Müminler suç işlemeden başlarına
musibetler gelirse bu onlar için imtihan olur ve buna karşı sevap kazanırlar ve
günahları silinir. Uhud Savaşı’nda Resul
ve onunla beraber sebat gösteren müminlerin başlarına aynı musibet geldi. Nitekim Allah Celle Celâlehû Bakara
suresi 155. ayette müminleri biraz korku, açlık, mallardan, canlardan
ürünlerden biraz azaltma ile deneceğini vurguladı. Müminler buna karşı sabredip
Allah’ın mülkü olduklarını ve O’na döneceklerini idrak edip söylerlerse Allah
onları bağışlar ve rahmetini onların üzerine indirir.
Allah Celle Celâlehû o günkü
müminlerin durumunu şöyle vasfediyor:
“Şöyleki; Resul arkanızdan çağırdığı halde siz savaş alanından
uzaklaşıyorsunuz ve hiç biriniz dönüp bakmıyor. Bu nedenle Allah size keder
üzerine keder verdi ki gerek elinizden gidene gerekse başınıza gelene
üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Düşman birden dağın arkasından dolanıp
arkalarından gelince Müslümanlar şaşırıp kaçtılar. Resul arkalarından
çağırıyor: Ey Allah’ın kulları benim yanıma gelin. İşte o durumda
müminlerin kederleri arttı, musibetleri arttı, kazandıkları zaferi ellerinden
kaçırdılar, hezimete uğradılar ve bunun arkasından gelen zararlar... Hamza ve
Musa’b bin Umeyr gibi bir takım sahabeler öldürüldü. Hatta bazıları Resulullah
öldürüldü denilince çok üzüldü. Ganimetleri de kaybettiler.
Allah Celle Celâlehû müminlere
sanki şöyle diyordu: “Bu kederler ve musibetlere rağmen kaçırdıklarınız
fırsatlar ve başlarınıza gelen musibetlerden dolayı üzülmeyin. Böyle bir şey
oldu, onlardan haberdarım, hepsini biliyorum. Artık geleceğe bakın, bundan ders
alın ve aynı hataya düşmeyin. Resule isyan etmeyin. Yine Resul yerine geçen
Allah’ın ve Resulün emrine ve nehyine uyan samimi lider veya komutan veya emir
olursa ona itaat edin ve isyan etmeyin. Savaştan ve mücadeleden kaçmayın,
samimi liderinize sarılın, onunla çekişmeyin, tek vücud olun, ahireti dünyaya
tercih edin. Bu şekilde zafer size gelir ve onu elinizden kaçırmasınız.
Hezimete uğramazsınız.” İşte bu tüm asırlar için Müslümanlara bir
mesajdır ve bu bir hakikattir.
Sonra Allah o kederin arkasından
müminlere emniyet indirdi, uyuklama hali
bir kısmını kapladı ve rahatça uyudular. Bu Allah’ın onlara indirdiği emniyetin
neticesidir. Hiç korkuları kalmadı, olup bitenlere rağmen rahat ve sakin oldular.
Hatta şehitliği temenni ediyorlardı. Bu büyük bir nimettir. İşte müminler böyle
olmalıdır, başlarına ne kadar musibet gelse de emniyetli, sabırlı ve sakin
olurlar, onlarda şaşkınlık ve panik hali
olmaz, kendilerini tutarlar, akıllıca davranırlar, musibetler olunca bunların
Allah’tan bir imtihan olduğunu idrak ederler.
Aralarında kendi canının kaygısına
düşmüş bir grup da vardı. Allah’a karşı haksız yere cahiliye devrindekine
benzer düşüncelere kapılıyorlar. Şöyle diyorlar: “Bu işten bize ne? Deki bu iş ve bütün işler Allah’ın elindedir. Onlar
sana açıklamadıklarını içlerinde gizliyorlar ve şöyle diyorlar: Bu işten bize
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. Onlara şöyle de: Evlerinizde kalmış
olsaydınız bile öldürülmesi takdir edilmiş olanlar öldürülüp düşecekleri
yerlere kendilerinden çıkıp giderlerdi. Allah içlerinizdekini yoklamak ve
kalplerinizdekileri temizlemek için böyle yaptı. Allah içinizde ne varsa
hepsini bilir.”
Bu tip insanların imanı pek
zayıftır. İman kalplerinde pek yerleşmedi, yakînî imana sahip değiller, sallanıyorlar,
her an kayabilirler. Allah onları düzeltmek ve tedavi etmek için düşündükleri
ve söylediklerini ortaya çıkartıyor ve onlara cevap veriyor. Diyorlar ki bu
işten bize ne? Biz ne kazanırız, bizi ilgilendirmez, oraya niye gidip
savaşıyoruz, bizim orada işimiz ne? Bizim elimizde olsaydı burada ölmezdik.
Allah, Resulüne onlara söylemek için şöyle dedi: “Evlerinizde kalmış olsaydınız bile öldürülmesi takdir edilmiş olanlar
öldürülüp düşecekleri yerlere kendilerinden çıkıp giderlerdi.” Öldürülecek
kimse evlerinde olsaydılar hangi yerde öldürüleceklerse ölümleriyle karşılaşmak
için o yere gideceklerdi. Uhud’da öldürüleceklerinden dolayı oraya gittiler.
Çünkü evlerinde öldürülmeyeceklerdi. Kim onları öldürecekse o kişiler onlara
gelecekler ve onları öldürecekler. Öldürülecek kimse öldürüleceği yere gidecek
ve onu öldürecek kimse onu öldürecektir. Allah bu hakikati insanlara öğretiyor.
Bu da kaza ve kader konusuna dahildir. İnsanın doğumu ve ölümü insanın elinde
değildir, kendisine hâkim olan daire içerisindedir. Allah’ın elindedir. Bu
nedenle Allah onlara bütün işler bana aittir diye cevap veriyor. Böyle olunca
müminler emniyet içerisinde olurlar, kalplerine korku girmez, başlarına bir
musibet gelecekse Allah onu takdir ettiği için gelecektir, derler. Allah bizim
hakkımızda ne takdir etmişse o olacaktır, derler. Nitekim Tevbe Suresi 51. ayette
bunu Allah müminlere öğretiyor. Bu nedenle kendisine tevekkül etmelerini
istedi, tam şekilde dayanmalı ve güvenmeliler.
İşte Allah bu musibetlerle
kalplerde ne varsa onu ortaya çıkartır, bize hakikati gösterir ve böylece yanlış
düşünceleri düzeltir. Onlara doğru düşünmeyi ve söylemeyi öğretmek ister. Bu
nedenle şöyle dedi: “Allah içlerinizdekini yoklamak ve kalplerinizdekileri
temizlemek için böyle yaptı. Allah içinizde ne varsa hepsini bilir.” İşte
bu musibetler olmasaydı Müslümanlar bu gerçeği bilmeyeceklerdi. İnsan
denenmedikçe içinde ne varsa pek bilinmez, böyle olaylar olmalıdır ki her şey
ortaya çıksın, sadık ve samimi olan ile olmayanlar belli olsun ve birbirlerinden
ayrı olsunlar. Nitekim Bakara Suresi 214, Al-i İmran 142 ve 179, Tevbe 16,
Enfal 37, Muhammed 31 ve benzeri ayetlerde müminleri denemek ve içlerindekini
yoklamak istediği beyan edilmiştir. Oysa Allah her an ve kesin şekilde insanın
içinde ne varsa onu bilir, fakat bildiğini ortaya çıkartmak ister ki herkes
belli olsun ve kalbi hasta olanlar tedavi edilsin.
İnsanın içinde veya kalbinde olan
husus ise düşündüğü şeydir. İnsanların düşünceleri düzeltilirse doğru şekilde
düşünmeye ve davranmaya başlarlar ama bu düşünce veya fikir hissedilen vakıa
ile ilgili olmalıdır. Bu nedenle insana o vakıayı göstermek, hissettirmek veya
tasvir etmek gerekir, onu idrak etsin, kavrasın ve ondan sonra onu tasdik etsin
veya inansın. Böylece fikir mefhuma dönüşür. İnsan buna göre düşünmeye ve
davranmaya ve meseleleri ölçmeye başlar. Tam yerleşirse kanaat oluşur, bu durumda
bu fikri ondan sökmek zor olur. İnsan buna kani olur ve teslim olur. Akaidi
mesele olunca bundan sonra her hangi bir şüphe olmadan kesin şekilde inanacak
ve teslim olacaktır. Bu nedenle Allah Celle Celâlehû Nisa Suresi 65. ayette iman etmek
için şu şartları gösterdi: İnsan Allah’ın ve Resul’ün hükmüne başvuracak, o
hükmü kabul edecek, ona karşı herhangi bir sıkıntı duymayacak veya şüphe duymayacak
ve ona uyup teslim olacaktır. Bu nedenle Nisa Suresi 61. ayette de Allah’ın ve
Resulü’nün hükmünden yüz çevirenlerin münafık olduklarını gösterdi. Bundan
önceki ayette bunları “İman ettiklerini iddia ederler.” diye açıklıyor. Çünkü
tağut hükmüne yani; insanların veya şeytanın hükmüne başvuruyorlar, onunla
muhakeme olunmak istiyorlar. Yine Nur Suresi 47, 48, 49, 50 ve 51. ayetlerde de
bunu gösterdi. Allah’a ve Resulüne inandık ve itaat ettik demelerine rağmen
Allah’ın ve Resulü’nün hükümlerine gelin denilince yüz çevirirler. Sanki
onların kalplerinde hastalık var veya Allah’ın ve Resulü’nün hükümlerine karşı
şüpheleri var. Ama müminler ise “İşittik ve itaat ettik.” derler. Onlar
Allah’tan sakınıp korkarlar. Çünkü Allah’ın ve Resulü’nün hükmünün ne olduğunu
kavradılar, bu hüküm mefhum oldu, ona göre meseleleri anlıyor, ölçüyor ve
muhakeme olunmaya hazır oluyorlar, tam kanaat getiriyor ve kesin olarak inanıyorlar.
Uhud’da iki ordu karşılaştığı gün
savaş meydanını bırakıp gidenleri sırf işledikleri bir kısım günahlar yüzünden
şeytan yerlerinden kaydırdı. Şeytan onlara vesvese yapıp fikirlerini etkileyip
karıştırdı. Fikirleri sabit olan kimseler şeytanın vesvesesini hissedince
Allah’a sığınıp bunu zihinlerinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Zira şeytan
insana vesvese ile güç sağlamaya çalışır. Şeytan daima insanı kötülüğe ve
Allah’a isyan etmeye çağırır. Hem de bunu insana kötülüğü ve isyanı süsleyerek
yapar. Allah Bakara Suresi 168 ve 169. ayetlerde bunu gösterirken başka birçok
ayette de gösterdi ve şeytandan sakındırdı.
Zira şeytan insanın baş düşmanıdır.
İşte müminleri kaydırıp günah işletmeye sevk eder. Ama Nahl Suresi 99. ve 100.
ayetlerde gösterildiği gibi Allah’a tevekkül eden müminlerin üzerlerinde
şeytanın hiçbir gücü yoktur. Ancak şeytanı dost edinerek onun hükmü olan tağut
hükmünü kabul edenler veya Allah’ın hükmüyle beraber karıştıranlar üzerlerine onun
gücü vardır. Şeytan vesvesesiyle Allah’ın hükmünden cayıp heva ve hevese,
nefsin arzuları, menfaati ve canlarını Allah’a ve emrine tercih ederler.
İşlediği günah, hata ve kusur için bahane uydurmaya, kendi kendini yanlış
fikirlerle kandırmaya başlar, icap ederse sahte fetvaları arayıp bunlara uyar.
Bu nedenle savaştan kaçanlar “Bu işten bize ne?” dediler. “Menfaatimiz yok, bu
işle alakamız yok. Niye burada ölelim? Evlerimizde kalsaydık bizim başımıza
böyle şey gelmezdi, kardeşlerimiz ölmezdi.” dediler. Hepsi şeytanın
vesveseleridir. Allah onlara cevap verdi ve affetti ki bir daha aynı şeyi
söylemesinler ve aynı hataya düşmesinler. Muhakkak Allah bağışlayıcı ve Halim’dir.
Allah insanı defalarca affeder, ama insan
günah işlemeye devam ederse ona ağır ceza verir ki dinine dönsün ve tövbe
etsin. Hiç tövbe etmek istemiyorsa ona Cehennem’i hazırladı, ahirette onu içine
atar. Çünkü bunu hak etmiş oldu. Bu nedenle Allah kendi sıfatı olan Halim’den
söz etti. Halim veya hilm sahibi olan kimse ağır başlı, hemen sinirlenmez,
ileriye dönük düşünür, sabırlı, affedici, hemen cezalandırmaz, ta karşı taraf
haddi aşıncaya kadar böyle devam eder. Ondan sonra karşı tarafa hilm yaramazsa
ağır ceza verir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış