Günümüz yöneticileri ve siyasetçilerinin
Filistin’de yaşananları, “Filistin sorunu” olarak görüp onu çözmek için “uğraş”
vermeleri nasıl hatalı ise tarihçilerin, akademisyenlerin ve yazarların da aynı
şekilde Filistin vakasını, “Filistin sorunu” olarak görüp bu mesele hakkında yorum
ve değerlendirme yapmaları da o kadar hatalı ve yanlıştır. Çünkü Filistin
beldesi ve Filistin toprakları asli itibari ile bir “sorun” değildir ve öyle de
görülmemelidir. “Irak sorunu”, “Keşmir sorunu” ya da “Doğu Türkistan sorunu”
diye bir sorun nasıl yoksa “Filistin sorunu” diye bir sorun da yoktur. Mübarek
topraklarda 76 yıldır devam eden durumu “işgal” ve “soykırım” olarak değil, “Filistin
sorunu” olarak görenlerin, Türkiye’de 50 yıla yakın bir zamandır devam eden “terör
sorununu” da “Türkiye sorunu” olarak görmeleri gerekir öyle değil mi?
Meseleye olması gereken zaviyeden
bakmak gerekirken, olması gereken yaklaşım boyutu bu şekilde açık ve net iken konuya
muhatap lider ve siyasetçilerin, konuyu gündemine alan yazar ve akademisyenlerin,
Aksa topraklarındaki soruna, “işgalci ‘İsrail’ sorunu” demeyip “Filistin sorunu”
demelerinin bazı nedenleri var.
Meseleye bu şekilde bakış, Kudüs
tarihi ile ilgili yapılan değerlendirmelerin yanlışlığından ileri geliyor. Başta
siyasetçi ve yöneticiler olmak üzere tarihçiler, akademisyenler ve yazarlar, Kudüs
toprakları ile ilgili değerlendirmelerini yaparken meseleye daha çok maddi
açıdan bakıyorlar. Bu özellikleri ile Batılı düşünürlerin seküler (dinden
bağımsız) bakış açılarını benimsiyorlar. Seküler bakış açısı, bugüne nasıl ki dini
yok sayarak, onu hayata karıştırmayarak bakıyorsa onlar da tarihe öyle bakıyorlar.
Böylece dini hayattan ayırma inancına dayalı seküler düşüncenin tarih algısı
üzerinden hareket ediyorlar. Meseleye böyle bakınca da tarihsel süreç
içerisinde cereyan eden olayları dinden bağımsız ele alıp Filistin’de tarihsel
olarak Yahudilerin var olma hakkı bulunduğuna inanıyorlar ve bunu savunuyorlar.
Bu yaklaşım onları, Filistin topraklarında Yahudilere hak ve meşruiyet tanımaya
götürüyor. Böyle olunca da 1948’deki işgali bir sorun olarak görmüyorlar.
Onlara göre sorun, Yahudilerin işgalinde değil mübarek beldenin, Filistin
toprağının kendisinde…
Yapılan araştırmalara göre;
Filistin toprakları üzerinde tarihî süreçte birçok kavim ve toplum yaşamıştır.
M.Ö. 1500’lü yılarda Firavunlar ilk kez Kudüs’e girmişler. Yine M.Ö. 1350
yılında Yahudiler Filistin’e Güney cephesinden Musa Aleyhis Selam’ın öncülüğünde
yürürlerken karşılaştıkları Kızıldeniz, bilindiği gibi ikiye ayrılmıştı ve sonra
Yahudiler kendilerine emredilmesine rağmen o bölgeye girmediler. Sina Çölünde
yollarını kaybederek tam 40 yıl orada kaldılar.
Daha sonra Asurlular, “‘İsrail’in
yurdu” olarak adlandırılan bölgeye geldiler ve burada Yahudileri egemenlikleri
altına aldılar. Sonrasında Babilliler bölgeye gelerek Filistin’i işgal edip Kudüs’ü
ele geçirdiler. Babil Kralı Nebuchadnezzar, Yahudileri Kudüs’ten sürdü. Böylece
Yahuda Krallığı M.Ö. 586 yılında sona ermiş oldu. Bir sonraki yüzyılda Pers
Kralı Cyrus M.Ö. 538 yılında Babillileri büyük bir bozguna uğratarak o güne
kadar ki en büyük Babil İmparatorluğunu kurdu. Ondan sonra Makedonyalı Büyük
İskender M.Ö. 332 senesinde Kudüs’ü Perslerden aldı. Sonrası dönemlerde Kudüs’e,
Romalılar ve Bizanslılar da hâkim oldu. Ta ki, İslâm’ın zuhur ettiği döneme
kadar Bizanslılar, Kudüs’te kaldılar.
Kudüs tarihi ile ilgili bütün
bu yazılanlara ve konuşulanlara bakıldığında İslâm’ın gelişine kadar geçen
dönemin kaynaklarının kesinlikle güvenilir kaynaklar olmadığını söyleyebiliriz.
İslâm öncesi dönemde tarihçiler çoğunlukla referans olarak Tevrat nüshalarına,
mitolojik efsanelere ve birtakım yazıtlara dayanıyorlardı. Bizlerin, Tevrat
nüshalarının güvenilir olmadığını unutmamamız gerekiyor. Zira Rabbimiz,
Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettiklerini; ilaveler ve eksiltmeler yaptıklarını
bildirmektedir. Bu durumda Tevrat, özgün bir ilahi metin olma özelliğini
kaybettiği için, “güvenilir kaynak” olma özelliğini de yitirmiştir.
Dolayısıyla başta tarihçiler,
akademisyenler ve siyasetçilerin inandıkları ve savundukları; “Kudüs’ün üç ‘kutsal’
dinin merkezi olduğu” yaklaşımı ve bu topraklarda “üç dine ait milletin de
hakkının olduğu” savı, doğru bilgiye dayanmadığı gibi şer’i ahkâma da uygun
değildir. Çünkü Filistin topraklarının kime ait olduğu, kimin hakkı olduğu
bellidir ve tartışmaya da açık değildir. Ayrıca bir Müslüman’ın tarihe bakış
açısını şekillendiren önemli ilkelerden birisi şudur: İslâm, kendinden önce
gelmiş olan bütün fikir, inanç ve sistemleri geçersiz kılmak üzere Allah Subhanehu
ve Teâlâ tarafından gönderilmiş evrensel bir dindir.
“Kudüs’ün tarihi” dediğimizde
Müslümanlar açısından ilk akla gelen; onun kutsal bir mekân olduğu meselesidir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim, İsra Suresinin ilk ayetinin inişiyle birlikte bu
meseleyi İslâm akidesi ile ilişkilendirmiş yani Kudüs’ün kutsallığı konusunda
hükmünü ortaya koymuştur. Rabbimiz, bu belde ile ilgili şöyle buyurmaktadır:
[سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِن إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ] “Kulu
Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan (Kâbe’den) yola çıkararak, kendisine bazı
mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal
kıldığımız Mescid-i Aksa'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan
uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” [İsra Suresi 1]
Allah Subhanehu ve Teâlâ
bu ayet ile Filistin’i İslâm’a ait kılmıştır; “korunması gereken, mübarek,
tertemiz bir toprak” olarak tanımlamıştır. Mescid-i Aksa’yı İslâm’ın ilk
kıblesi yapan Allah Subhanehu ve Teâlâ, Müslümanların kalplerini önce Filistin’e
bağlamıştır; Hicretten 16 ay sonra ise Kâbe’yi, Müslümanların yeni kıblesi yaparak
iki mescidi birbirine bağlamıştır.
Bununla birlikte mübarek belde üzerinde
İslâm’ın hüküm ve uygulamaları, meseleyi tartışma konusu olmaktan çıkarmış ve
oranın kıyamete kadar bir İslâm toprağı olarak kalacağı artık kesinlik
kazanmıştır. Ömer RadiyAllahu Anh, Kudüs’ün anahtarlarını teslim
aldığında halka, mabetlerini koruma ve Kudüs’ün güvenliğini sağlamak adına
yazılı bir ahitname sunmuştur. Bunun karşılığında Yahudilerden hiçbir kimseye
oturma izni verilmemesi noktasında onlardan söz almıştır. Bölgedeki Hıristiyan
sakinleri cizyelerini ödemek kaydıyla emniyet ve huzur içinde günlük
yaşamlarını sürdürdüler. Bu sözleşme, patriklerce de korunmuş ve günümüze kadar
gelmiştir.
O günden beri Kudüs, İslâm toprağı
olmuş ve İslâm hükümlerinin yürürlükte olduğu bir şehir olmuştur. Güvenliği
Müslümanlar tarafından sağlanan, sakinlerinin İslâm tabiiyetini taşıdıkları ve
tarih boyunca Müslümanların canla başla savuna geldikleri bir İslâm diyarı
olmuştur. Ömer RadiyAllahu Anh’ın Kudüs’ün anahtarlarını teslim almadan
önceki Kudüs tarihinde; ne Yahudilerin iddia ettiği “Süleyman heykeli”nin ne
Hıristiyanların iddia ettiği gibi “Kıyamet veya Kutsal Kabir Kilisesi”nin orada
bulunuyor olmasının hiçbir önemi yoktur. Bütün bunlar, İslâm dininin gelişi ile
birlikte nesh olunmuş/geçersiz kılınmıştır. Bu ve benzeri iddiaların hiçbir
kıymeti yoktur. İslâm’ın, ibadetlerini ve dinî ayinlerini yerine getirme
konusunda onlara verdiği hakların dışında kutsal topraklar üzerinde hiçbir hakları
olamaz.
Hülasa; Filistin topraklarında
hakkı olmadığı halde oraya “işgalci” olarak yerleşen Siyonist “İsrail”in varlığıdır,
asıl sorun.
Yaşadıkları her yerde insanlık
için sorun olan Yahudileri “sorun” olarak görmeyip meseleyi, “Filistin sorunu”
olarak tanımlamak da ayrı bir sorundur. Zira Filistin topraklarında işgalci “İsrail”
sorunu var olmakla birlikte birde “beni İsrail/İsrail oğulları sorunu” vardır.
Beni İsrail, insanlık tarihi boyunca insanlığa ve âlemlerin Rabbine daima sorun
çıkartmış bir millettir. Kur’an-ı Kerim’de Beni İsrail’in özellikleri sık sık
hatırlatılır. Onlardan bazıları şunlardır:
- Yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar.
- Verdikleri sözü tutmazlar!
- Kendilerine güvenenlere
ihanet ederler.
- Aç gözlüdürler. Kendilerine
ne verilirse verilsin yetinmezler ve nankörlük ederler.
- Kalpleri katılaşmış,
insanlığa karşı merhameti olmayan bir kavimdirler.
Bu sebeple Yahudiler, tarih
boyunca diğer insanlarla birlikte yaşamayı başaramamışlar, yaşadıkları tüm
toplumlarda fitne ve fesat çıkartmışlardır.
Gelinen noktada; “Filistin
sorunu” diye adlandırılan, gerçekte “işgalci Yahudi Varlığı sorunu” olan
meseleye baktığımızda, bu meselenin iki taraf arasında geçen siyasi bir
hesaplaşma olduğu açıkça görülebilmektedir. Bu meselede iki taraf vardır;
Müslümanlar ve Yahudilerle birlikte onlara destek olan küfür milleti. Filistin,
bütün Müslümanların derdidir. Zira Müslümanlar, bir akideye sahip tek bir
ümmettir, dolayısıyla bu meseleye Müslümanların bakışı da bir olmalıdır. Bu
bakışın nasıl olacağını, Hizb-ut Tahrir Türkiye’nin “‘İsrail’ Sorunu ve
Filistin’in Kurtuluşu 10 Maddede Çözümler” başlıklı raporundan alıntı ile
sizlerin istifadesine sunuyorum:
“Madde 2: Filistin Sorunu Yoktur, Katil İşgalci Yahudi
Varlığı ‘İsrail’ Sorunu Vardır!
Bize göre; ‘Filistin sorunu’ yoktur, bilakis Yahudi varlığı ‘İsrail’
sorunu vardır. İsrail oğulları, insanlık tarihi boyunca insanlığın başına bela
olmuş, âlemlerin Rabbine isyan etmiş, Allah’ın peygamberlerini katletmiştir.
Filistin, Haçlı işgali altında geçen kısa süre hariç, tarih boyunca İslâm’ın
hâkimiyeti altında, her zaman Müslümanların gözbebeği olmuştur. Filistin hiçbir
zaman ‘sorun’ olmamıştır. Sorun olan, Yahudi varlığıdır. Sultan Abdulhamid
Han’ın tahttan indirilmesinden sonra iktidarı eline geçiren zümrenin
beceriksizliği sonucu kaybedilen topraklardan biri de, Filistin’dir. Filistin’de
İngiliz mandası; zulmünü ve diktatörlüğünü Filistin halkı üzerinde uygulamış,
Siyonistlerle iş birliği halinde dünyanın dört bir yanından Yahudileri
Filistin’e toplamaya çalışmış, onları silahlandırmış, ‘Hagana’ adı verilen
Yahudi çetelerini kurup büyütmüş, insanlar silah zoruyla evlerinden, topraklarından,
yurtlarından kovulup başka ülkelerde mülteci haline getirilmiş, 1948 yılında
Yahudi varlığı bir ‘devlet’ sıfatıyla Filistin topraklarına bir hançer gibi
saplanmıştır.
‘İsrail’ adı verilen bu yabancı cismi devlet olarak tanıyan ilk halkı
Müslüman ülke maalesef Türkiye olmuş, ‘İsrail’ çevresinde İngilizlerin kurduğu
ve İngiliz ajanlarının yönettiği Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi devletler,
Yahudi varlığının bekçileri haline getirilmiştir. -Sözde- ‘Arap-İsrail
savaşları’ adı altında 1948’de ve 1967’de yapılan göstermelik savaşlarla Yahudi
varlığına ‘yenilmezlik’ unvanı verilmiştir.
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Batılı devletlerinden her türlü
desteği alan, çevresindeki Arap rejimlerinin koruması altında tutulan, Türkiye
gibi halkı Müslüman ülkelerin kurduğu ilişkilerle güç kazanan ve güya uygar dünyanın
gözü önünde -sözde- uluslararası hukuku ve normları ayaklar altına almaktan
çekinmeyen bu varlık, yaklaşık bir asırdır işgalini, yağmasını, katliamlarını
ve vahşetini pervasızca sürdürmektedir.
O halde sorunu çıkaran, büyüten, kökleştiren ve sürdüren ne
Filistinlilerdir ne de Müslümanlar… Bilakis sorunu ortaya çıkaran Batılı
devletler, sürdüren ise bu meşum Yahudi varlığıdır. Dolayısıyla ‘Filistin sorunu’,
‘Kudüs sorunu’, ‘Gazze sorunu’ yoktur, bilakis ‘Yahudi varlığı ‘İsrail’ sorunu’
vardır.”


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış