BU ÇOCUKLAR BİZİM

Songül Toprak

İslâm Devleti’nin yıkılmasının üzerinden 93 yıl geçmişti. Bir vücudun azaları gibi olan Ümmet, sınırlar çizilerek birbirinden koparılmış ve 53 dilimli bir pasta haline getirilmişti.

Sömürgeci kâfirler aç kurtların saldırdığı gibi saldırmış ve Halifesiz, başsız bırakmıştı İslâm Ümmetini...

Bir aylık mesafeden kâfirlerin yüreğine korku salan o izzetli ve şerefli Ümmet başsız kalarak en büyük gücünü yitirmişti... Bu durumu fırsat bilen Batılı sömürgeci kâfirler cesaret bulmuş ve her zamankinden daha cüretkâr oluvermişlerdi mazlumlara karşı...

Hiç vakit kaybetmeden kazanım olarak gördükleri kirli Kapitalizm’i uygulamaya başladılar. Kiminde cumhuriyet kiminde laiklik, kiminde krallıkla uygulayıvermişlerdi kapitalist düzeni. Sonrasında demokrasi dedikleri karanlık bir çağın renkli dünyasıyla uyutuvermişlerdi Ümmet’i.

Baskı ve sindirmeyle, aldatı ve oyunlarla daha ne olduğunu anlamadan İslâm toplumu değişmeye, inkılap etmeye ve topukları üzere gerisin geriye adım atmaya başlamıştı. Barbar ve vahşi kapitalist dünya, çağdaş ve medeni bir dünyanın temsilcileri oluvermişlerdi bir anda. Önce uydurdukları insan ürünü ideolojileriyle, sonra yürürlüğe koydukları nizamları ile bizleri yönetmeye ve idare etmeye başladılar.

Yaşadığımız sınırlar içinde kılık kıyafetimize karışan bir nizam hiç de alışkın olmadığımız bir nizamdı. Görsel olarak başardıkları şeyi resmî olarak üzerimizde tatbik etmişlerdi.

Yüreklere hapsedilmiş İslâm akidesi, makasla kesilmiş gibi, iman edilen vicdani ve bireysel bir akideye dönüştürülmüştü.

Çok geçmeden kademe kademe fikri seviye tefessüh etmiş, hatta öyle ki; vatancılık ve milliyetçilik kutsallaştırılmaya başlanmıştı. Menfaat temel İslâmî bir rükne dönüşüvermiş ve Kapitalizm ile evrim geçirmeye başlamıştı İslâm Ümmeti...

Zaman biraz daha ilerlemiş toplumsal dönüşüm ve değişim geriye doğru irtica ediyordu. Bütün bu olup bitenleri sahih bir şekilde gözlerimizin önüne getirecek, bizleri sarsacak, bizleri karanlığın dehlizinden çekip çıkaracak ak saçlı âlimlerimiz ve yüreğinde İslâm'ın yokluğunu iliklerine kadar hissetmiş dedelerimizde yoktu.

Yakın tarihimizi yalancılardan öğrenmek zorundaydık. Bize Halife’nin kovulduğunu söyleyen bir tarih okutacaklardı. Bize İslâm Devleti’nin yöneticisini, Ümmet’in kalkanını yerecek tarih anlatacaklardı. Bir tarih varsa o da Osmanlı İmparatorluğu ve onun dünyaya taşıdığı Türk ulusunun gücü ve şanı vardı onlara göre...

Zaman ilerlemiş ve tarihi yalancılardan öğrenmek zorunda bırakılan ikinci kuşak gelmişti. Onlar ise demokrasiyle samimi pozlar veriyor, “adam olunacaksa demokrasiyle olunmalıydı” diyorlardı.

“Zaman ilim ve bilim zamanı... Adam olmak için okumak lazım... Oku ki adam olasın...” Bu cümleler, bu kuşağın vazgeçilmezleri oldu.

Azametli ve görkemli İslâm Devleti’nin yıkılışının en temel sebebi olan fikrî düşüklük, toplumu derinden sarsmaya devam ediyor.

Akidemizin temel esaslarından biri olan rızık mefhumu anlamını yitirdi. “Çok çalışan çok kazanır. Akıllı olanın parası olur. Paran varsa şerefin de var. Para namustur. Ekmek aslanın ağzında” gibi cümleler, Kapitalizm’in ekonomik sistemini toplumumuzda bariz hâle getirdi.

Tarih 2000'li yılları gösterdiğinde, vasıfları yok edilmiş karmaşık bir topluma dönüşmüştük. Bizler, daha dün çocukken, büyümüştük... Ama fikirlerimiz küçülmüş ve küçük hesapları zihnimizde büyütmüştük.  Batının bize empoze etmeye çalıştığı kavramlar, bir bir hayatımıza inmeye başlamıştı. Her bir kavram içgüdülerimizi işgal, aklımızı istila etmişti. “Bu hayat benim, istediğim gibi yaşarım, istediğimi yaparım. Ben özgürüm, kimse hayatıma müdahale edemez. Hayat çok güzel.” gibi cümleleri dilimizden düşürmez olduk. Hayatı çekip çeviren Allah'ı unuttuk... Hayat kelimesinin anlamını bile fikren telakkiden yoksun hâle gelmiştik öyle ya!

Büyümüştük, evlenmiş, çocuk çoluğa karışmıştık. Kendimize ait evimiz ve çocuklarımız vardı. Kimimiz anne, kimimiz baba olmuştuk. Yani son kuşağı bizler yetiştirecektik. Onlar için iyi bir hayat sağlamak zorundaydık. Bunlara sahip olabilmesi için de iyi bir geçim kaynağı yolu bulmak gerekiyordu. Bu yüzden en uygun olanı devlete bir kapak atmaktı! Devletin bünyesinde kadrolu bir kamu personeli olunmalıydı. Çünkü bu en sağlamı ve en devamlı olanıydı.

Elbette acele etmek lazımdı. Ne hayatla ne de şer'î hükümlerle mükellef olmayan çocuklarımıza henüz 5-6 yaşlarında hayatını kurtarmaları için en iyi yolun okumak olduğunu öğretmeliydik, dahası benimsetmeliydik. Okulda birinci olmalı ve yüzümüzü kara çıkarmamalılar değil mi! Din onları mükellef tutmazken biz onları hayatın tüm yüküyle şimdiden mükellef kılmıştık, bu hayatı veren ve geri alabileni hiç düşünmeden…

Sanki Rasulullah’ın “Çocuklarımıza 7 yaşına gelince namazı emredin, 10 yaşına geldiğinde kılmıyorsa dövün” (Ahmet bin Hambel, Tirmizi, Ebu davud) hadisini duymamış gibiydik.

Bir anne ve baba için en büyük servet çocuklar iken, şefkat ve sevgiyi çok görmüştük onlara. Bu hususu hep göz ardı ettik. Daha çocukluklarını yaşamadan, buluğ çağına ermişlerdi ciğerparelerimiz. Artık toplumun genç ve kanı deli çocukları olmuşlardı. Omuzlarına yüklediğimiz ağır yükün farkında değildik.  13-18 yaşlarında olmuşlardı. SBS, YGS, KPSS... Bu sınıfları ve kademeleri tek tek geçip memur olacak ve hayatları kurtulacaktı. Bu yüzden de çok çalışmak gerekti çok… Soru bankaları, çözümlü testler derken kalem kâğıt dünyası inşa etmiştik onlara. Çalışma masalarına prangalamıştık yavrularımızı. Bu en doğal hakkımız ve önceliğimizdi. Çünkü bizler çocuklarımız için en iyisini seçmek zorundaydık...

Bu seçimi yaparken ne aklî ne şer'î olarak ele almadık. Çocuklarımız için temeli sağlam olmayan, domino taşları gibi üst üste yığdığımız hayat programı ne hazindir ki yıkılıvermişti bir anda.  Evlatlarımızı elimizde tutamıyorduk artık. Kanatlanmış bir kuş misali yuvadan uçmak üzerelerdi. Program ayarlarına dokunamıyor, robota benzetmek istediğimiz çocuklarımızı ne resetlemek, ne format atmak, ne de tamir etmek çözüm getirmiyordu. El bombası gibi pimini çoktan çekmiştik yavrularımızın. Emin olun infilak etmişlerdi elimizde.

Alkol, uyuşturucu, internet bağımlısı olmuşlardı. Araştırma raporları bu bağımlılığın 8-10 yaşlarına düştüğünü gösteriyordu.  Bu vahim tablonun zihnimize kazınması için, çocuk istismarı haberlerini duymamız gerekiyordu belki de.  Sağlam bir kale olması gereken aileler, yıkılmaya, tahrip olmaya ve dağılmaya başlamıştı. Artık Müslüman bir aile olarak, hiç oluşa doğru sürüklendiğimizin tablosuydu belki de bu acı tablo.

Takvimler 2014'ü gösterdiğinde...

Bizler onları okutmaktan, hayatlarını kurtarmaktan vazgeçtik.

Çok geç de olsa yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkına vardık. “Evlatlarımızı artık geri istiyoruz. Keşke hep çocuk kalsalardı hiç büyümeselerdi” diyen onlarca aile, onlarca manevi serzeniş duydum son haftalarda.

“Ele avuca sığmaz oldular, KPSS, YGS' yi bir tarafa bıraktık. İslâm şahsiyetine sahip bireyler olsunlar yeter. Güzel ahlaklı olsunlar yeter” demekten başka söz ve cümle kifayet etmedi. Biz artık biz olmalıydık. Çocuklarımız bizim gibi olmalıydı.

Oysa çok geçti. Bari elimiz altındaki 3-4 yaşlarındaki evlatlarımızı kurtaralım değil mi? Bu konuda dini eğitim veren kreşler yanı başımızda, sokağımızda, mahallemizin hemen öte tarafındaydı zaten! Bari küçükken onlar da ablaları, abileri gibi olmasın diye, önceki hatalarımızın bedeli daha ağır olmasın diye göndermeliydik dini eğitim için!

Çözüm gerçekten bu mu?

Özrümüz kabahatimizden büyük olmasın kardeşlerim. Ebeveyn olarak bir problemin olduğunu anlamışız anlamasına ama çözümümüz sahih olsun, İslâmî olsun.

Problem çocuklarımız değil, çözüm başkaları değil. Sorun, İslâm ile eğitecek devletimizin olmayışı, çözüm de biz anne ve babaların sahih İslâmî bakışıdır. Bu dev sorun yumağından kurtulacak ve kurtaracak olan da bizleriz. Kısa ve kestirme cevaplar yerine temel fikrî kaidelerimize sorular sormalı ve cevabını yine aynı tükenmez membadan almalıyız. Hayata bakışımızı değiştirmeli ve yegâne çözüm kaynağından beslenmeliyiz.

Çocuklarımızın her yönden İslâmî şahsiyete sahip olmalarını sağlamak için dini eğitim verdiklerini iddia eden sistemle barışık ve bulanık kişilikler yetiştirecek kreşler yerine, Allah Rasulüne müracaat etmeli ve Rasulün pak ve temiz siyretine nazarımızı yönlendirmeliyiz.

Allah Subhanehû ve Teâlâ:

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) diye buyurmaktadır.

Tertemiz hayat pınarımız, kalplerimizin ziyneti, duygularımızın ve fıtratımızın tercümanı olan vahiy ile beslenen Asr-ı Saadet'e baksak, hayatlarından kendi hayatımız için canlı örnekler edinsek, pratikte uygulanabilir olduğuna yürekten inansak, emin olun kardeşlerim onların hayatlarından bizim hayatımıza teslimiyet, samimiyet, sadakat, sevgi ve şefkat taşıdığımızı göreceksiniz.

Onlar evlatlarını yetiştirirken kreşlere, yurtlara, yüksek konforlu okullara gönderdikleri için mi gökteki yıldızlar oldular. Kendi çocuklarını başkaları yetiştirsin diye teslim ettiler mi? Hayır. Onlar vahyin ta kendisiyle eğitildiler ve çocuklarını da onunla eğittiler.

Bizleri yoktan var eden, yaşamımıza yön veren kuvvet ve kudret sahibi Rabbimiz, 8-10 yaşına kadar çocuklarımızı şer'î hükümler ile mükellef dahi tutmamaktadır. Bizler nasıl olur da bu kararları alma hakkını kendimizde görürüz. Hayatında ebeveyninden öğreneceği en önemli zaman dilimlerini boş ve malayani şeylerle doldurmak ve tertemiz zihinlerini başkaları doldursun diye hibe ederiz.

Her gün 5-6 saat kendimizden uzaklaştırarak, onları nasıl iyi eğitmiş olacağız. O anne ki çocukları için koskoca bir dünya iken...

Kale gibi sağlam olması gereken biz aileler, ne zaman köhnemiş Batı aklından kurtulacağız, ne zaman köklü bir zihniyet değişimi geçireceğiz. Problemlerimizi ne zaman Allah ve Rasulüne götüreceğiz. Yoksa biz bunu İslâm'ın çözümleyeceği bir problem olarak görmüyor muyuz? Bizler evlerimizi mescit, evlerimizi kreş, evlerimizi okul ve medreseler haline neden getirmiyoruz? Evlerimizin İslâm için sağlam burçlara dönüşmesi gerekmez mi?

Müslüman bir ailede yetişen çocuklar elbette örnek şahsiyetler, örnek evlatlar ve örnek Müslümanlar olacaklardır.

Gelin önce çocuklarımızdan değil, kendimizden başlayalım. 56 bin evladımız kreşlerde hapis hayatı yaşarken, 230 bin insan hastaneye uyuşturucu kullandığı ve tedavi olmak istediği için başvururken, esrar kullanma yaşı 15'in altına düşerken, bizim başımızı iki yumruğumuzun arasına almamızın vakti gelmiştir bence.

Bir anne, İslâmî şahsiyete sahip olduğunda, çocuk da annesini taklit edecektir. Eğer kız çocuğu ise daha çok anneyi, erkek ise daha çok babasını taklide yönelecektir. Onları Müslüman bireyler olarak yetiştirmek istiyorsak, bizler pratik olarak örnek olacağız ki evlatlarımız da bizim gibi olsun. Şu unutulmamalıdır. Çocuklar canlı ve birebir örnekleri edinmeye programlanmış kayıt cihazı gibidirler. Haliyle doğru bilgiyi yüklersek, doğru ve sağlam bireyler olurlar.

Tarih örnek şahsiyetler yetiştirmiş fedakâr annelerle doludur. Buhari ismi ile tanıdığımız hadis ravisine bir bakın. O imam Buhari olmadan evvel bir çocuktu. İslâm'ın boyasıyla boyanmış huzur ve ülfet dolu bir ailede yetişmişti. Üstelik henüz çocuk yaşta iken babasını kaybetmişti. Ancak annesi O’nu ve kardeşini güzel bir İslâmî eğitim ile yetiştirmişti. Öyle bir örnek şahsiyet çıkardı ki; tüm zamanlarda insanlar ondan aktarılan hadislerle hayatlarına çekidüzen vereceklerdir.

Her ne kadar ciltlerle kitap yazılmış olsa da, çocuk eğitimi konusunda annelerin rolü babaların sorumluluklarından kat be kat daha fazladır. Günün ilk ışıkları penceremizden içeri vurduğu ilk andan gece kararıp babalar kapıyı çalıncaya kadar çocuklarla anneleri muhataptır. O halde geçim temini ile hem hal olan babaların sorumluluğu elbette bu hususta daha azdır. Bu bir hakikattir.

Dolayısıyla, günün yorgunluğu üzerinde olan babalar akşam evlerine geldiklerinde, huzur bulacakları ortamı onlara hazırlamak bizim sorumluluğumuzdur. Elbette çocuklarımız konusunda eşlerimizin desteğine ihtiyacımız vardır. Ancak bu anneler için sorumluluktan kaçmaya bir gerekçe olmamalıdır.

Bizler Hz. Haticeler olmak zorundayız. O zaman bakıp göreceğiz ki çocuklarımız bir Buhari bir Mutasım, bir Selahaddin Eyyübî olmuşlar...

Evlerimizin İslâm nuruyla aydınlandığını görmek umuduyla....

“İnsanoğlunun yediği en hayırlı rızık, kendi eliyle kazandığı ve (hayır ile yetiştirdiği) evladıdır.” (İbni Mace K. Ticaret 2128)

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz