserin benzerini oluşturan bu tefsir türünün günümüzde bilinenleri Vasıl bin Ata, el-Ahfeş ve el-Kisâî’nin “Meâni’l-Kur’an” adlı eserleridir.

8-Tarihî Tefsir

Kur’an’ı Mushaf’taki sıralamaya göre değil de nüzul sırasına göre tarihî olarak tefsir edilmesi düşüncesinden oluşan bir türdür. Tam olarak nüzul sırasının bilinmemesinden dolayı çok zor bir çalışma olsa da Muhammed İzzet Derveze bu alanda uğraşmış ve “et-Tefsiru’l-Hadis” adlı bir eser vermiştir.

9-Fırka Tefsirleri

Bu tefsir türü ile hicri birinci asırda oluşmaya başlayıp devamında hep var olan bir takım fırkaların kendi görüşlerini haklı çıkarmak için ayetleri olumsuz yönde te’vil etmeleri kastedilir. Mutezile, Harici ve Şia ekollerine ait eserler bu türdendir.

10-İlhadi Tefsir

İlhadi kelimesi ateizmle eşdeğerdir. İslâm dinini zayıflatmak yahut yıkmak kastıyla oryantalist ve onların yönlendirmesiyle yazılan tefsir türüne bu yüzden bu ad verilmektedir.

Hülasa, sakınılması ve tehlikesinden emin olunması gereken birçok tefsirler olduğu gibi istifade edilecek ve Kur’an’ı anlama noktasında baş tacı edilecek birçok tefsir de bulunmaktadır. Tefsir ilmindeki bu çeşitlilik ve sapma muhakkak metot noktasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Gayri İslâmi metotla yazılmış tefsirleri bir kenara koyduğumuzda sadece üslup farklılığından kaynaklanan çeşitli tefsir eserleri kalır ki baş tacı yapmamız ve özellikle değişmeyen konularda esas almamız gerekir. Ancak hayatın vesileleri ve her asrın sorunları değiştiği için öncekilerle iktifa etmek doğru değildir. Önceki sahih eserlerin metot, üslup, şekil ve sunuş bakımından olan farklılıkları onları okumayı alışkanlık hâline getirenlerden başkasına okuyup anlaması oldukça zor gelmektedir. Üstelik özellikle sabit olmayan konularda ortalama 6-7 asır önceki müfessirlerden günümüz problemlerini çözmelerini beklemek, onlara yapılan haksızlıkla birlikte en hafif deyimiyle bir tembelliktir. Bu yüzdendir ki hem bazı bozuklukları giderecek, hem asrın kendine has problemlerini çözecek hem de okuyup anlaşılması kolaylaştırılacak şekilde bugün İslâm ümmeti yeni müfessirlere şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Açıktır ki tefsir ilmi İslâm kültürünün en önemli ve en kıymetli çalışmalarındandır.  Bundan dolayı günümüzde, Sahabelerin tefsir metoduna göre yeniden tefsir çalışmalarının yapılması son derece elzemdir. Peki tefsirde kullanılması gereken metot nedir? Şimdi kısaca ve ana hatları ile bu metoda değinelim.

Kur'an tefsiri, Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde cümlelerin anlamlarını açıklamak demektir. Bundan dolayı ilk olarak Kur'an vakıasının ortaya konulması ve bütüncül bir şekilde Kur'an gerçeğini ortaya koyacak inceleme ve araştırmanın yapılması gerekir. Yine kelimeleri ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeylerin incelenmesi gerekir. Sonra da Kur'an'la gelen konuların anlaşılması, kaçınılmazdır.

Kur'an vakıasına gelince, şüphesiz Kur'an Arapçadır ve Arapça sözlerden ibarettir. Dolayısıyla onun vakıasını Arapça kelam olması itibarı ile anlamak gerekir. Zira kelimelerinin Arapça kelimeler, cümlelerinin de Arapça lafızlardan meydana gelen Arapça cümleler olarak kavranması gerekir. Cümlelerinde var olan kelimelerin ne şekilde (icaz, istiare, kinaye vs.) kullanıldığını ve cümle bütünlüğü olarak da cümlelerin ne şekilde kullanıldığı kavranmalıdır. Arapça kelimelerde ve cümlelerde Arapça kullanım şekillerinden veya cümle kuruluşları açısından Arapça şekillerden meydana geldiği iyice bilinmelidir. Üstelik Arapçadaki konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatında var olan üstün zevke sahip Arapça üslubu açısından Kur’an da var olan konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatındaki üstün zevkin de kavranılması lazımdır. İşte, bütün bunlar kavranıldığı zaman yani Arapçanın esasına tafsilatlı bir şekilde tamamen vakıf olarak Kur'an vakıası kavrandığı zaman kişi tefsir yapabilir, aksi hâlde ise yapamaz.

Kur'an'ın getirdiği konular açısından anlaşılmasına gelince, Kur'an'ın konularını ana başlıkları ile şöylece özetlemek mümkündür:

a- Öğüt ve hatırlatma için; akaid, hükümler, müjde, korkutma ve kıssalar,

b- Kötülüklerden sakındırmak ve iyi amellere teşvik için; kıyamet sahneleri, cennet ve cehennem tasviri,

c- İdrak için akli meseleler,

d- İman ve amel için hissedilir hususlar ve aslı akla dayalı gaybi hususlar,

e- Bunların dışında insanoğlu için risaletin gerektirdiği her şey vardır.

İşte tüm bunları dosdoğru bir şekilde anlamak ancak Rasul’ün getirdiği metot ile mümkündür. Rasul’ün metodu ise Sünneti’dir. Yani Rasul’den söz, fiil ve takrirden sahih rivayetle gelen hususlardır. Bu nedenle hem Kur'an tefsirine başlamadan önce hem de tefsir esnasında mutlaka Rasul’ün Sünnetini kavramak gereklidir. Zira Rasul’ün Sünnetini kavramadan Kur'an'ın konusunu anlamak mümkün değildir. Ancak bu kavrama, Sünnet’in senedini kavramaktan daha çok Sünnet’in metnini uyanık bir şekilde kavramayı gerektirmektedir. Yani bu kavrama Sünnet’in lafızlarını ezberlemeyle sınırlı kalan bir kavrama değil, insanın davranışlarını yönlendiren mefhumlar olarak Sünnet’in ifade ettiği fikirleri derinlemesine düşünme şeklinde olmalıdır.

İşte bundan sonra Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde cümlelerin anlamlarını açıklamaya geçilir. Zira onda kelimeler, hakikat ya da mecaz anlamlarında kullanılır. Bazen lügavi hakikat bazen de şer’î hakikat kastedilir. Tüm bu kelimeler, karinelere göre anlaşılır. Yine Kur’an’ın lafızları, bazen birden çok manaya delalet eden lafızlardır. Bu nedenle cümle içerisinde geçen kelimenin bu anlamlardan hangi anlama geldiğini bilmek için cümleyi anlamak gerekir. Sadece sözlüklere müracaat etmekle kelimenin anlamını kavramak mümkün değildir. Bilakis bu kelimenin içerisinde geçtiği cümleyi çok iyi bir şekilde anlamak lazımdır. Çünkü bir kelimeden kastedilen manayı belirleyen şey, cümledir. Yine onun lafızları bazen mutlak bazen de mukayyettir. İşte bu esaslar çerçevesinde tefsirde gerekli olan metot şudur:

1- Kur'an'ın kelimelerini ve cümlelerini anlamak, ondaki şer’î anlamları ve şer’î hükümleri idrak etmek ve tefsir etmek için Rasul’ün Sünnetini bilmeyi ve Arapça lisanına iyi bir şekilde vakıf olmayı tek vasıta olarak kabul etmek gerekir.

2- Kur’an lafızlarının ve konularının anlaşılmasında aklı serbest bırakmak gerekir. Zira Arapçaya ve şeriata hâkimiyet, eşyalardaki yenilenme, medeni şekillerde ve olaylarda meydana gelen ilerleme çerçevesinde müfessire vakıanın daha da belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi anlama imkânını verebilir. Ancak aklın serbestliği mutlak şekilde olmamalıdır. Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına çıkmamalıdır. Aklın serbestliği öyle bir sınırda tutulmalıdır ki, Kur'an ayetlerinin içerdiği manalar dışına çıkılmamalı ve ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar ona nispet edilmemelidir. Kur'an'ı anlamada insanı serbest bırakmak, Kur'an'ın kendisine indiği Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in haricinde hiçbir insana bağlı kalmadan, nassın anlaşılmasında en geniş çerçevede aklın önünü açmayı gerektirir.

3- Geçmiş ümmetlerle ilgili olarak Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla yetinmek ve İsrailiyatın tamamını silip atmak gerekir.

4-  Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu iddiasını tamamıyla ortadan kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür ayetlerden kastın Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın azametinin açıklanması ile ilgili olduğunu belirtmekten öteye geçmeyeceği bir anlayış sınırında durmayı gerektirir.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz