PETROLÜN İNSAN HAYATINDAN DAHA DEĞERLİ SAYILDIĞI, GARİP MÜSLÜMANLARIN DİYARI IRAK… (6)

İbrahim Er

Geçen Sayıdan Devam…

Şüphesiz ki Irak meselesi, tek başına ele alınacak ve yalnızca kendi sınırları içerisinde değerlendirilebilecek bir mesele değildir. Mesele, Ümmet’in “sırtlanlar” sofrasına düşmesiyle ve sömürgeci kâfirlerin insafına terk edilmesiyle ilgili bir mesele olduğu için, O’nun üzerinde uygulanan planların Ümmet’in diğer bazı parçalarıyla da doğrudan bağlantısı vardır. İşte bu bağlantılardan birisi de Türkiye’deki Kürt sorunu ve yakın geçmişte ortaya atılan Demokratik Açılım Projesi’dir. Bu proje, ilk bakışta her ne kadar Türkiye’nin iç meselesiymiş gibi görünüp, çözümünün de yalnızca Türkiye ile ilgili olduğu hususunda izlenimler bırakıyor olsa da, aslında meselenin boyutları ortaya çıkan görüntünün çok daha ötesindedir. Dolayısıyla; Amerika’nın Irak işgali ve Irak’ı yeniden yapılandırma çalışmalarıyla birlikte, Türkiye’deki AKP iktidarı ile başlattığı demokratikleşme hamleleri ve “Güneydoğu Meselesi” ya da “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan hususlar, birbirleriyle tamamen ilişkili hususlardır.

Bugünkü Irak ile PKK Meselesi ve Demokratik Açılım Projesi Arasındaki Bağlantı:

Irak’ın, I. Dünya Savaşı’nın ardından bugüne kadar geçen süreçte maruz kalmış olduğu muameleleri ve Sömürgeci Kâfirlerin hangi planlarının uygulama sahası haline getirildiğini, yazımızın önceki bölümlerinde detaylarıyla birlikte anlatmaya çalışmıştık. Bu detaylar çerçevesinde bugün Irak’ın içinde bulunduğu duruma baktığımızda, bu durumun “Amerika’nın 21. Yüzyıl Projesi” adı altında başlattığı dünyayı yeniden şekillendirme operasyonunun bir neticesi olduğunu görürüz. Bu operasyonun bölgedeki uygulaması olan “Büyük Ortadoğu Projesi” ise, bütün Ortadoğu’nun Amerikan çıkarları doğrultusunda şekillenmesini hedefleyen bir projedir. İşte bu nedenle de PKK meselesi ve Demokratik Açılım Projesi, Amerika’nın bölge üzerindeki projelerinin tamamlayıcısı olan adımlardır. Bu yüzden de bütün bu meseleler arasında kuvvetli ilişkiler mevcuttur.

Şu an bölge hâkimiyetini sağlayabilmek için Amerika açısından en önemli ve öncelikli iş, bölgede kendi çıkarlarına uygun istikrarlı bir ortam meydana getirebilmektir. Bu istikrar ortamının oluşturulmasının en önemli adımı ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu günden bu yana kendi varlığına bir tehdit olarak gördüğü ve asimile edebilmek için büyük uğraşlar verdiği Kürt sorununun çözümüdür. Bu sorunun yaklaşık son otuz yıldır bölgede PKK eliyle sürekli kılınması ve çok ağır bedellerin ödetilmesi sebebiyle meseleyi PKK merkezli bir hale getirmiştir. Burada konuyu daha iyi anlayabilmek için PKK’nın ortaya çıkışını ve tarihsel sürecini ele almaya gerek yoktur. Konuyu bölgedeki güç dengeleri ve Amerika’nın bölgedeki yapılanmasının önündeki engeller açısından değerlendirmek çok daha faydalı olacaktır. 

Bu sorun Cumhuriyet ile birlikte ortaya çıktığı halde, bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından böyle bir sorunun varlığı kesinlikle kabul edilmemiştir. Hatta çok uzun yıllar “Kürt” diye bir milletin varlığını dahi kabul etmemiş ve bu varlıkla ilgili saçma sapan bir takım açıklamalarla meseleyi örtbas etmeye çalışmışlardır. Olayın boyutları öyle noktalara gelmiştir ki; Kürtlere ait ne varsa hepsi yok edilmeye çalışılmış, bu hususlara yönelik yasaklar getirilmiş, bu yasaklara uymayanlar da şiddetli şekilde cezalandırılmışlardır. Mesela daha düne kadar toplumun önünde Kürtçe konuştuğu için bir siyasetçiye veya Kürtçe şarkı söylediği için bir sanatçıya dava açılabiliyordu. İşte böylesi bir bakışın ve uygulamaların var olduğu bir ortamda AKP iktidarıyla birlikte önceki bütün anlayışlar yıkılmaya çalışılmış, Kürtlere karşı yapılan haksızlıklar gündeme getirilmiş ve bunlar, kamuoyunda tartışılmaya açılmıştır. Güneydoğu Bölgesi’ne özel kalkınma planları hazırlanmış, “Topluma Kazandırma” ve “Eve Dönüş” yasaları gibi yasal düzenlemelerle dağdaki Kürt gençleri topluma çekilmeye çalışılmış ve nihayetinde bu mesele Demokratik Açılım Projesi’ne kadar getirilmiştir. 

Amerikan politikalarının hayata geçirilmesinde büyük bir fedakârlık örneği sergileyen ve Liberal anlayış üzerine kurulmuş bir parti olan AKP’nin, Kürt meselesinde böylesine önemli ve on yıl önce düşünülmesi bile mümkün olmayan adımları atabilmesi bile, bu adımların ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi dâhilinde atıldığının bir göstergesidir. Çünkü bugün taraflar arasında sorunun ne olduğu hususunda bile itilaf vardır. Birinin “Kürt Sorunu” olarak gördüğü meseleyi diğeri “PKK Sorunu” olarak değerlendirmektedir. AKP Hükümeti Demokratik Açılım söylemlerini meşrulaştırıp hayata geçirmeye çalışırken, muhalefet bunu şiddetle eleştirmekte ve konu çerçevesinde yapılan uygulamaları Hükümet aleyhine çevirmeye ve ona çelme takmaya çalışmaktadır. 

Ancak bu meseleyi Hükümet ve muhalefet çerçevesinden değerlendirmek ve gelişmeleri bu ikisine odaklamak, meseleye dar bir çerçeveden bakmaktır. Mesele, kesinlikle bu iki oluşumun demokratik ortamdaki iktidar-muhalefet mücadelesi değil, onların arkasında duran ve bölge üzerindeki emellerine ulaşmaya çalışan iki sömürgeci gücün mücadelesidir. Mesela, bugün Türkiye’deki Türk ve Kürt halklarının arasını açarak ve birbirlerine düşman olmalarını sağlayarak devamlı bir gerginlik oluşturmak ve bölgede Amerikan çıkarlarını tesis edecek istikrarlı bir ortamı baltalamak, İngilizlerin çıkarına seyreden bir durumdur. Şu an itibariyle PKK’nın bölgedeki varlığı ve eylemleri bu gayeyi gerçekleştirmek açısından İngiliz yapılanması adına büyük bir önem arz etmektedir. Türkiye’deki İngiliz varlığının uzantısı ve taşeronu olan Ulusalcı yapı ve onun koruyucusu olan Türk Ordusu vasıtasıyla PKK varlığı eylemlerini rahatça gerçekleştirebilmiş, bu eylemler neticesinde yaşanan kayıplara dökülen timsah gözyaşları ile intikam yeminleri edilmiş, “vatan sağ olsun” sloganları atılmış ve her defasında PKK’ya lanet okunarak halkın rahatlaması sağlanmıştır. Ulusalcı yapının gücünü kırmak kastıyla açılan Ergenekon türü davalara ilişkin asker, yargı mensubu ve akademisyenlerden oluşan birçok kişinin ortaya çıkan ses kayıtları bu iddiaları doğrulamaktadır. Üstelik bu ses kayıtlarıyla ilgili herhangi bir yalanlama da mevcut değildir. Bu süreç, bu şekilde bir taraftan on binlerce insanın hayatını kaybetmesine vesile olup Türk ve Kürt halklarının arasındaki uçurumun büyümesine neden olurken, diğer taraftan da İngiliz varlığının Türkiye’deki AKP iktidarını zayıflatmak ve bölgede sürekli bir kargaşa ortamı oluşturmak suretiyle kendi varlığını koruma yolunu sonuna kadar açmaktadır. 

Bu yüzden Türkiye’deki Demokratik Açılım Projesi bir Amerikan projesidir ve Türkiye’deki ve Irak’taki İngiliz yapılanmalarını zayıflatma ya da yok etme projesidir. Bu projeye iki tarafın da kendi açılarından büyük hırs göstermeleri bu yüzdendir. Ancak bu süreç, şu ana kadar hiç de Amerika’nın istediği şekilde yürümemektedir: 

Demokratik Açılım Projesi’nin hayata geçirilmesine yönelik ilk adım, 15 Ekim 2009 tarihinde Kandil’den gelen otuz dört PKK’lının Habur’dan girişiyle atılmıştır. “Eve Dönüş Projesi” adı altında atılan bu ilk adım, İngiliz destekli ve PKK üzerinde etkin olan Ulusalcıların hamleleriyle PKK şovuna dönüşmüş, bu şov günlerce kamuoyunu meşgul etmiş, toplumda büyük bir tepkilere neden olmuş ve sonuçta da başlamadan sona ermiştir. Yaşanan bu fiyaskoyla birlikte Demokratik Açılım ya da Kürt Açılımı Projesi geçici bir süre için rafa kaldırılmıştır. Bundan sonraki süreçte de bölgedeki gelişmeler, Hükümeti sıkıntıya sokacak ve “Demokratik Açılım Projesi”ni riske atacak türden olmuştur. Yine, 22 Ağustos 2010 tarihinde BDP’nin Demokratik Toplum Kongresi, “Demokratik Özerklik Çalıştayı” adı altında toplanmış ve Kürtlerin “Kurtuluş Projesi” olarak adlandırılan bu projede; siyasî, ekonomik, kültürel, hukukî ve güvenlik boyutlarından Kürtlerin geleceği masaya yatırılarak özerkliğin kaçınılmaz olduğu hususuna vurgu yapılmıştır. Bu gelişme de, kamuoyunda tepkilere neden olup Hükümet’i sıkıntıya sokan ve açılım projelerini sekteye uğratan bir gelişme olmuştur. Geçtiğimiz hafta içerisinde de BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Devletin yasal ve Anayasal düzenlemelerini beklemeyeceğiz. Kürtlerin yaşadığı tüm bölgelerde ve yaşamın tüm alanlarında iki dilli hayat olacak” söylemiyle, adeta meydan okurcasına yapmış olduğu bölgede iki resmî dil uygulaması olsun çağrısı da toplumun büyük bir kesiminin tepki gösterdiği ve açılım sürecinin baltalandığı bir gelişme olmuştur.

20 Aralık 2010 tarihine gelindiğinde ise; Demokratik Özerklik Çalıştayı’nın açıklamış olduğu kararlar neticesinde bu süreç, çok ciddi bir şekilde tehlikeye girmiştir. Kararları toplumda soğuk duş etkisi yapan bu Çalıştay’da, Kürt sorununun çözümü için en önemli proje olarak gösterilen “Demokratik Özerklik Modeli Taslağı” hazırlanmıştır. Taslak’ta, hedefin “Demokratik Özerk Kürdistan’ın İnşası” olduğu belirtilmiştir. Yine Taslak’ta, “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu’na kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir” ifadelerine yer verilmiştir. İşte bu ifadelerle başlayan ve arkasından da sekiz hususu kapsayan talepler zinciri, ABD ve onun Türkiye uzantısı olan AKP’nin canını bir hayli sıkmıştır. Bu durum, aynı zamanda Demokratik Açılım Projesi’nin bir uzantısı/neticesi olarak yorumlanmakta ve doğrudan Hükümet hedef alınmaktadır. Dolayısıyla bugün gelinen noktada, PKK meselesinin çözümü ve Demokratik Açılım Projesi’nin uygulanabilmesi hususunda mesele, İngilizci yapının girişimleriyle tıkanma noktasına gelmiştir. 

Hem Irak’ın işgali ve sonrasında yaşanan gelişmeler, hem de Türkiye’de AKP Hükümeti ile birlikte başlayan ve bugünkü Demokratik Açılım Projesi’nin uygulanmasına kadar geçen süreç, aynı projenin eş zamanlı bir şekilde yürütülmesinden başka bir şey değildir. Terörist(!) devletlerden kurtulmak ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek sevdası, bir başka ifadeyle 21. Yüzyıl’ın Sömürü İmparatorluğu’nu kurma hayali, başta Irak olmak üzere ABD’nin, bir koruyucudan mahrum olan İslam Beldelerine kâbus gibi çökmesine neden olmuştur. Ortadoğu’da şu an programında olan, Yahudi Varlığı-Filistin meselesi, savaş sonucunda yerle bir edilen Irak’ın yeniden yapılandırılması, Türkiye ile ilgili uygulamaya çalıştığı planlar hep bu projelerin ve ona bağlı olarak da kurulan hayallerin bir neticesidir. Irak’ın başta petrol olmak üzere sahip olduğu yer altı zenginlikleri ve Türkiye’nin bölge açısından stratejik önemi, ABD’nin bu iki unsuru öncelikli olarak değerlendirmesine neden olmuştur. Önemli petrol yataklarına sahip olan Kerkük’ün durumu, oradaki Kürt Federasyonu, Türkiye Kürtlerinin bölgedeki durumu ve etkisi ile statülerinin yeniden belirlenmesi, ABD’nin sağlamak istediği bölge istikrarının tesisi açısından çok önemlidir. Sadece bu durumun yani Kürt meselesinin varlığı bile, PKK’nın akıbeti ile Kürt Açılımı Projesi’ni Irak’la alakalı bir hale getirmektedir. Ortadoğu dışında da durum pek farklı değildir; Afganistan işgali ve oluşturduğu kukla iktidarın otorite zafiyetini gidermek, son yıllarda Pakistan’a yönelik taarruzları ve potansiyel terörist olarak algılanan Müslümanların, ajanları yardımıyla katledilmeleri, Amerika’nın zayıf topluluklar karşısındaki gücünün ve kural tanımazlığının örnekleridir. 

Sonuçta Irak, bu Ümmet’in kanayan yaralarından yalnızca bir tanesidir. O’nu elde etme uğruna Sömürgeci Kâfirler milyonlarca Müslüman’a bedel ödettirmiştir. Koruyucu kalkanın düşmüş olmasının yani Hilafetsizliğin ağır sonuçlarından birisine bu Ümmet, bir kez daha tanık olmuştur, aynen doksan yıldır olduğu gibi. Bu yaşananlar, özellikle de Ümmet’in diğer beldelerinde yaşayan Müslümanlar tarafından öylesine alışılmış bir hal almıştır ki; artık hissî tepkiler bile birkaç günde kaybolmakta ve yaşanan korkunç katliamlar, bir belgesel filmi izler gibi izlenmektedir. Kalbinde iman barındırıp İslamî hassasiyete sahip olan Müslümanlara bu durum çok ağır gelmektedir; ancak onlar çaresizliğin nefesini enselerinde hissedip kardeşleri için dua etmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Bir kısımları ise, yaşananların farkında bile değildir. Hatta Batı kültürünün etkisiyle yozlaşıp düşünme yetisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan bazı zavallılar da; bu yaşananların sorumlusu olarak kendi kardeşlerini görmekte ve içlerinde barındırdıkları milliyetçilik hastalığının oluşturduğu kinin de etkisiyle, birer pislik olan sömürgecilerin katliamlarını haklı görmektedirler. Onlar, bu durumun aynısı kendi başlarına gelmedikçe sahip oldukları bozuk zihniyetten kurtulmaya niyetli de değildirler.

Elbette bu durumdan Müslümanlar sorumludurlar, ama dünyadaki bütün Müslümanlar sorumludurlar. Bu farziyet (İslamî hayatın yeniden başlatılması), bulunduğu yerden kaldırılıp küfrün bağrına dikilmedikçe, bütün Müslümanlar yalnızca kâfirlerin İslam beldelerini istilasından mesul değildirler; akıtılan her Müslüman kanından, kirletilen her namustan, işlenen her cinayetten, yapılan her zinadan, alınan her faizden, yenen her yetim hakkından, ana-babaya karşı yapılan her isyandan ve bu toplumda meşru sayılan Allah’ın bütün haramlarının işlenmesinden ve bütün farzlarının engellenmesinden mesuldürler.

Biz yazımızda Irak meselesini ele aldık ki, O’nun başına gelenlerin arka planını gözler önüne serebilelim ve bütün Müslümanların, Irak’lı Müslümanların yaşadıklarının aynısını yaşamaya aday olduklarını hatırlatabilelim. Çünkü Müslümanlar tek bir ümmettir ve bu Ümmet’in bekasından, ancak bir Halife’nin kalkanıyla korunulduğunda ve O’nun etrafında savaşıldığında bahsedilebilir. Aksi takdirde bu Ümmet’in evlatları, bugün olduğu gibi sömürgeci sırtlanların pençesinden asla kurtulamayacak ve aynı muamelelere peyderpey maruz kalacaklardır.

Şunu da hatırlatmak isteriz ki; Müslümanlar, Hilafet Devleti’nden mahrum olarak yaşamaya devam ettikleri müddetçe, yalnızca petrol değil bütün yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve hatta kukla devletlerin sahip oldukları stratejik özellikler bile Müslümanların hayatından daha değerli olmaya devam edecektir. Hem de dünyanın her yerinde…

-SON-



Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz