“FİLİSTİN SORUNU” DEĞİL “İŞGALCİ YAHUDİ VARLIĞI SORUNU”

Mahmut Kar

Günümüz yöneticileri ve siyasetçilerinin Filistin’de yaşananları, “Filistin sorunu” olarak görüp onu çözmek için “uğraş” vermeleri nasıl hatalı ise tarihçilerin, akademisyenlerin ve yazarların da aynı şekilde Filistin vakasını, “Filistin sorunu” olarak görüp bu mesele hakkında yorum ve değerlendirme yapmaları da o kadar hatalı ve yanlıştır. Çünkü Filistin beldesi ve Filistin toprakları asli itibari ile bir “sorun” değildir ve öyle de görülmemelidir. “Irak sorunu”, “Keşmir sorunu” ya da “Doğu Türkistan sorunu” diye bir sorun nasıl yoksa “Filistin sorunu” diye bir sorun da yoktur. Mübarek topraklarda 76 yıldır devam eden durumu “işgal” ve “soykırım” olarak değil, “Filistin sorunu” olarak görenlerin, Türkiye’de 50 yıla yakın bir zamandır devam eden “terör sorununu” da “Türkiye sorunu” olarak görmeleri gerekir öyle değil mi?

Meseleye olması gereken zaviyeden bakmak gerekirken, olması gereken yaklaşım boyutu bu şekilde açık ve net iken konuya muhatap lider ve siyasetçilerin, konuyu gündemine alan yazar ve akademisyenlerin, Aksa topraklarındaki soruna, “işgalci ‘İsrail’ sorunu” demeyip “Filistin sorunu” demelerinin bazı nedenleri var.

Meseleye bu şekilde bakış, Kudüs tarihi ile ilgili yapılan değerlendirmelerin yanlışlığından ileri geliyor. Başta siyasetçi ve yöneticiler olmak üzere tarihçiler, akademisyenler ve yazarlar, Kudüs toprakları ile ilgili değerlendirmelerini yaparken meseleye daha çok maddi açıdan bakıyorlar. Bu özellikleri ile Batılı düşünürlerin seküler (dinden bağımsız) bakış açılarını benimsiyorlar. Seküler bakış açısı, bugüne nasıl ki dini yok sayarak, onu hayata karıştırmayarak bakıyorsa onlar da tarihe öyle bakıyorlar. Böylece dini hayattan ayırma inancına dayalı seküler düşüncenin tarih algısı üzerinden hareket ediyorlar. Meseleye böyle bakınca da tarihsel süreç içerisinde cereyan eden olayları dinden bağımsız ele alıp Filistin’de tarihsel olarak Yahudilerin var olma hakkı bulunduğuna inanıyorlar ve bunu savunuyorlar. Bu yaklaşım onları, Filistin topraklarında Yahudilere hak ve meşruiyet tanımaya götürüyor. Böyle olunca da 1948’deki işgali bir sorun olarak görmüyorlar. Onlara göre sorun, Yahudilerin işgalinde değil mübarek beldenin, Filistin toprağının kendisinde…

Yapılan araştırmalara göre; Filistin toprakları üzerinde tarihî süreçte birçok kavim ve toplum yaşamıştır. M.Ö. 1500’lü yılarda Firavunlar ilk kez Kudüs’e girmişler. Yine M.Ö. 1350 yılında Yahudiler Filistin’e Güney cephesinden Musa Aleyhis Selam’ın öncülüğünde yürürlerken karşılaştıkları Kızıldeniz, bilindiği gibi ikiye ayrılmıştı ve sonra Yahudiler kendilerine emredilmesine rağmen o bölgeye girmediler. Sina Çölünde yollarını kaybederek tam 40 yıl orada kaldılar.

Daha sonra Asurlular, “‘İsrail’in yurdu” olarak adlandırılan bölgeye geldiler ve burada Yahudileri egemenlikleri altına aldılar. Sonrasında Babilliler bölgeye gelerek Filistin’i işgal edip Kudüs’ü ele geçirdiler. Babil Kralı Nebuchadnezzar, Yahudileri Kudüs’ten sürdü. Böylece Yahuda Krallığı M.Ö. 586 yılında sona ermiş oldu. Bir sonraki yüzyılda Pers Kralı Cyrus M.Ö. 538 yılında Babillileri büyük bir bozguna uğratarak o güne kadar ki en büyük Babil İmparatorluğunu kurdu. Ondan sonra Makedonyalı Büyük İskender M.Ö. 332 senesinde Kudüs’ü Perslerden aldı. Sonrası dönemlerde Kudüs’e, Romalılar ve Bizanslılar da hâkim oldu. Ta ki, İslâm’ın zuhur ettiği döneme kadar Bizanslılar, Kudüs’te kaldılar.

Kudüs tarihi ile ilgili bütün bu yazılanlara ve konuşulanlara bakıldığında İslâm’ın gelişine kadar geçen dönemin kaynaklarının kesinlikle güvenilir kaynaklar olmadığını söyleyebiliriz. İslâm öncesi dönemde tarihçiler çoğunlukla referans olarak Tevrat nüshalarına, mitolojik efsanelere ve birtakım yazıtlara dayanıyorlardı. Bizlerin, Tevrat nüshalarının güvenilir olmadığını unutmamamız gerekiyor. Zira Rabbimiz, Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettiklerini; ilaveler ve eksiltmeler yaptıklarını bildirmektedir. Bu durumda Tevrat, özgün bir ilahi metin olma özelliğini kaybettiği için, “güvenilir kaynak” olma özelliğini de yitirmiştir.

Dolayısıyla başta tarihçiler, akademisyenler ve siyasetçilerin inandıkları ve savundukları; “Kudüs’ün üç ‘kutsal’ dinin merkezi olduğu” yaklaşımı ve bu topraklarda “üç dine ait milletin de hakkının olduğu” savı, doğru bilgiye dayanmadığı gibi şer’i ahkâma da uygun değildir. Çünkü Filistin topraklarının kime ait olduğu, kimin hakkı olduğu bellidir ve tartışmaya da açık değildir. Ayrıca bir Müslüman’ın tarihe bakış açısını şekillendiren önemli ilkelerden birisi şudur: İslâm, kendinden önce gelmiş olan bütün fikir, inanç ve sistemleri geçersiz kılmak üzere Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından gönderilmiş evrensel bir dindir.

“Kudüs’ün tarihi” dediğimizde Müslümanlar açısından ilk akla gelen; onun kutsal bir mekân olduğu meselesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, İsra Suresinin ilk ayetinin inişiyle birlikte bu meseleyi İslâm akidesi ile ilişkilendirmiş yani Kudüs’ün kutsallığı konusunda hükmünü ortaya koymuştur. Rabbimiz, bu belde ile ilgili şöyle buyurmaktadır:

[سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِن إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ] “Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan (Kâbe’den) yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksa'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” [İsra Suresi 1]

Allah Subhanehu ve Teâlâ bu ayet ile Filistin’i İslâm’a ait kılmıştır; “korunması gereken, mübarek, tertemiz bir toprak” olarak tanımlamıştır. Mescid-i Aksa’yı İslâm’ın ilk kıblesi yapan Allah Subhanehu ve Teâlâ, Müslümanların kalplerini önce Filistin’e bağlamıştır; Hicretten 16 ay sonra ise Kâbe’yi, Müslümanların yeni kıblesi yaparak iki mescidi birbirine bağlamıştır.

Bununla birlikte mübarek belde üzerinde İslâm’ın hüküm ve uygulamaları, meseleyi tartışma konusu olmaktan çıkarmış ve oranın kıyamete kadar bir İslâm toprağı olarak kalacağı artık kesinlik kazanmıştır. Ömer RadiyAllahu Anh, Kudüs’ün anahtarlarını teslim aldığında halka, mabetlerini koruma ve Kudüs’ün güvenliğini sağlamak adına yazılı bir ahitname sunmuştur. Bunun karşılığında Yahudilerden hiçbir kimseye oturma izni verilmemesi noktasında onlardan söz almıştır. Bölgedeki Hıristiyan sakinleri cizyelerini ödemek kaydıyla emniyet ve huzur içinde günlük yaşamlarını sürdürdüler. Bu sözleşme, patriklerce de korunmuş ve günümüze kadar gelmiştir.

O günden beri Kudüs, İslâm toprağı olmuş ve İslâm hükümlerinin yürürlükte olduğu bir şehir olmuştur. Güvenliği Müslümanlar tarafından sağlanan, sakinlerinin İslâm tabiiyetini taşıdıkları ve tarih boyunca Müslümanların canla başla savuna geldikleri bir İslâm diyarı olmuştur. Ömer RadiyAllahu Anh’ın Kudüs’ün anahtarlarını teslim almadan önceki Kudüs tarihinde; ne Yahudilerin iddia ettiği “Süleyman heykeli”nin ne Hıristiyanların iddia ettiği gibi “Kıyamet veya Kutsal Kabir Kilisesi”nin orada bulunuyor olmasının hiçbir önemi yoktur. Bütün bunlar, İslâm dininin gelişi ile birlikte nesh olunmuş/geçersiz kılınmıştır. Bu ve benzeri iddiaların hiçbir kıymeti yoktur. İslâm’ın, ibadetlerini ve dinî ayinlerini yerine getirme konusunda onlara verdiği hakların dışında kutsal topraklar üzerinde hiçbir hakları olamaz.

Hülasa; Filistin topraklarında hakkı olmadığı halde oraya “işgalci” olarak yerleşen Siyonist “İsrail”in varlığıdır, asıl sorun.

Yaşadıkları her yerde insanlık için sorun olan Yahudileri “sorun” olarak görmeyip meseleyi, “Filistin sorunu” olarak tanımlamak da ayrı bir sorundur. Zira Filistin topraklarında işgalci “İsrail” sorunu var olmakla birlikte birde “beni İsrail/İsrail oğulları sorunu” vardır. Beni İsrail, insanlık tarihi boyunca insanlığa ve âlemlerin Rabbine daima sorun çıkartmış bir millettir. Kur’an-ı Kerim’de Beni İsrail’in özellikleri sık sık hatırlatılır. Onlardan bazıları şunlardır:

- Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.

- Verdikleri sözü tutmazlar!

- Kendilerine güvenenlere ihanet ederler.

- Aç gözlüdürler. Kendilerine ne verilirse verilsin yetinmezler ve nankörlük ederler.

- Kalpleri katılaşmış, insanlığa karşı merhameti olmayan bir kavimdirler.

Bu sebeple Yahudiler, tarih boyunca diğer insanlarla birlikte yaşamayı başaramamışlar, yaşadıkları tüm toplumlarda fitne ve fesat çıkartmışlardır.

Gelinen noktada; “Filistin sorunu” diye adlandırılan, gerçekte “işgalci Yahudi Varlığı sorunu” olan meseleye baktığımızda, bu meselenin iki taraf arasında geçen siyasi bir hesaplaşma olduğu açıkça görülebilmektedir. Bu meselede iki taraf vardır; Müslümanlar ve Yahudilerle birlikte onlara destek olan küfür milleti. Filistin, bütün Müslümanların derdidir. Zira Müslümanlar, bir akideye sahip tek bir ümmettir, dolayısıyla bu meseleye Müslümanların bakışı da bir olmalıdır. Bu bakışın nasıl olacağını, Hizb-ut Tahrir Türkiye’nin “‘İsrail’ Sorunu ve Filistin’in Kurtuluşu 10 Maddede Çözümler” başlıklı raporundan alıntı ile sizlerin istifadesine sunuyorum:

“Madde 2: Filistin Sorunu Yoktur, Katil İşgalci Yahudi Varlığı ‘İsrail’ Sorunu Vardır!

Bize göre; ‘Filistin sorunu’ yoktur, bilakis Yahudi varlığı ‘İsrail’ sorunu vardır. İsrail oğulları, insanlık tarihi boyunca insanlığın başına bela olmuş, âlemlerin Rabbine isyan etmiş, Allah’ın peygamberlerini katletmiştir.

Filistin, Haçlı işgali altında geçen kısa süre hariç, tarih boyunca İslâm’ın hâkimiyeti altında, her zaman Müslümanların gözbebeği olmuştur. Filistin hiçbir zaman ‘sorun’ olmamıştır. Sorun olan, Yahudi varlığıdır. Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra iktidarı eline geçiren zümrenin beceriksizliği sonucu kaybedilen topraklardan biri de, Filistin’dir. Filistin’de İngiliz mandası; zulmünü ve diktatörlüğünü Filistin halkı üzerinde uygulamış, Siyonistlerle iş birliği halinde dünyanın dört bir yanından Yahudileri Filistin’e toplamaya çalışmış, onları silahlandırmış, ‘Hagana’ adı verilen Yahudi çetelerini kurup büyütmüş, insanlar silah zoruyla evlerinden, topraklarından, yurtlarından kovulup başka ülkelerde mülteci haline getirilmiş, 1948 yılında Yahudi varlığı bir ‘devlet’ sıfatıyla Filistin topraklarına bir hançer gibi saplanmıştır.

‘İsrail’ adı verilen bu yabancı cismi devlet olarak tanıyan ilk halkı Müslüman ülke maalesef Türkiye olmuş, ‘İsrail’ çevresinde İngilizlerin kurduğu ve İngiliz ajanlarının yönettiği Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi devletler, Yahudi varlığının bekçileri haline getirilmiştir. -Sözde- ‘Arap-İsrail savaşları’ adı altında 1948’de ve 1967’de yapılan göstermelik savaşlarla Yahudi varlığına ‘yenilmezlik’ unvanı verilmiştir.

Hizb-ut Tahrir’in kurucusu kıymetli âlim Takiyyuddin en-Nebhânî, bu hakikati şu sözlerle ifade etmektedir: ‘‘İsrail’ Arap rejimlerinin gölgesidir. O rejimleri kaldırdığın an gölge de gider.

Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Batılı devletlerinden her türlü desteği alan, çevresindeki Arap rejimlerinin koruması altında tutulan, Türkiye gibi halkı Müslüman ülkelerin kurduğu ilişkilerle güç kazanan ve güya uygar dünyanın gözü önünde -sözde- uluslararası hukuku ve normları ayaklar altına almaktan çekinmeyen bu varlık, yaklaşık bir asırdır işgalini, yağmasını, katliamlarını ve vahşetini pervasızca sürdürmektedir.

O halde sorunu çıkaran, büyüten, kökleştiren ve sürdüren ne Filistinlilerdir ne de Müslümanlar… Bilakis sorunu ortaya çıkaran Batılı devletler, sürdüren ise bu meşum Yahudi varlığıdır. Dolayısıyla ‘Filistin sorunu’, ‘Kudüs sorunu’, ‘Gazze sorunu’ yoktur, bilakis ‘Yahudi varlığı ‘İsrail’ sorunu’ vardır.”


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz