Rasyonalizm, gerçek
bilginin ölçüsünü ve doğruluğunu yalnızca akıl olarak kabul eden görüşlerin
meydana getirdiği felsefe akımının genel adıdır. Filozoflara ve yaşadıkları
dönemlere göre bu konuda birtakım farklı görüşler ortaya çıkmış olsa da gerçek
bilginin akla dayandığı ve doğru bilginin kriterinin yalnızca akıl olduğu,
insanın aklında doğuştan “önsel bilgilerin” var olduğu ve var olan bu “önsel
bilgiler” sayesinde de gerçek bilgiye ulaştığı konusunda hemfikir oldular.
Onlara göre, insan aklı doğuştan bütün bilgilere sahiptir ve insan hayatını
kendisinde doğuştan var olan bu bilgilere göre yaşar. Mesela bu anlayışa göre
bir insanın ahlaki durumu, doğuştan kendisinde ahlakla ilgili var olan
bilgilerin yaşamı esnasında akıl yoluyla ortaya çıkarılmasıyla/hatırlanmasıyla
ilgilidir. Yoksa bunlar sonradan deney ya da tecrübe yoluyla kazanılmış
bilgiler değildir.
Rasyonalistler
bilgilerin doğruluğunu akılda temellendirirlerken, duyusal/hissi algıyı da yok
sayarlar. Çünkü rasyonalizmin idealine göre bilginin kesin, zorunlu ve herkes
için geçerliliğinin olması gerekir. Onlar böyle bir bilginin insanın hangi
yetisi tarafından verilebileceği hususuna odaklandılar ve buna akıl cevabını
vererek duyular yoluyla böyle bir bilgiye ulaşılamayacağına karar verdiler.
Onlara göre duyum ve algılar sonucunda ortaya çıkan fikirler, doğruluğu kesin
olmayıp değişme ihtimali olan bilgilerdir. Kesin bilgilerin kaynağı ise insanda
doğuştan var olan akıl ilkeleridir. En önemli ve eski felsefe okullarından olan
Elea Okulu’nun bu konudaki görüşü de “İnsan
gerçeğe ancak akılla, düşünceyle ulaşabilir. Duyuların algıladığı nesneler
dünyası ise bir görüntüden ibarettir. Gerçek olanı, değişmeyeni ancak akıl
kavrar.” şeklindedir. Rasyonalist filozoflar, felsefede “Mutlak Rasyonalizm” olarak ifade edilen
bu anlayışa örnek olarak mantık ve matematik bilgilerini gösterirler. Çünkü bu
bilgiler kişiden kişiye değişmeyen, geçmişte ve gelecekte herkes için doğru
olan somut bilgilerdir.
Rasyonalizmin
ortaya çıkışı İlk Çağ dönemine M.Ö. 600’lü yıllara dayanır. Ancak bütün
dönemlerde rasyonalist filozoflar, aklı gerçek bilgiye ulaştırma konusundaki
tek yol olarak kabul etmiş ve önsel bilgilerin insanda doğuştan var olduğu
konusunda hemfikir olmuşlardır. Akıl bir anlamda bu akımın filozofları
tarafından bütün dönemlerde kutsanmıştır. Rasyonalizm/akılcılık tek başına, din
ve idealizm hâkimiyetine karşı insan aklının sonsuz ve sınırsız imkânlarına
duyulan aşırı güveni ifade eder. Ortaya çıkış sebebinin de toplumda var olan
din ve ideallerle mücadeleye dayandığı, özellikle İlk Çağ filozoflarının rasyonalizme
bakışları incelendiğinde anlaşılmaktadır. İlk Çağ filozoflarının rasyonalizm
anlayışları, Orta ve Yeni Çağ filozoflarının anlayışlarına göre çok daha keskin
ve tavizsizdir. Bu çağın filozoflarının rasyonalizm anlayışında dinin ve
duyusal bilgilerin yeri kesin bir şekilde yoktur.
Orta Çağ’da ise
Müslüman filozof Farabi, İlk Çağ filozoflarının rasyonalist düşüncelerinden
etkilenmiş ve İslâm ile rasyonalizmi ilişkilendirmeye çalışmıştır. Farabi, İslâm’ın
bir akıl dini olduğunu rasyonalizm üzerinden ispatlamaya yönelik çalışmalar
yapmıştır. Aynı şekilde, genelde matematikçi olan Yeni Çağ filozofları da “Lahuti/Dini
Rasyonalizm” adı altında, dinin akla uygun olduğu görüşünü savunan görüşler
ortaya koymuşlardır. Bu görüşlerle birlikte, İlk Çağ filozoflarının aksine Yeni
Çağ’da dinin akılcılıkla ilişkilendirilmesi rasyonalizme yeni bir boyut
kazandırmıştır.
Rasyonalizmde
aklın, bilginin varlığının temeli kabul edilmesi, onların kendi ifadeleriyle
evreni oluşturan tüm nesneler hakkında kesin bilgi edinmek içindir. Onlara göre
akıl birtakım ilkeler ya da yetilerle donatılmıştır. Bu ilkeler sayesinde de aklın,
evren hakkındaki kesin gerçekleri tam olarak bilme gücü vardır. Aslında onlar,
evreni oluşturan nesneler diye ifade ettikleri insan, hayat ve kâinat
hakkındaki sorgulamayı yaparken; akli bilgiye kutsama derecesinde güvenmeleri
sebebiyle, kendileri ile duyusal bilim diye ifade ettikleri somut olmayan
şeyler arasına set çekmiş oldular. Böylece daha başlangıçta hata yaparak doğru
çözüme ulaşmanın önünü kapatmış oldular. Sonuçta insan, fıtri olarak duyu
organları vasıtasıyla algılamış olduğu bütün varlıkların/eşyanın nasıl var
olduğunu sorgulama ihtiyacı duyar. Bu sorgulama insan, hayat ve kâinat üzerine
yaptığı bir sorgulamadır. Bu sorgulama ihtiyacı, insanda tedeyyün/dindarlık
içgüdüsünün bir tezahürü olarak varlıkları/eşyayı algılamaya başladığı andan
itibaren başlar ve eşyanın varlığı hakkında akla kanaat ve kalbe güven verici
bir çözüme ulaşamadığı müddetçe devam eder. İşte rasyonalist filozoflar, bu
sorgulama konusuna en baştan hatalı yaklaşarak; insan, hayat ve kâinat ile
ilgili doğru sonuca ulaşamadılar.
Aklı, hakikatin
yani gerçek bilginin tek ölçüsü olarak kabul eden bu anlayışın, gerçekte ne
anlam ifade ettiğini anlayabilmek için meseleyi aklın tanımı çerçevesinde ele
almak gerekir. Her ne kadar rasyonalistler, nesneler üzerindeki duyusal algıyı
soyut bilgi kabul edip akıl yürütmede bir etken olarak değerlendirmeseler de,
duyu organları vasıtasıyla algı olmadan akıl yürütme işlemi gerçekleşmez. Akıl
yürütme işlemi, vakıanın duyu organları vasıtasıyla beyine iletilmesi ve
beyindeki öncül bilgiler vasıtasıyla vakıa hakkında hüküm verilmesi işlemidir.
Dolayısıyla beynin bir vakıa hakkında hüküm verebilmesi için öncelikle o
vakıayı duyu organları vasıtasıyla algılaması gerekir. Asıl duyusal algı,
vakıanın duyu organları vasıtasıyla algılanması işlemidir. Onların iddia ettiği
gibi akli algı gerçek bilgiyi, duyusal algı da somut olmayan bilgiyi verir
düşüncesi doğru değildir. Çünkü algılama yalnızca duyu organlarının görevidir.
Akıl yürütme bir algılama işlemi değil, duyu organları vasıtasıyla algılanan
vakıa hakkında fikir üretme işlemidir. Bu nedenle akli algılama diye bir şeyin
vakıası yoktur.
Rasyonalist/akılcı
anlayışa göre, duyu organlarının sınırı dışında (onlara göre akli algının
dışında) kalan her şey yok hükmündedir, gerçek değildir ya da düşük derecede
bir bilgidir. Duyusal bilgi olarak isimlendirdikleri bu bilgiler, felsefedeki
en düşük derecedeki bilgi türünü ifade eder. Kanaatlerden ve zanlardan meydana
gelen, net olmayıp zihinde tasavvura ihtiyaç duyulan bilgi türleri de bu
kapsama girmektedir. Rasyonalizme göre duyusal algı, netlik içermeyen bulanık
bir algı deneyimi olduğu için, nesnelerin genel düzendeki yerlerini tam ayırt
edemez ve bu konuda açık ve net olmayan kavramların ortaya çıkmasına neden
olur. Sonuçta duyusal bilgi, rasyonalizmin/akılcılığın hakikatin ölçüsü kabul
edildiği yerde gerçekliği kabul edilmeyen ve sorgulanan bir bilgi türüdür.
Aklın hakikatin tek
ölçüsü kabul edildiği bu anlayışa göre, algı sınırlarımızın dışında kalan ve
Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bildirdiği melekler,
şeytan, cennet-cehennem, cinler vb. gaybi olan şeylerin hepsi “duyusal
bilgi” kapsamına girdiği için gerçek olmayan ya da gerçekliği sorgulanan
bilgiler olarak değerlendirilirler. Yine akıl, hakikatin tek ölçüsü kabul
edildiğinde; hayatın gayesi Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın rızasının
kazanılması olmaktan çıkar, yerini hayatı akıl ve mantık çerçevesinde yaşamak
alır. Hayattaki amellerin ölçüsü olan haram ve helal çerçevesindeki hayatı
tanzim eden İslâmi fikir, görüş ve hükümlerin akıl süzgecinden geçirilmesi,
akla uygun olanların alınması, uygun olmayanların da terk edilmesi gerekir.
İşte aklı, hakikatin tek ölçüsü olarak kabul etmenin yani rasyonalist
felsefenin ortaya çıkardığı sonuçlar bu şekildedir. Şu anda ümmetin evlatları
üzerinde meydana gelen tedavisi zor olan büyük tahribatlar bu düşüncenin
eseridir.
Rasyonalistler,
bilginin tek doğu kaynağının akıl olduğu yargısına vardıktan sonra, aklın ne
olduğu ve bilgileri nasıl ürettiği konusuna odaklandılar ve özetle de “İnsanda doğuştan var olan önsel bilgilerin,
hayatın ilerleyen yıllardaki doğal akışı esnasında hatırlanması.” şeklinde
bir sonuca vardılar. Felsefecilerin akıl konusunda ortaya koymuş olduğu bu
görüş tamamen hatalıdır. Çünkü akıl, zaman içerisinde karşılaşılan nesne ve
olaylar karşısında doğuştan gelen birtakım bilgilerin hatırlanması değil,
insanın duyu organları vasıtasıyla algılamış olduğu eşya ve olaylar (vakıa)
hakkında kendisinde var olan öncül bilgileri kullanarak beynin hüküm vermesi,
düşünce ortaya koyması işlemidir. Onlar akıl yürütmede duyuların varlığını
kabul etmeyerek birinci büyük hatayı yaptılar ki sağlıklı duyular olmadan yine onların
tabiriyle “evrendeki nesnelerin” algılanması mümkün değildir.
Algılanamayan şeyler üzerinde ise akıl yürütme eylemi gerçekleşemez. Mesela
görme duyusunu kaybetmiş bir insandan, elinde tuttuğu bir çiçeğin rengi
hakkında fikir beyan etmesini bekleyemezsiniz. O elinde tuttuğu çiçek hakkında
ancak, sağlıklı olan koku alma ve dokunma duyularıyla algılayabildiği kadarıyla
fikir beyan edebilir.
Felsefecilerin akıl
konusundaki ikinci büyük hatası da önsel bilgi diye beyan ettikleri öncül
bilgilerin insanda doğuştan var olduğu konusundaki ön kabulleridir. Rasyonalist
filozofların hemen hemen hepsinin hemfikir olduğu husus, insanın aklıyla
kavrayabildiği ezeli ve ebedi hakikatlerin varlığıdır. Onlara göre doğuştan
olan matematik, ahlak ilkeleri, akıl prensipleri, tanrı fikri gibi bilgiler
sayesinde akıl, bunlar ve benzeri daha birçok genel, kesin ve zorunlu bilgilere
ulaşabilir.
Öncül bilgiler
ister onların bahsettiği gibi birtakım ilkeler ve prensipler şeklinde isterse
de her bir vakıa için ayrı olsun, şayet öncül bilgi insanda doğuştan var olmuş
olsaydı insanın karşılaşmış olduğu her yeni nesne veya olay hakkında doğuştan
gelen öncül bilgilerini hatırlayarak fikir ortaya koyabilmesi gerekirdi. Oysa
insanlar kendilerinde öncül bilgi olmadığı hiçbir şey hakkında hüküm veremezler,
o şeyi sadece hissedebilirler. Rasyonalistlerin iddia ettiği gibi matematik,
ahlak ilkeleri, akıl prensipleri, tanrı fikri gibi aynı zamanda birçok bilgiye
de taban oluşturan konularla ilgili öncül bilgiler insanda doğuştan var olan
bilgiler değildir. Bunlardan tanrı fikri, güçlü olana boyun bükme ve kulluk
etme anlamına gelir ki bu insanda var olan dindarlık içgüdüsünün ortaya çıkma
şeklidir. Dolayısıyla bunun insandaki varlığının akılla bir ilgisi yoktur.
Aklın bundaki rolü, insanı bu konuda kalbe güven verici bir şekilde kulluk
edilecek yegâne gücü tespit etmektir.
Ahlak ilkeleri ve
akıl prensipleri vb. gelince, bu temel nitelikteki bilgilerin, dünyanın çeşitli
bölgelerinde modern diye tabir edilen toplumlardan uzak, ilkel şartlarda
yaşayan kabilelerde bile var olduğu aşikârdır. Bu bilgilerin en moderninden en
ilkeline kadar bütün toplumlardaki varlığı, rasyonalist filozofların öncül
bilgilerin insanda doğuştan var olması görüşünü destekler niteliktedir. Ancak
insan, bekası ve huzuru için düzenli olarak doyurmak zorunda olduğu içgüdü ve
uzvi ihtiyaçlardan müteşekkil bir varlıktır. İnsanın içgüdü ve uzvi
ihtiyaçlarının doyumuna yönelik bütün istek ve hareketleri, insanın
davranışlarını meydana getirir. İşte ilkel şartlarda yaşayan toplumlarda bile
var olan bu temel bilgi ve prensipler insanın doyumunu gerçekleştiren bu
davranışların tanzimi ile alakalıdır. Bu tanzimin kaynağı ise ya vahiydir ya da
insan aklıdır. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. İnsan aklına gelince, onun ortaya
koyduğu tanzimin doğuştan gelen öncül bilgilerle ilgisi yoktur. Onları
belirleyen bizzat doyumun gerçekleştiği vakıa ve bu vakıa içerisinde elde
edilen tecrübelerdir. Dolayısıyla önce fiil gerçekleşir, ardından da
gerçekleşen fiile göre bilgi, prensip, nizam vb. şekillenir. Ortaya çıkan
sonuca göre de bunlarda ya değişiklikler yapılır ya da baştan yenilenir. Şayet rasyonalistlerin
iddia ettikleri gibi öncül bilgi doğuştan var olsaydı bilgi, prensip, nizam vb.
ne varsa hepsinin fiil gerçekleşmeden ortaya konulması, ortaya konulduktan
sonra da bir daha değiştirilmemesi gerekirdi.
Matematik, rasyonalist
filozofların hepsinin öncül bilgilerin insanda doğuştan var olduğuna ve aklın
gerçek bilginin tek ölçüsü olduğuna delil olarak gösterdikleri en sağlam
kanıttır. Çünkü geçmişten geleceğe bütün insanların doğruluğunu kabul ettiği,
dünyanın her yanında birbiriyle hiç alakası olmayan insanların en basit toplama
işleminden, teknolojik hesaplamalara kadar kullandığı bir bilgidir. Dolayısıyla
onlara göre böyle bir vakıanın varlığı, bu bilginin öncül bilgi olarak doğuştan
insanda var olduğuna kesin delildir. Ancak matematikle ilgili bu durum, onun
doğuştan öncül bilgi olarak insanlarda var olmasından ve hayatın akışı
içerisinde hatırlanmasından değil, dünyada bu işlemlerin yapılabileceği başka
bir yöntemin olmamasındandır. En basit ifadeyle, dünyanın her yerinde iki
kalemin yanına iki kalem daha koyduğunuzda dört kalem yapması bu işin vakıası
ile alakalı bir durumdur ve doğuştan gelen bir öncül bilgiyle hiçbir alakası
yoktur.
Akıl, vakıanın
(eşya veya olay) duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesi, beyindeki var
olan öncül bilgilerle o vakıa hakkında fikir ortaya konulması işidir.
Dolayısıyla öncül bilgiler, akıl yürütme işleminin dinamiklerinden birisidir.
Rasyonalistlerin iddia ettiği gibi insandaki öncül bilgilerin varlığı doğuştan
değildir. Şayet bu bilgilerin varlığı doğuştan olmuş olsaydı bir çocuğun
etrafındakileri algılamaya başladığı andan itibaren öğrenmek için sürekli
sorular sormasına gerek kalmazdı. Bilgi, ne komünistlerin iddia ettikleri gibi
insandan önce ne de felsefecilerin görüşlerindeki gibi doğuştandır.
İnsan doğuştan
bilgi sahibi değildir. Ancak fıtratında var olan tedeyyün/dindarlık içgüdüsünün
gereği, duyu organları vasıtasıyla algılamış olduğu tüm eşyayı/yaratılmışları
sorgulama keyfiyeti vardır. Bu sorgulama, insan, hayat ve kâinat hakkında bir
sorgulamadır ki bu sorgulama onların varlığı, öncesi ve sonrası hakkında akla
kanaat ve kalbe güven verici bir çözüm bulana kadar devam eder. Dolayısıyla
insanın bilgiye ulaşması doğduktan sonradır. Allah Subhânehû ve Teâlâ
şöyle buyuruyor:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ
الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ
اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا
عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
“Ve Adem'e isimlerin hepsini
öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz bunları bana
isimleriyle haber verin, dedi. Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet
sahibi olansın.”[1]
İşte bilginin
gerçek durumu budur. Rasyonalistlerin ortaya attığı öncül bilgilerin belli
temel prensipler hâlinde insanda doğuştan var olduğu ve bu vesileyle insanın
yapmış olduğu akli algıların tek gerçek bilgiyi ortaya çıkardığı, akli algılar
dışında kalan duyusal algıların ise gerçek bilgiyi yansıtmadığı anlayışı
külliyen yanlıştır. Bu anlayışla rasyonalistler, aklın
görev ve sınırlarının çok ötesine geçerek ona olması gerekenden daha fazla
vasıf yüklemiş ve bir anlamda kutsayarak onu gerçeğin tek ölçüsü olarak kabul
etmişlerdir.
Rasyonalizmin
Müslümanlar üzerindeki asıl tahribatı, 18. yüzyıl filozoflarının akılcılık ve
din üzerine ortaya koydukları görüşlerle olmuştur. Lahuti/dini rasyonalizm,
dinin akla uygun olduğu görüşünü savunur. Onlara göre din ve akıl, her ikisi de
Allah vergisi olduğu için birbirleriyle kesinlikle çatışmazlar. Ancak bu konuda
da tek gerçek olan, aklın ortaya koyduğudur ve bu nedenle yalnız akla
güvenilebilir. Dinî inançlarda da yalnızca mantığa uygun ve akli bilgilerin
yönlendirip tasdik ettiği şeylere inanılır. İşte bu konuda 18. yüzyıl
filozoflarının görüşlerinin genel özeti de bu şekildedir.
Müslümanlar hicri
ikinci asırdan itibaren Yunan ve Hint felsefelerinin etkilerini üzerlerinde
hissetmeye başlamışlardır. Bu felsefi görüşlerin etkisiyle Müslümanların çoğu,
bu felsefi görüşlere cevap verme kastı ile kendilerini bir anda yüzyıllar boyu
sürecek olan tartışmaların içinde buldular. Hatta “Kaza ve Kader” gibi
akidevi bir meselede dahi kafa karışıklığı yaşadılar ve onlara cevap verme
adına meseleyi onların baktığı pencereden değerlendirmeye çalıştılar.
Rasyonalizm konusunda İlk Çağ filozoflarından bizzat etkilenen Farabi, Aristo
ve Plotinos’un akılcılık anlayışı üzerinden İslâm dininin bir akıl dini
olduğunu ispatlamaya yönelik çalışmalar yaptı. Bu ve benzeri türden felsefi
görüşlerin, İslâm tarihi boyunca Müslümanları etkilediği vakıa sayısı oldukça
fazladır. Bu felsefi tartışmalarla Müslümanlar enerjilerini boşa harcarlarken,
aynı zamanda felsefi tartışmaların konusu olan meseleler de daha karışık ve
içinden çıkılmaz bir hâl aldı.
Ancak, daha önceki
felsefi etkileşimler Müslümanlar üzerinde olumsuz derin etkiler bıraktı ise de
Müslümanlar felsefi akımlardan hiçbir dönemde bu son yüzyılda etkilendikleri
gibi etkilenmediler. Onların rasyonalizmden etkilenmeleri öyle bir boyuta vardı
ki bilerek ya da bilmeyerek, aklın ölçü alanına girip girmediğine bakmaksızın İslâm
ile ilgili her şeyi akıl süzgecinden geçirme gafletine düştüler. Hatta İslâmi
fikir, görüş ve hükümlerin doğru olup olmadığı ve bugün uygulanıp
uygulanamayacağı gibi hususları dahi aklın konusuymuş gibi ele alır hâle
geldiler.
Burada, rasyonalizmin
etkisiyle kendisine “Deizm” denen ve son yıllarda moda olan “fikir
vebasına” kaptıranlardan bahsetmiyoruz bile. Onların, yaratıcının varlığını
kabul edip (nasıl ediyorlarsa?), hiçbir vahyi/dini kabul etmeyen bir topluluk
olarak durdukları yer ve haklarındaki hüküm bellidir. Bizim kastımız, bugün
ümmetin içerisinde bulunan ve kendilerinin Müslüman olduğunu bildiğimiz
insanların içinde bulundukları acınası hâldir. Hatta bu acınası hâl, bugün ümmetin
önünde âlim sıfatıyla bulunan ve isimlerinden akademik kariyerleriyle birlikte
bahsedilen şahsiyetlerde daha da barizdir. Onlara hüsn-ü zanda bulunarak rasyonalizmin/akılcılığın
etkisiyle kafalarının karışık olduğunu ve bu kafa karışıklığından dolayı da
özellikle “İslâm’ın akıl dini” olması meselesinde ciddi hatalar yaptıklarını
düşünüyoruz.
Rasyonalistlerin
iddia ettikleri gibi akıl, hakikatler için bir ölçüdür ancak bütün hakikatlerin
ölçüsü değildir. Aklın, hakikatler için ölçü olduğu alan yalnızca duyu
organlarımızla algılayabildiğimiz yaratılmışlar/eşya ile sınırlıdır. Çünkü
akıl, duyu organlarıyla algılayamadığı şeyler hakkında fikir yürütemez, bir
hüküm ortaya koyamaz. Aklın eşya hakkındaki düşünüşü ise insan, hayat ve kâinat
hakkında akla kanaat ve kalbe güven verici külli/bütüncül bir düşünüştür. Bu
külli/bütüncül düşünüş insanı içinde hiçbir şüpheyi barındırmayan kesin bir
tasdikle sınırsız olan, aciz ve eksik olmayan bir yaratıcının varlığına götürür
ki O da Allah Subhânehû ve Teâlâ’dır.
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَسَلَكَهُ يَنَاب۪يعَ فِي الْاَرْضِ ثُمَّيُخْرِجُ بِه۪ زَرْعًا مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهُ ثُمَّ يَه۪يجُ فَتَرٰيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَجْعَلُهُحُطَامًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِاُو۬لِي
الْاَلْبَابِ۟
“Allah'ın gökten su
indirdiğini, onu yerden kaynaklara geçirdiğini, sonra onunla değişik renklerde
ekinler çıkardığını görmedin mi? Sonra kurur ve sen onu sararmış hâlde
görürsün. Sonra onu bir çöp hâline getirir. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için
bir öğüt vardır.”[2]
Akıl, Allah Subhânehû
ve Teâlâ’nın varlığını ve birliğini, O’nun yarattıkları üzerinden ispatlama
keyfiyetine sahiptir. Yine akıl, aynı şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in, Allah’ın Rasulu olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın kelâmı
olduğunu akli olarak ispatlamaktadır. İşte İslâm’ın akıl dini olmasında aklın
fonksiyonu bunlardan ibarettir. İslâm’ın akıl dini olması demek, aslının akılla
sabit olması demektir. Aklın bundan sonraki görevi ise bu ispatın ardından iman
ederek, vahyi anlamaya çalışıp vahyin getirdiklerinin tümüne tam bir
teslimiyetle teslim olmaktır. Çünkü İslâm’ın aslı yani varlığının, doğruluğunun
ve bir yaratıcı tarafından peygamber aracılığı ile gönderildiğinin akli olarak
ispatlanması, ondan vahiy yoluyla gelecek olan her şeyin doğruluğunun da akli
olarak ispatlanması ve tasdik edilmesi demektir. İşte bu nokta, rasyonalistlerin
ve onların etkisiyle haddi aşan akılların durmaları ve hadlerini bilmeleri
gereken noktadır.
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَاتَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
“Öyleyse sen yüzünü Allah'ı
birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun
üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte
dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.”[3]
Yorumlar