ÖNCEKİLER GİBİ YENİ ANAYASA DA MEŞRU OLMAYACAK!

Murat Savaş

1 Kasım seçimleri sonrası mecliste çoğunluğu ve tek başına iktidar olmayı bir kez daha elde eden AK Parti, daha hükümeti kurmadan ilk olarak başkanlık sistemi ve yeni anayasa konusunu gündeme getirdi. Zira 7 Haziran seçimleriyle birlikte bunun kendilerine verilmiş son fırsat olduğunu görmüş oldular. Beş aylık bu süreçte AK Parti güvenlikçi politikalarla ve milliyetçi söylemlerle direkten dönen iktidarlık fırsatını yeniden elde etti. AK Parti anayasa değişikliği yapmak için ezici çoğunluğu (367) elde edemese de, artık bu amacın gerçekleşmeyeceğinin farkında olup, referandum yoluyla bu dönem anayasayı değiştirmek gerektiğini anladı. Bu vesileyle anayasanın değişmesi gerekip-gerekmediği, anayasa ve yasa yapma keyfiyeti, anayasa ve yasaların kaynağının ne olması gerektiği ve anayasayı yapma ehliyetinin kimde olduğu gibi konularda kamuoyuna aydınlatıcı fikirler sunmak bir gereklilik olmuştur. Bu maddelerin her biri ayrı bir makale konusu olmakla birlikte özlü bir şekilde bu konularda bir bakış kazandırmak için bu makalede hepsini ele almaya çalışacağım.

Öncelikle belirtmek isterim ki anayasanın kaynağı ne olmalı konusu esasında diğer konuları da açıklığa kavuşturacak nitelikte bir konu olup hak ve bâtılı, meşru ve gayrimeşru olanı bir-birinden ayırt edecek esasi bir konudur. Bu nedenle öncelikle bu konu üzerinde durmak istiyorum. Malumdur ki kanun devlet otoritesinin insanları uymak zorunda bıraktığı emridir. Anayasa ise kanunla aynı anlamda olup devletin yönetim şeklini, organlarını ve her bir organın yetki ve sınırlarını belirten, diğer yasa ve kanunları kapsayıcı nitelikte olan yasaya deniyor. Devlet otoritesinin insanları uymak zorunda bıraktığı emri eğer genel hükümlerden ise anayasa, özel hükümlerden ise kanun olarak isimlendirilir. Hiçbir yasa ve kanun anayasaya aykırı olamayacağı gibi her biri de bizatihi anayasaya dayanmak zorundadır. Yasalar ticaret, sanayi, ziraat ve denizcilik gibi ekonomik konularda olduğu gibi evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve mihr konuları gibi kadın-erkek ilişkilerinden olan içtimai hayat hakkında ve bunun gibi hayatın tüm alanlarında olur. Meseleye daha da özlü bakacak olursak, yeme-içme, giyinme, ahlak, itikat ve ibadet, muamelat ve ukubat gibi insandan sadır olan sorunların toplumsal düzene entegre bir şekilde ve bizatihi bu toplumsal düzenin keyfiyetini çözümleyen cevaplardır yasalar.

Burada anahtar mesele insanın açlıklarını nasıl duyurması gerektiği konusudur. Çünkü yasalar insan odaklı ve onun açlıklarının doyum keyfiyetini belirleyen nitelikte olurlar. Askıda kalacak pratiksiz yasa olmayacağı gibi insani ameli hedef almayan yasa da olmaz. Buna göre yasa yapmaktan kasıt insana ait açlık ve ihtiyaçların oluşturduğu sorunları çözmektir. Öyleyse insanın açlıklarını nasıl doyuracağı ya da ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı noktasında çözümleri kimin koyacağı önemlidir.

Bu konuda insan aklı değişkenliğe, ihtilafa ve çelişkiye düştüğü gibi vakıalar hakkında hüküm verirken yaşadığı çevrenin etkisine de maruzdur. Ön bilgi ve hissinin artmasıyla meseleye verdiği hüküm de değişir. Halet-i ruhiyesine göre vakıalar hakkındaki verdiği hüküm bazen ihtilaflı olurken bazen de çelişkili olur. Zira insan duygusal bir varlıktır ve sık-sık duygularını esas alarak hüküm verdiği bilinen bir şeydir. Velev ki duygularından tamamen soyutlanmış olsa bile –ki bu mümkün değildir- akıl ön bilgi ve his noktasında sınırlıdır. Bu yüzdendir ki insan aklına dayalı anayasa ve yasalar bir türlü sabite olamamış ve elbise değiştirir gibi değişime maruz kalmıştır. Yasanın kendisinin adil olup olmadığı ayrı bir konu, bir yasanın bazı kimseler üzerine uygulanırken bir anda alınan bir kararla değiştirilen yasa sebebiyle aynı tür fiillerde bulunan bazı kimselere uygulanmaması bizatihi adaletsizliğin kendisidir. Bunun içindir ki yasa ve anayasa sadece insanı en iyi tanıyan Allah Azze ve Celle’nin indirdiği şer-i hükümlerden alınmalıdır. Yani anayasa ve kanunların kaynağı Allah’ın dinine dayanmalıdır ki değişiklik, ihtilaf ve çelişki olmasın. Çevre faktörü ve duygularla hareket etmek söz konusu olmasın. Böylece, anayasa ve kanunlar insanların sükût edip boyun bükeceği merciden kaynaklanıp meşru olsun…

Meşru demişken belirtmekte fayda var. Bir şeyin meşru olabilmesi ancak ve ancak onun Şar-i’den gelmesiyle olur. Meşru kelimesi ‘Şar-i’ kökünden gelmekte olup Şer-i hüküm olan, yani Şar-i’den gelen anlamındadır. Her ne kadar TDK ve Ekşi sözlük gibi bazı sözlüklerde meşru kelimesi “Yasaya ve dine uygun olan, toplumun yanlış karşılamadığı şey” şeklinde ifade edilse de bir şeyin meşruluğu sadece dine yani İslam’a uygun olmasıyla ölçülebilir. Nitekim eğer yasanın kaynağı din değilse çoğu zaman yasaya uygun olan dine uygun olmaz. Örneğin zina yasalara uygun olarak suç değilken bu İslam’a göre toplumun muhafazasına yönelik yüksek hedeflere karşı yapılan büyük bir suçtur. Ya da toplumun normal karşıladığı bazı şeyler dine uymayabilir. TDK ve sözlükler meşru kelimesini burada saptırıp dine uygun olma durumuna yasa ve toplumu da ekleyerek mevcut bozukluklara meşruiyet kazandırmayı ve mugalâtayı hedeflemiştir.

Dolayısıyla şer-i hükümlerden alınmayan hiçbir şey meşru olmadığı gibi anayasa ve kanunlar da İslam’dan alınmadıkça meşru olamaz. Zaten İslam ümmeti de faiz, kumar ve zina gibi birçok şey yasal olsa bile onları meşru olarak görmez, hatta fiilen onu yapan için bile böyledir.

Bu bakışla bakıldığında hâlihazırdaki anayasa ve kanunlar gerek devletin yönetim şekli, organları, organların görev ve yetkileri gibi yönetimle alakalı olanlar olsun, gerek şirketler, kooperatifler, miras, ticaret ve çalışma gibi ekonomiyle ilgili olsun ve gerekse eğitim, sağlık ve içtimai hususlar gibi hayatın diğer alanlarıyla ilgili olsun bâtıl, fasit ve gayrimeşrudur. Çünkü mevcut anayasa İslam kaynaklı değildir.

Mevcut anayasanın darbe anayasası olması, erklerin birbirinin ayağına pranga vurması ve gereğinden fazlaca bürokrasi olması bozukluğun asıl kaynağı değildir. Her ne kadar bu etkenler söz konusu olsa da bozukluğun esas sebebi onun kaynağının bâtıl olmasıdır, referandum yoluyla çıkarılmış olsa bile. Şimdi küçük bozuklukları öne sürüp mevcut anayasanın bozuk olduğunu ifşa etmekle birlikte onun kaynağının bâtıl olduğunu göz ardı etmek, gizlemek ve mugalâta yapmak neyin nesidir? Tuz kokmuş olduktan sonra etin bozukluğunun ne önemi var ki?

Peki, mevcut anayasa bozuk, bunu anladık. Bununla birlikte gündeme getirilen yeni anayasa sahih ve meşru mu olacak? Birinin bozukluğu ve değişmesi gerekliliği diğerinin aklanıp paklanmasını sağlar mı?

Sözün özü şudur; mevcut anayasa bozuk ve bâtıl olduğu gibi yeni anayasa da meşru olmayacaktır. Çünkü anayasanın çıkartılma keyfiyetinde değişen hiçbir şey olmayacak. Yine insan aklından çıkıp Batılıların bize pazarladığı dinden kopuk olmakla kalmayıp onunla çelişki içerisinde olan bir anayasa yapılacak. Demokrasinin kokuşmuş İngiliz versiyonundan (parlamenter sistem) zehirli Amerikan modeline (başkanlık sistemi) geçiş yapılacak. Ta ki Türkiye’de İngiliz nüfuzu sökülüp atılabilsin ve yerine ABD yerleşsin.

Evet, mevcut anayasa değişmeli, ancak kalıbı olan demokratik rejimle birlikte değişmeli ki kalkınma olabilsin. Laiklikle birlikte değişmeli ki rektefiye ve revizyon değil inkılap ve devrim olsun. Kalıbı, ideolojisi ve kaynağı değişmediği sürece anayasanın değişmesi İslam ve ümmetin isteği adına hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Öyleyse değişim mevcut düzenin bekçileri olan demokratik yöneticilerle değil, takvalı, muhlis ve ihlaslı adamları olan sahih İslami bir kitle ile olmalıdır. Sadece anayasa değil, onun da içerisinde bulunduğu rejim değişmesi gerekiyor. Bu ise ancak Hilafet’in ilanıyla birlikte Kur’an ve Sünnet kaynağından çıkan İslam’ın anayasası ile ilan edilecektir.

Bu anayasa yapılırken takip edilmesi gereken keyfiyet ise iki türlü olmaktadır. Birinci tür keyfiyet bizatihi kaynağından teşri edilen keyfiyettir ki bir akideye dayalı olarak o akidenin gösterdiği kaynaktan çıkarma ile anayasa ve kanunlar konulur. Bu yöntemde benimsenen akideye göre kaynaklar; adetler, üs mahkeme kararları, hukukçuların görüşleri, din ve adalet ve insaf prensipleri gibi kaynaklardır. İslam akidesinin gösterdiği kaynakların dışındaki kaynaklardan çıkmış anayasalar bâtıl olmakla birlikte yöntem olarak doğru olan budur. Bu yönteme göre; insani sorunlar etüt edilip, bunlara yönelik genel külli kaideler olacak şekilde genel bir anayasa çıkarılır. Bu anayasanın çıkartıldığı kaynağı, çıkartılma keyfiyetini ve her bir maddenin delilini açıklayan esbâb-il mûcibesi hazır bulundurulur ki bu hükümlerin muhatabı olan yönetici ve hâkimler anayasa maddelerinin maksadını ve kapsamını iyi bilsinler. Kanunlarda ise, cezaların, hakların, beyyinelerin ve diğerlerinin kaynağı anayasada olduğu gibi delilline ve kaynağına işaret ederek anayasa uyarınca tasarılar halinde konulur. Ayrıca kanunlar benimsenirken her bir tali mesele ve her şey hakkında özel olmayıp genel kaideler şeklinde yapılır ki yönetici ve hâkimler özel ve cüzi hususları kendi içtihatlarıyla çözerken bunları dayanak mercii yapsınlar.

İkinci tür keyfiyet ise; anayasa ve kanunların kaynağından çıkartılmayıp bizzat çıkartılmış halinin alındığı ya da nakledildiği tarihi kaynaktır. Bu anayasa yapma keyfiyeti kolay ve basit olmakla birlikte ancak bir ideolojisi olmayıp başka toplumları taklit eden uydu ve tâbi devletlerin işidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut anayasa ve kanunlarını ya da değiştirilmiş öncekileri inceleyen görür ki bunların hepsi ya İsviçre’den, ya İtalya’dan ya da Fransa gibi Batılı başka devletlerden alınmıştır. Alınan bu anayasa ve kanunlar şimdiye kadar bir istikrar, ilerleme ve kalkınma meydana getirmemiş ve de en önemlisi birinci türdeki anaya ve kanun yapma keyfiyetine olanak sağlayan bir akidemiz olduğu halde şimdi yine taklit yoluyla yeni bir anayasa yapılmak isteniyor. Her ne kadar cumhurbaşkanı Erdoğan; diğer devletlerin aynısı olacak diye bir şey yok, oturup kendimiz en uygun olanı tasarlayalım mealinde sözler söylese de, başkanlık sisteminin ön kabul ile kabul edilmesi yeni anayasada devletin yönetim şeklinin değil, işleyiş şeklinin değiştirilip rejimin tartışmasız devamından yana olduğunu göstermiştir. Şu halde yeni anayasa bâtıl ve fasit olmakla birlikte teşrii yönteminden de uzak ikincil tür anayasalardan olacaktır.

Buna rağmen bazılarının “Erdoğan’ın Hilafet’i kurması için önce başkanlık gelmesi ve Erdoğan’ın başkan olması gerekir.” şeklinde sözler söylemesi absürtlüğün, mugalâtanın, zırvalığın ve cahilliğin bir arada bulunması halidir. Bu küfürle İslam’a ulaşılmaz ancak şu küfürle ulaşılır gibi bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Allah’ın Rasul’ü Muhammet SallAllah Aleyhi ve Sellem buyurmuştur ki; “Küfür tek millettir.” Küfrün İslam’a yakını, uzağı, şerlisi, az şerlisi ve İslam’ın gelişine olanak sağlayanı, sağlamayanı olmaz. Her şeyden önce İslam’da gaye vasıtayı meşru kılmaz. İslam ancak kendisinin dosdoğru metodu ile dosdoğru adamlarla ve dosdoğru destekçilerle gelir. Makalemi inceleyip ibret almak, İslami zihniyetle tefekkür etmek ve kulak verip işitmek isteyenler için İslami bir anayasa olan tasarıdan bir madde ile sonlandırmak istiyorum.

İslami anayasa tasarısından, genel hükümlerden bir madde: İslam akidesi devletin esasını oluşturur. Devletin yapısında, kuruluş ve kontrolünde ya da devletle ilgisi olan diğer bütün alanlarda İslam akidesi esas kılınır ve başka hiçbir şeyin varlığı geçerli olmaz. Aynı zamanda İslam akidesi şer-i kanunlar ve anayasanın esasını oluşturur. İslam akidesine aykırı olan kanun ve anayasa ile ilgili hiçbir şeyin bulunmasına müsaade edilmez.

 

 

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz