Türkiye'de dünden (Cumhuriyet’in
kurulmasından) bugüne bağımsızlığı hep sorgulanan yargı sistemi, 17 Aralık 2013
süreci ile başlayan gelişmelerden sonra güvenilirliğinin ve herkes için
adilliğinin olmadığını çok net şekilde göstermiş oldu. Cumhuriyet’in kurulduğu
ilk yıllarda İstiklal Mahkemeleri’yle, 2000’li yılların başına kadar devletin
Kemalist yapısını koruma anlayışı ile hukuk çiğnenmiş ve düşman olarak görülen
tüm kesimler, gruplar özellikle de samimi Müslümanlar haksız yere hukuk dışı
yargılamalar ile mağdur edilmiştir. Aynı yargı sisteminin, 2000’li yılların
başından itibaren “PDY-Paralel Devlet Yapılanması” diye isimlendirilen
yapının eline tamamen geçmesiyle Müslümanlar, kendisi dışındaki tüm kesimleri
düşman gören bu anlayışın linç girişimi ile karşı karşıya kaldılar. Türkiye
yargı sistemi daha önce nasıl ki Kemalistlerin ideolojik hukuk prensiplerine
göre yürütülüyorduysa 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da görüldü ki, son 15
yılda da bu yapının (PDY) hukuk prensiplerine göre yürütülmüştü. 17-25 Aralık
tarihlerinden sonra PDY, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “FETÖ” olarak
isimlendirilen bu yapı “Düşman ceza hukuku” prensibi ile kendisine muhalif
gördüğü tüm kesimleri uydurma deliller ve vakıadan uzak vasıflandırmalar ile
cezaevlerine mahkûm etti.
Dünden bugüne hem laik-Kemalist
yargının hem de “FETÖ” yargısının bu hukuk dışı yargılamalarına maruz kalan
gruplardan biri de Hilâfet fikrini savunan ve bunun için çalışma yapan Hizb-ut
Tahrir’dir. Takiyyuddin en-Nebhânî tarafından İslâmi bir parti olarak
Filistin’de 1953’te kurulan Hizb-ut Tahrir, Türkiye'de ilk defa 1959 yılında
faaliyet göstermeye başladı. Hizb-ut Tahrir -tüm diğer İslâm beldelerinde
olduğu gibi- Türkiye’deki çalışmasında da amacını Râşidî Hilâfet Devleti’ni
yeniden ikame etmek olarak belirledi; bu amacı gerçekleştirme metodunu ise fikrî
ve siyasi çalışma ile sınırlandırdı.
Türkiye’nin anayasa
ve kanunları Hilâfet Devleti’ni kurmak için bir partinin kurulması ve faaliyet
göstermesine izin vermediği için Hizb-ut Tahrir resmî manada devlet tarafından
hükmen illegal bir hareket olarak görüldü. Bu sebeple Hizb-ut Tahrir üyeleri ve
yöneticileri hakkında dönem dönem çeşitli yargılamalar yapıldı. Bu
yargılamaların ilki 1967 yılında gerçekleşti ve o günden bugüne kadar da hep
devam etti. Cebir ve şiddet yöntemini çalışma metodu olarak asla kabul
etmemesine, bugüne kadar maddi hiç bir eylemi olmamasına, aksine fikrî ve
siyasi bir çalışma yapmasına rağmen, Hilâfet düşüncesini topluma davet olarak
taşıdığı için Hizb-ut Tahrir ile çalışan Müslümanlar dünden bugüne hep ağır
hukuksuzluklar ile karşı karşıya kaldılar.
İşte o
yargılamaların dünden bugüne tarihî seyrine bir göz atalım…
1960-1980 Dönemi
1960’lı yılların
sonlarında Hilâfet konusunu Türkiye gündemine yeniden taşımış olmasıyla kamuoyu
tarafından ismi ilk kez duyulan Hizb-ut Tahrir’in, bu dönemde çıkardığı siyasi
içerikli beyanları/bildirileri hükümet yetkililerine göndermesi kamuoyunda çok
büyük yankı uyandırmış, zamanın hükümet yetkililerinin dikkatini çekmişti.
Halkı Müslüman olan bir toprak parçasında hem de Hilâfet’e yüz yıllar boyunca
başkentlik yapmış olan topraklarda Hilâfet’in yeniden bu kadar tesir
oluşturacağını beklemeyen laik Kemalistler bu düşüncenin Müslümanların
zihinlerinden kazınırcasına sökülüp atılması için Hizb-ut Tahrir’in ve
dolayısıyla Hilâfet projesinin önünü kesmeye çalıştılar. Bu yönde davet
çalışması yapan Hizb-ut Tahrir üyesi Müslümanlara ceza yağdırdılar.
Bu dönem yürütülen
yargılamalarda Hizb-ut Tahrir üyesi olmakla suçlanan kişilere 6 ay,
yöneticisi olmakla suçlanan kişilere 4 ila 5 yıl arasında
cezalar verildi. Karar gerekçesinde Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesi’ndeki
unsurlara ilaveten şu tür ifadeler kullanıldı: “Hizbu’t Tahrir’in ulaşmak istediği İslâm ideolojisinde milliyetçilik
ve vatan bağlarına yer verilmediği, kurulması öngörülen İslâm devleti nizamında
Türk Milliyetçiliği, Türk Kültürü ve lisanı ile Türk Devletinin hükümranlığını
yok edici fikri saklı bulunduğu ve bu kabil cereyanların toplumda gelişme
istidadı göstermeye başladığı göz önünde bulundurulmuştur.”
1980-1990 Dönemi
Hizb-ut Tahrir
mensuplarına yönelik hem 1980 Askerî Darbesi’nden sonra hem de 1982
Anayasası’nın yayınlanmasından sonra yeni tutuklamalar gerçekleşti ve
aralarında üniversite öğrencilerinin de bulunduğu çok sayıda Müslüman Hizb-ut
Tahrir üyesi veya yöneticisi olma suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklandı.
Sıkı Yönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askerî Mahkemesi’nde görülen Hizb-ut Tahrir
davalarında 163/2. Maddesi uyarınca Hizb-ut Tahrir mensupları laikliğe aykırı
düşünce ve fikirleri olduğu gerekçesiyle her biri 6’şar ay ceza ile
cezalandırıldılar. Bu yargılamalarda suç delili olarak Hizb-ut Tahrir’e ait
fikrî ve siyasi içerikli kitaplar, 1980 darbesine karşı ve 1982 Anayasası’nı
eleştiren beyannameler gösterildi.
1990-2003 Dönemi
12 Nisan 1991
tarihinde güya “Demokratikleşme” adına atılan bir adımla 141, 142 ve
163. maddeler kaldırılmış ve bunların yerine bugün dahi tartışmalara ve
şiddetli eleştirilere konu olan “Terörle Mücadele Kanunu” kabul edilmişti.
Böylece o günden sonra Hizb-ut Tahrir üyeleri hakkında Terörle Mücadele
Kanunu’nun 7. maddesi çerçevesinde yargılamalar yapılmaya başlandı. 2000
yılında yapılan tutuklamalar neticesinde Hizb-ut Tahrir üyeleri ilk kez Terörle
Mücadele Kanunu ile tanıştılar. Bu yıllarda yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesi “Silahsız
Terör Örgütüne Üye ve Yönetici Olmak” suçlamasıyla yargılandılar, yöneticilerine
5 yıl, üyelerine 3 yıl ceza verildi. Bu yargılanmalarda verilen
cezalara uydurulan gerekçe ise “manevi cebir” olarak belirlendi.
2003-2006 Dönemi
2002 yılında
iktidara gelen AK Parti, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bir dizi
değişikliğe gitti. 30 Temmuz 2003 tarihinde Terörle Mücadele Kanunu’ndaki “terör”
tanımı değiştirildi. Yeni Terörle Mücadele Kanunu’nda bir örgütün terör
örgütü olabilmesi için “cebir ve şiddete başvurması” ön şart olarak
belirlendi. Terör tanımında ve Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan
değişiklikler neticesinde Hizb-ut Tahrir yargılanmalarında bir belirsizlik
oluştu; zira cebir ve şiddeti benimsemeyen ve bu durumu Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün hazırlamış olduğu raporlarda da teyit edilen Hizb-ut Tahrir
üyelerini yargılayacak ceza maddesi ortadan kalkmış oldu. Nitekim bu
değişikliğe binaen Ankara 1 No’lu DGM, 2003/60 esas numaralı dava dosyasında şu
şekilde bir karar verdi:
“4928 S.Y ile değişik 3713 S.Y’nın 1. maddesindeki
terör tanımı: Terör: cebir ve şiddet kullanarak baskı, korkutma, yıldırma,
sindirme veya tehdit yöntemlerinden biri ile anayasada belirtilen Cumhuriyetin
niteliklerini siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek,
Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek amacı ile kurulan oluşumların örgüt
olarak kabul edildiği, sanıkların bu madde kapsamında bir örgüt kurmadıkları,
cebir ve şiddete dayalı eylemlerinin bulunmadığı bu nedenle yaptıkları bildiri
dağıtma, kuşlama, pullama gibi eylemlerinin cebir, şiddet, baskı, yıldırma,
sindirme, tehdit yönetmeleri kullanılmadığı için suçun unsurları oluşmadığından
sanıkların müsnet suçtan beraatlerine karar verilmesi.”
“Hüküm: Sanıklara isnat edilen suçun unsurlarının
oluşmadığı anlaşıldığından müsnet suçtan ayrı ayrı beraatlarına oy birliğiyle
karar verilmiştir.”
Peş peşe gelen bu
beraat kararlarıyla cezaevlerinde bulunan pek çok Hizb-ut Tahrir üyesi serbest
bırakıldı. Bunların arasında Yargıtay’ın cezalarını onayladığı hükümlü
konumundaki Hizb-ut Tahrir üyeleri de mevcuttu. Ancak bu uygulamanın ömrü uzun
sürmedi.
Devleti koruma
refleksi ile yargı erki devreye sokuldu ve kanunla yapılamayan şey Yargıtay
içtihadı ile uygulamaya konuldu. Yargıtay, Terörle Mücadele Kanunu’na ve bu
kanunun değişik maddelerine göre faaliyetleri suç teşkil etmeyen ve terör
kapsamına girmeyen Hizb-ut Tahrir’i terör örgütü kapsamında değerlendiren içtihat
kararını 19 Nisan 2004 tarihinde aldı. 2003 yılında Adana 2 No’lu Devlet
Güvenlik Mahkemesi’nde açılan bir dava beraat ile sonuçlandı. Mahkemenin
verdiği bu beraat kararına Savcılık itiraz edince dosya Yargıtay’a taşındı.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin yaptığı bir içtihatla Savcı’nın itirazı kabul
edildi ve mahkemenin verdiği beraat kararı 19 Nisan 2004 tarihinde bozuldu.
Hiçbir kanuni gerekçeye dayanmayan bu içtihat kararını Yargıtay 9. Ceza Dairesi
şu gerekçeler ile ilam yaptı:
“…Hizb-ut Tahrir, cebir ve şiddet kullanarak, baskı,
korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasa’da
belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik
düzeni değiştirmek, devletin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet
otoritesini zaafa uğratmak, yıkmak ve ele geçirmek amacıyla kurulmuş terör
örgütü niteliğinde olduğu gözetilerek sanığın hukuki durumunun buna göre takdir
ve tayini gerektiği gözetilmeden örgütün niteliği yanlış değerlendirilerek
yazılı şekilde hüküm tesisi… Kanuna aykırı ve C. Savcısının itirazları bu
itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı isteme aykırı
olarak bozulmasına 19.04.2004 tarihinde oy birliği ile karar verildi.”
Yargıtay 9. Ceza
Dairesi’nin aldığı bu içtihat kararında, beraat kararı veren Adana 2 No’lu
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin örgütün (Hizb-ut Tahrir) niteliğini yanlış
değerlendirdiğini söylemesi tam olarak hukuki bir faciadır. Zira mahkemelerin,
bu tür tespit ve değerlendirmeleri kendilerine Emniyet müdürlüklerinden gelen
raporlar çerçevesinde yaptıkları bilinmektedir. Bugüne kadar Hizb-ut Tahrir
hakkında mahkemelere gelen Emniyet bilgi raporlarının hiçbirinde Hizb-ut
Tahrir’in cebir ve şiddet kullandığına ilişkin bir bilginin rapor edilmediği
gerçeğinden hareketle Yargıtay’ın bu içtihat kararını tamamen “düşman ceza
hukuku” çerçevesinde verdiği görülür.
19.04.2004
tarihinde Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin aldığı bu karardan sonra Hizb-ut Tahrir
mensupları hakkında yapılan bütün yargılamalarda yerel mahkemeler kendi gerekçeli
kararlarını yazmaktansa, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararına atıfta bulunmayı
yeterli gördüler. Hatta üzerine vazife olmadığı halde Emniyet Genel Müdürlüğü
dahi bu tarihten sonra mahkemelere sunduğu bilgi raporlarına Yargıtay’ın
19.04.2004 tarihli içtihat kararını ekleyip aynen şöyle dedi:
"Hizb-ut Tahrir
örgütünün Terörle Mücadele Kanununun 4928 sayılı Kanunla değişik 1. Maddesi
kapsamında tarifi yapılan “terör örgütüne” ideoloji ve örgüt boyutları
itibarıyla tipik olarak uyduğu ancak cebir şiddet boyutu itibarıyla uymadığı
kanaati hasıl olmuştur. Ancak Adana 2 No’lu DGM’sinin 29.12.2003 tarihinde
2003/240 Esas Sayısı ile Hizb-ut Tahrir örgütünün 4928 S.K.’un 20.md ile
değiştirilen 3713 S.K’un 1. Maddesindeki terör tanımına göre terör örgütü tanımına
girmediği şeklinde vermiş olduğu karar, Yargıtay’ın 19.04.2004 gün ve
2004/1433 sayılı kararı ile Devletin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek
amacıyla kurulmuş terör örgütü niteliğinde olduğu gözetilerek bozulmuştur.”
Buradan anlaşılıyor
ki Yargıtay’ın bu içtihat kararı hukuki değil politik/siyasi bir karardır. Zira
hem Emniyet birimleri bu kararı soruşturma ve kovuşturmalarına dayanak
oluşturdular hem de ilk derece mahkemeler Hizb-ut Tahrir üyeleri hakkında
yürüttükleri tüm yargılamalarda ceza kararları almaya başladılar. Ankara 1 No’lu
DGM’nin yerine kurulan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, 1 No’lu DGM iken 2003’te
verdiği karar ile çelişen şok bir karara 2005’te imza atarak sanıklara ceza
yağdırdı. Mahkeme, 2005/52 esas No’lu dava dosyasının gerekçeli kararında aynen
şöyle dedi:
“...Ancak örgütün bugüne kadar herhangi bir şiddet
eyleminde bulunmamış ve amacında şiddeti öngörmediği belirlenmiş ise de Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal rejiminin yıkılması
ve yerine şeriat esaslarında dayalı bir devlet kurulması amaçlandığına göre
bu amaç zaten kendi içerisinde şiddeti öngörmektedir. Zira Türkiye
Cumhuriyeti rejiminin demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini
kazanarak yıkılması mümkün değildir. Bunun için mutlaka şiddete başvurması
gereklidir.”
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Yargıtay’ın aldığı içtihat kararına da dayanarak
Hizb-ut Tahrir’i yukarıdaki hukuk dışı komik gerekçe ile 3713 sayılı Terörle
Mücadele Kanunu kapsamında bir terör örgütü olarak kabul etti.
Bu dönemde
yürütülen yargılamalarda Hizb-ut Tahrir üyelerine 3 yıl yöneticilere ise
5 ila 10 yıl arasında cezalar verildi.
2006-2018 Dönemi
29.06.2006
tarihinde Terörle Mücadele Kanunu’nda yeni bir değişikliğe gidildi ve Hizb-ut
Tahrir üyelerinin de yargılandığı 7. madde değiştirildi. “Silahsız terör
örgütü olmaz” denilerek “terör” tanımında cebir ve şiddet şartı ön şart
olarak özellikle vurgulandı ve terör tanımı “silahlı terör” olarak
yeniden belirlendi: “Terörle
Mücadele Kanunu Madde 7-(Değişik: 29.06.2006 - 5532/6 md.): “Cebir ve şiddet
kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1
inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü
kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanunu’nun 314’üncü
maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de
örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.”
Bu yeni düzenleme
ile TCK 314. maddesinde terör örgütü üyeliği 5 ila 10 yıl,
terör örgütü yöneticiliği ise 10 ila 15 yıl arası hapis
cezasını öngörmektedir. Terörle Mücadele Kanunu 5. maddesine göre cezalar yarı
oranında artırılmış ve örgüt üyeleri için 7,5 yıl, örgüt
yöneticileri için 15 yıl olmuş oldu. Normalde bu değişiklik cebir ve
şiddeti kullanmayan, bugüne kadar silahsız terör örgütü kapsamında
değerlendirilerek üyeleri 3 ila 5 yıl arasında ceza ile cezalandırılan Hizb-ut
Tahrir’in lehine olarak değerlendirilmelidir. Normal durum böyle ama Türkiye
Yargısı Hizb-ut Tahrir için anormal olanı yapıyor. Faaliyetlerinde silahlı bir
eylem olmadığı ve silahlı mücadele yöntemini reddettiği için terör kapsamında
değerlendirilmemesi gerekirken düşman ceza hukuku çerçevesinde mahkemeler ve
Yargıtay keyfî/siyasi kanaat ve içtihat kararları vererek Hizb-ut Tahrir
mensuplarını ağır cezalara çarptırmıştır.
Buna örnek teşkil
edecek en bariz karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 24.04.2008 tarihinde aldığı
ikinci içtihat kararıdır. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Hizb-ut Tahrir’e
üye olmak ve propagandasını yapmak suçundan 8 kişi hakkında yürütülen bir
dosyada mahkeme ceza kararı vermiştir. Sanıkların, hükmün bozulması için
Yargıtay’a yaptıkları temyiz talebi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesi “hukuksuzluk”
tarihine geçecek şu resmî ifadeler ile temyiz itirazını reddedip hüküm cezasını
onamıştır. Yargıtay ilamında ifadeler aynen şöyle: “Cumhuriyet savcısının, örgütün silahsız olup sanıkların eylemlerinin
5237 sayılı TCK’nın 220/2 maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğuna ilişkin
itirazında Râşidî Hilâfet Devleti’nin ihdasından sonra, Hristiyan devletlere
cihad yolu ile kurulan Hilâfet Devleti’ne dâhil etmek amacıyla silahlı
mücadelenin başlayacağı amaç edinildiği anlaşılmakla, yerinde görülmeyen
temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASI talep
ve dosya tebliğ olunur. 24.04.2008”
Hülasa, Hizb-ut
Tahrir kurulduğu günden bugüne cebir ve şiddet eylemlerini reddetti. Bugüne
kadar mahkemelere gönderilen Emniyet Bilgi Notları’nın hiçbirinde bu yönde bir
tespit yapılamadı. Yürütülen yargılamaların hiçbirinde cebir ve şiddet
kullanıldığına dair bir tespit ve gerekçe ile cezalandırma yapılmadı. 2002'de
çıkarılan yeni Terörle Mücadele Yasası’nda ‘terör’ün tarifi net olarak tarif
edildi; cebir ve şiddet eylemi, terör için ön şart olarak kabul edildi. Ancak
tam da burada Hizb-ut Tahrir üyeleri hakkında verilen beraat kararlarına
savcılığın itirazı ile Yargıtay 9. Ceza Dairesi üzerinden gayri hukuki bir
zemin hazırlanmış oldu.
Yargıtay’ın Hizb-ut
Tahrir hakkında 19.04.2004 tarihinde aldığı içtihat kararı, bu tarihten sonraki
(hem ilk derece mahkemeler ve hem de üst mahkemelerdeki) tüm yargılamalara
emsal gösterilerek dayanak haline getirildi. Emniyet Müdürlüğü bilgi notu
hazırlarken, müdür ve amirler ise fezlekeleri hazırlarken bu içtihat kararını
Hizb-ut Tahrir aleyhine kullandılar. Hatta Emniyet birimleri Hizb-ut Tahrir’i
silahlı terör örgütü gibi göstermek için üyelerinin evlerine gizlice girerek
önce silah koydular sonrada arama izni çıkartıp “silah bulduk” diye
medyaya servis ettiler. Emniyet’te Hizb-ut Tahrir davasından gözaltına alınan
birinin telefon kişi listesi, Ergenekon sanığı bir Teğmen’in cep telefonuna “sehven”(!)
yüklenmek suretiyle “Ergenekon bağlantısı var” iftirasını kurguladılar
ama ellerinde patladı. Köklü Değişim Dergisi tarafından valilikten izin
alınarak yapılmak istenen konferansları “kaotik eylem yapacaklardı”
diyerek iptal ettirip Türkiye genelinde birçok ilde eş zamanlı operasyonlar
yaptılar. Öyle ki bu süreçte medya organları Hizb-ut Tahrir aleyhine yürütülen
bu karalama kampanyalarının baş aktörlerinden oldu. Hizb-ut Tahrir’in ismini
her türlü yalan ve iftira haber ile kamuoyunda lekelemeye çalışıp algı
operasyonları yürüttüler. Tüm cephelerden Hizb-ut Tahrir ve Hilâfet projesine
saldırdılar.
Tüm bu süreçte
sabır ve sebat üzerinde yoluna devam eden Hizb-ut Tahrir, bir taraftan davet
çalışmalarını sürdürürken diğer taraftan da medya ve kamuoyunda oluşturulan bu
algının değişmesi için mücadele etti. İftiralara tek tek cevap verdi ve
iddiaları çürüttü. Tek tek bütün medya ve sivil toplum ile iletişim içinde oldu
ve onlardaki olumsuz algıyı değiştirmeye çalıştı. Hukuki olarak ise uzmanlardan
Hizb-ut Tahrir yargılamaları hakkında bilimsel mütalaalar aldı. Yargıtay Onursal
Başkanı Prof. Dr. Sami SELÇUK, Prof. Dr. Türkan SANCAR ve Dr. Ümit
KARDAŞ, hazırladıkları bilimsel mütalaalarda; Hizb-ut Tahrir’in bu hali ile
terör örgütü kapsamında değerlendirilemeyeceğini ve bu sebeple terör örgütü
suçlaması ile cezaların verilmesinin kanuni ve hukuki olmadığını ifade ettiler.
Yine bu süreçte “Hizb-ut Tahrir’e Yönelik Yargı Zulmüne Dur De” başlıklı bir
kampanya başlatılarak yürütüldü.
Tüm bu hukuki
çalışmalar, kamuoyu bilgilendirme ve kampanyaları sürecinde Yargıtay 9. Ceza
Dairesi’nin içtihadına direnerek içtihat aleyhine verilen tek karar, Gaziantep
1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 2014/125 Esas Numaralı dosyada verilen karardır. Bu
dosyanın savcılık karar mütalaasında Hizb-ut Tahrir ile ilgili şu ifadeler
kullanıldı:
“…sanıkların içinde bulunduğu oluşumun yasadışı silahlı
terör örgütü olmaktan ziyade, siyasi bir örgüt, dernek ya da cemaat şeklinde
olduğu, iddianamede bahsi geçen silahlı terör örgütü oluşturmanın yasal
unsurlarının bulunmadığı anlaşılmakla sanıkların müsnet suçtan ayrı ayrı
beraatlerine… …karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur.”
Genel Olarak Bugün
Hizb-ut Tahrir
mensupları hakkında Türkiye’de dünden bugüne 200’ün üzerinde soruşturma dosyası
açıldı, 500’e yakın kişi hakkında başlatılan soruşturmalar çerçevesinde
yürütülen mahkemelerde toplam 1828 yıl ceza verildi. Bunlardan 1035 yıllık ceza
Yargıtay tarafından onandı ve infazı gerçekleşti. Kalan dosyalarda 105 kişi
hakkında 660 yıllık cezayı ise Yargıtay 16. Ceza Dairesi 2017 yılı sonunda
onadı.
Yargıtay 16. Ceza
Dairesinin onayıp infaz hükmüne bağladığı bu yargılama dosyaları şunlardır:
Toplam 105 kişi hakkın verilen ceza 660 yıl
|
Mahkeme Adı |
Dosya/Esas No |
Kişi |
Verilen Ceza |
|
Ankara 11. ACM |
2007/97 –
2011/309 |
1 |
7,5 |
|
Ankara 11. ACM |
2009/171 -
2011/210 |
4 |
30 |
|
Ankara 11. ACM |
2010/100 –
2011174 |
2 |
15 |
|
Ankara 11. ACM |
2011/165 –
2013/43 |
4 |
30 |
|
İst. Kap. 10. ACM |
2007/247 - 2012/3 |
30 |
90 |
|
İstanbul 14. ACM |
2010/166 2013/136 |
6 |
52,5 |
|
İstanbul 14. ACM |
2009/306 2013/11 |
17 |
127,5 |
|
İstanbul 12. ACM |
2010/350 -
2012/39 |
1 |
7,5 |
|
Adana 8. ACM |
2010/36 -
2011/154 |
3 |
22,5 |
|
Adana 8. ACM |
2009/219 -
2011/225 |
7 |
52,5 |
|
Erzurum 2. ACM |
2009-660 –
2012-04 |
5 |
37,5 |
|
Erzurum 4. ACM |
2013/124 2013/189 |
7 |
52,5 |
|
Diyarbakır 6. ACM |
2009/583 –
2010/570 |
13 |
97,5 |
|
VAN 3. ACM |
2009/327 |
5 |
37,5 |
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Hizb-ut Tahrir Kararı
Tüm bu süreçte yargılamaların
hukuki olmadığı ve Hizb-ut Tahrir’e yönelik yargı zulmünün yürütüldüğü kamuoyu
edilirken hukuki yoldan da üst mahkemelere gerekli itiraz ve başvurular
yapıldı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hakkında iki ayrı dosyada
Hizb-ut Tahrir’e üye olmak suçlaması ile toplam 15 yıl ceza
verilen Yılmaz ÇELİK 12.08.2014 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne hakkında
verilmiş iki ayrı ceza kararı için bireysel başvuru hakkını kullandı ve
yargılamalarda hak ihlali olduğunu ileri sürerek itiraz etti. Anayasa Mahkemesi
Yılmaz ÇELİK’in başvurusunu kabul etti ve değerlendirdi. AYM 19.07.2018
tarihinde 11’e 3 oy çokluğu ile Yılmaz ÇELİK’in her iki dosyasında yargılama
hatası ve hak ihlali olduğuna hükmetti. 26.10.2018 tarihinde Resmî Gazete’de
yayınlanan AYM’nin gerekçeli kararında ilk derece mahkemeler ve Yargıtay’ın
yargılamalarda Hizb-ut Tahrir hakkında bir tespit yapmadıklarını ve şablon
cümleler ile direk Hizb-ut Tahrir’i terör örgütü kapsamında
değerlendirdiklerini söyledi. AYM, başvurucu hakkında hak ihlali yaşandığı için
yeniden yargılama kararı verdi.
Anayasa Mahkemesi
başvuruyu görüşürken Emniyet Genel Müdürlüğü’nden Hizb-ut Tahrir hakkında bir
bilgi notu istemiş, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün AYM’ye gönderdiği bilgi notunda,
Türkiye’de yargılamaların ilk başladığı 1967 yılından bilgi notunun
hazırlandığı 2017 yılına kadar Hizb-ut Tahrir’in herhangi bir cebir ve şiddet
eylemine başvurmadığı belirtilmiş. İlk derece mahkemelerin gerekçeli
kararlarını ve Yargıtay ilamlarını da değerlendiren AYM, “bu gerekçelerin
hepsinde Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 19.04.2004 tarihinde aldığı içtihat
kararı dayanak gösterilmiştir, ancak bu içtihat kararı kanuni gerekçeden
yoksundur” dedi. AYM gerekçeli kararında aynen şu ifadeleri kullandı:
“Yargıtay 9. Ceza Dairesi 13/11/2007 tarihli ve
E.2007/324, K.2007/8187 sayılı, 10/12/2007 tarihli ve E.2007/5166, K.2007/9121
sayılı iki kararında aynı içtihadını 19.04.2004 tarihinde aldığı kararı devam
ettirmiştir. Yargıtay Hizb-ut Tahrir'in neden bir terör örgütü olarak kabul
edildiğine ilişkin daha detaylı bir değerlendirme yapmamıştır.”
Anayasa Mahkemesi
gerekçeli kararının 35. Maddesi’nde “bir örgütün terör örgütü mü, değil mi”
konusundaki tespitin nasıl yapılacağı noktasında ilk derece mahkemeler ve
Yargıtay’a adeta ders verircesine şu ifadeleri kullandı:
“Terör örgütlerinin ideolojilerinin, ulaşmayı
hedefledikleri nihai amaçlarının, toplum ve devlet hayatına yönelik
eleştirilerinin başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerle
ilişkili yönlerinin bulunması mümkündür. Ancak terör örgütlerinin söz konusu
olduğu durumlarda ilk olarak değerlendirilmesi gereken, örgütün temel haklar
kapsamında kaldığı iddia edilen fikirleri değil amaçlarına ulaşmak için
anayasal bakımdan korunması mümkün olmayan şiddet yöntemlerine başvurup
başvurmadığıdır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, derece mahkemelerinden
terör örgütünün varlığını veya sanıkların örgütle olan ilişkilerini ikna edici
biçimde değerlendirmelerini beklemektedir. Bu değerlendirmelerin ise öncelikle
adil yargılanma hakkı kapsamında kaldığı açıktır.”
Yine Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararının 58 maddesinde ilk derece
mahkemeler ve Yargıtay hakkında şu tespiti yaptı:
“Bu bağlamda ilk derece mahkemelerinin ve Yargıtay’ın
Hizb-ut Tahrir örgütünün bir terör örgütü olup olmadığına yönelik hiç değilse
bir kere değerlendirmede bulunması, gerekçelerini başvurucunun temel iddiaları
ile mahkemelerin resen tespit edecekleri ve yargılamanın doğasının gerektirdiği
sorulara cevap verebilecek nitelikte hazırlaması gerekirken bunu yapmadıkları
anlaşılmıştır.”
Anayasa Mahkemesi
Yılmaz ÇELİK hakkında hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması
için yeniden yargılama yapılmasına karar verdi. Esasen AYM’nin bu kararı
2004’ten bugüne Hizb-ut Tahrir üyeleri ve yöneticileri hakkında yürütülen ilk
derece mahkemeler ve Yargıtay tarafından yürütülen tüm yargılamalarda hak
ihlalinin olduğunu da ortaya çıkarmış oldu. Bu karar ile bugüne kadar Hizb-ut
Tahrir’i terör örgütü kapsamında değerlendiren tüm yargılamalar esasen çökmüş
oldu.
Hizb-ut Tahrir yargılamalarının yarınını belirleyecek Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını, ilk derece mahkemeler ve Yargıtay nasıl uygulamaya koyacak, bunu önümüzdeki zaman gösterecek. İlk olarak AYM’nin kararına direk muhatap olan Yılmaz Çelik hakkında Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi infazın durdurulmasıyla birlikte yeniden yargılama kararı verdi. Normalde AYM’nin aldığı karar tüm idari ve adli kurumları bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla bundan sonra hem ilk derece mahkemeler hem de Yargıtay’ın zulmüne maruz kalan diğer tüm mağdurlar hukuki haklarını kullanarak infazların durmasını isteyecekler ve suçsuz olduklarını savunarak beraatlarını isteyecekler. İnşaAllah haksız yere cezaevlerinde kalan tüm mazlum Müslümanlar bu şekilde esaretten kurtulur. Böylece Hizb-ut Tahrir’e yönelik yargı zulmü son bulmuş olur.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış