Her şey, 17 Mayıs 1901’de Siyonist lider Theodor Herzl’in, II.
Abdulhamid Han’ın huzuruna çıkmasıyla başladı. Herzl, Der Judenstaat
(Yahudi Devleti) adlı kitabını yayımlayarak Siyonizm’in siyasi hedefini
netleştirdi: Avrupa’da artan antisemitizmden kurtulmak için Yahudilerin
bağımsız bir devletlerinin olması gerektiğini, bunun için de en uygun yerin Filistin
olduğunu savunuyordu. Filistin’in Osmanlı Hilâfet Devleti’nin bir
parçası olması, Herzl’i doğrudan İstanbul’a yönlendirdi.
Amacı, Sultan’dan Yahudi göçü ve yerleşimi için resmî izin almaktı. 1897’de
yapılan Birinci Siyonist Kongre’de bu hedef destek bulduysa da Herzl, “Osmanlı
onayı olmadan Filistin planı işlemez” görüşündeydi. 1900 yılında Herzl,
doğrudan Sultan’a ulaşmak için aracı arıyordu. Dönemin Osmanlı bürokrasisinde
etkili kişilerden olan Arminius Vambéry devreye girdi. Osmanlı ekonomisi,
kaybedilen toprakların da etkisiyle sorunlar yaşıyor ve dış borçlanmaya
gidiyordu.
Siyonist lider Herzl, bu durumu koz olarak kullanmak istedi ve Avrupalı
Yahudi sermayesinden ekonomik destek bulacağını, hatta bütün borçlarını
kapatacağını vadederek Sultan Abdulhamid Han’dan Filistin içinde
Yahudilerin yaşayabileceği bir alan istedi. İlk görüşmede Halife Abdulhamid
Han, yüzüne karşı net bir cevap vererek şu meşhur ifadeleri kullandı:
“Ben bir karış bile toprak satmam. Zira bu toprak bana değil, ümmete
aittir. Müslümanlar bu toprakları kan dökerek kazanmıştır. Kanla alınan vatan,
para ile satılamaz. Filistin’e toplu göç etmeniz mümkün değil.”
Bu net cevaptan sonra mahcup bir şekilde saraydan ayrılan Herzl, ikinci bir
görüşme için bir sene sonra tekrar gelmişse de Halife bu sefer bizzat görüşmeyi
kabul etmeyerek başkatibi aracılığıyla yine benzer bir teklifi reddetmiş ve
ölene kadar Yahudilere karşı bu vakar duruşundan taviz vermemiştir.[1]
Siyonistlerin fikir önderleri, Abdulhamid ile bu hedefe ulaşamayacaklarını
anladıktan sonra hedeflerine ancak Abdulhamid ölür veya tahtan indirilirse
ulaşabilecekleri kanaatine vardılar. Halifeye muhalefet eden zümreleri
destekleyerek devleti zayıf düşürmeye çalışan Yahudiler, gerek sabetayist ajanlarıyla
gerekse mason localarıyla topyekûn siyasi saldırıya geçtiler. Hatta İngiltere
ve diğer güçlü devletlerden destek alarak misyonerlik faaliyetlerini
artırdılar. Osmanlı’yı fikir, siyasi görüş ve inanç yönleriyle eleştiren
yazarlar, askerler, entelektüeller atadılar. Hülasa, halifeyi tahtından
indirecek kurumsal yapıyı oluşturdular.
İttihat ve Terakki denilen bu yapı, Abdulhamid’i bin
bir türlü oyunla tahtından indirdikten sonra Bab-ı Âli Baskını denilen
bir darbe ile Yahudi Devleti’ne giden yolun kapılarını açtı. 1917’de Balfour
Deklarasyonu ile İngiltere, Filistin’de bir “Yahudi millî yurdu”
kurulmasını desteklediğini resmen açıkladı. Bu bildiriden hemen sonra 60-70 bin
civarında Yahudi yerleşimcinin Filistin’e yerleştirilmesi sağlandı.
Osmanlı Hilâfet Devleti, içeride ve dışarıda hainler tarafından
çepeçevre sarılmışken ona en büyük darbeyi, yine İngiliz muhiplerince
desteklenen M. Kemal, Hilâfet Devleti’ni ilga ederek vurdu. Hilâfet yıkıldıktan
sonra her yıl düzenli olarak Yahudi göçlerine izin verildi ve 1939 yılına kadar
500 bin yerleşimci Filistin’e sokuldu.
I. Dünya Savaşı sırasında Mısır’daki İngiltere Yüksek Komiseri McMahon ile
Mekke Emiri Şerif Hüseyin arasında yapılan ihanet görüşmelerinde Filistin
sınırlarının temeli atılmıştı. Birleşmiş Milletler’in 1947 Taksim Planı,
bölünmenin tuzu biberi oldu. İslâm coğrafyasının kalbine hançer gibi saplanan
kartondan devlet “İsrail”in artık “meşru”(!) bir devlet haline gelmesi
gerekiyordu. 1948’de İngiltere’nin kontrolünde yürütülen Arap–“İsrail”
savaşında Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak mağlup oldu. Böylece Yahudi
varlığı “İsrail”, bu savaş sonrasında kendilerine vadedilenden daha fazla
toprak işgal etmiş oldu.
Çok geçmeden, bir sene sonra Türkiye, sözde bağımsız “İsrail” Devleti’ni
tanıyan ilk halkı Müslüman ülke oldu. Müslümanların yaşadığı bir devlet
olmasından öte Osmanlı bakiyesi olarak Türkiye’nin aldığı tanıma kararı,
Filistinli Müslümanlara yapılan ilk ihanet olma özelliği taşıyordu. Laik Türkiye
Cumhuriyeti, bu yönüyle diğer İslâm beldelerini de etkileyerek “İsrail”
varlığının peş peşe tanınmasına ön ayak oldu.
Batı’ya entegrasyon ve İslâm’dan kopuş için sabırsızlanan yerli
işbirlikçiler, artık iktidarlarını Yahudi sermayesiyle perçinliyorlardı.
Türkiye’nin “İsrail” ile kurduğu iyi ilişkiler günümüze kadar büyüyerek
gelişti. 1950’lerde iki ülke arasında peripheral pact benzeri
yakınlıklar, istihbarat alışverişi ve askerî iş birlikleri üzerine araştırmalar
ve analizler bulunuyor. Önce İsmet İnönü, sonra Adnan Menderes ile Batı’ya
yakınlaşmanın temel şartı, “İsrail” varlığı ile çevresel, askerî ve ekonomik
paktlar kurmak oldu.[2]
İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın 1969’da Rabat’ta yaptığı ilk toplantıda
Türkiye, “İsrail” ile ilişkilerin kesilmesi yönündeki taslağa karşı çıktı ve
diplomatik çıkar ilişkisi kurulabileceği yönünde fikir beyan etti. Altı Gün
Savaşları ve Yom Kippur Savaşı’nda Türkiye hükümeti, her ne kadar Arap
devletlerin safında yer almayıp tarafsız kalmış olsa da savaşı başlattığı için
“İsrail”in kınanması kararına da onay vermedi.[3]
Kuruluş ilkesi “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi üniter bir bağlamda
yürüyen devlet politikası, her ne yaparsa yapsın “İsrail”e karşı koymak gibi
bir tavır asla göstermemiştir. Üstüne bir de PKK adıyla oluşturulan suni bir
terör örgütü, Türkiye’nin daha da içe kapanmasına neden olmuştur. Sadece
söylemle bile olsa “İsrail” karşıtlığı yapmanın bedeli, terör olaylarının
tırmanması olmuştur. Yani “İsrail” varlığı, Türkiye’ye her ne kadar somut bir
tavır takınmasa da birçok somut eylemle tehdit etmiş, üstelik Mossad ajanlarını
ülkenin en mahrem yerlerine sızdırabilmiştir.[4]
Özal döneminde kırılgan olan ilişkiler, Oslo Anlaşması sonrasında yeniden
canlanmış ve yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarılmıştır. 1990–2000’li yıllar
ise Türkiye Cumhuriyeti ile işgal devleti “İsrail”in stratejik askerî ve
ekonomik ilişkiler kurduğu dönemdi. Fakat bu dönemleri gölgede bırakacak sürece
Erdoğan ile başlandı.
2005 yılında Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile Ariel Şaron arasında iki gün
süren görüşmelerde birçok anlaşmaya imza atıldı. Yahudi sermayedarlar
Türkiye’ye yatırım yapacak, krediler verecek ve Türkiye ile her düzeyde
stratejik ortaklık kurulacaktı. Bunun tezahürleri hızlıca görülmeye başlandı.[5]
Başbakan Erdoğan ile katil Şaron, Yad Vaşem’deki Holokost Anma Anıtı’na
çelenk bıraktı. Ardından antisemitizmi “insanlık suçu” olarak gördüğünü
ve bunu parti programına alacağını beyan etti. İran’ın nükleer programının
sadece “İsrail” için değil tüm insanlık için tehdit olduğunu söyledi. AK Parti
iktidarının tüm bu jestlerine Yahudi varlığı kayıtsız kalmadı; “İsrail”
Dışişleri Bakanı, AK Parti hükümeti için utanç vesikası olacak şu açıklamayı
yaptı:
“Türkiye ile ilişkilerimiz mükemmel. Onların sayesinde Filistinliler ile
ortak bir pakt kurma konusunda anlaştık.”[6]
2004 yılında Amerikan Yahudi Kongresi (American Jewish Congress, AJC),
Erdoğan’a “Profile of Courage Award” (Cesaret Ödülü) verdi. Bu ödül,
terörle mücadele, barışı teşvik etme ve Türkiye’deki Yahudi toplumuna
gösterilen desteği gerekçe göstererek takdim edildi. Haziran 2005’te ise
Anti-Defamation League (ADL) tarafından verilen “Courage to Care”
(Umursama Cesareti) ödülü, Erdoğan’a Holokost döneminde Yahudileri
öldürülmekten kurtarmış olan Türk diplomatların anısına sunuldu.[7]
Zalime bir kez meylettin mi artık aşağılık kompleksi diye bir şey kalmıyor.
Bilerek, isteyerek zulme rıza göstermeye başlıyorsun. 2007 yılında Şimon
Peres’in mecliste yaptığı konuşma buna açık bir delildir. Zira onu sözde halkın
meclisinde konuşturmak, Türkiye’deki muhlis Müslüman halkın öfkesini
kazandırmış olmasına rağmen hükümet ne halkının ne de Müslümanların görüş ve
tavırlarına aldırış etti.
Bütün zulmüne ve katliamlarına rağmen devletin en resmî makamında hem
işgalci “İsrail” varlığına meşruiyet verildi hem de alıkonulan üç “İsrail”li
askerin bırakılması konusunda Filistin tarafına baskı yapılacağı ifade edildi.
Bu, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin bundan sonra her şartta “İsrail”in yanında,
Filistin’in karşısında olacağının açık bir göstergesiydi.[8]
Sözde İslâmcı AK Parti, iktidar olduğu süre zarfında tabanın teveccühünü
kaybetmemek ve halkın nefretini kazanmamak adına bir adım atması gerektiğini
düşündü. Zira Yahudi varlığı her fırsatta Filistin’e saldıracak ama AK Parti
hükümeti iyi ilişkiler kurmaya devam edecekti. Bu sürdürülebilir bir durum
değildi. Müslümanların tazyikini kırmak, sert akan baraj suyunu dizginlemek
gerekirdi.
Bu minvalde Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, arka kapı diplomasisi
yürütmeye karar verdi. O da şuydu: “İşgalci Yahudi varlığı her ne yaparsa
yapsın, kınamakla yetinmek.” Çeşitli söylemler ve kınama mesajları ile
halkın Yahudi nefretini dizginlemek konusunda “İsrail” hükümetiyle anlaşıldı.
2009 yılı başında, Dünya Ekonomik Forumu’nda Erdoğan, “İsrail”in Gazze’ye
karşı tutumunu şiddetle eleştirdi. Dinleyicilerin Peres’i alkışlamasının
ardından Erdoğan, “İnsanlar ölüyor ve ben bunun oldukça yanlış olduğunu
düşünüyorum.” dedi. Davos çıkışında ise sözlerinin Peres’e değil,
moderatöre olduğunu söylemesine rağmen Türkiye’ye kahraman edasıyla döndü. 2012
yılında Erdoğan bir demecinde, “Türkiye’deki aşırılıkları törpüledik, bir
anlamda paratoner olduk, gaz aldık.” demişti.[9]
Bu ifade, Müslümanların her anlamda taleplerini hafiflettiğini ve
hedeflerini dizginlediğini itiraf niteliğindeydi. Bu arka kapı diplomasisi o
kadar gevşek ve etkisiz bir hale geldi ki Türkiye adeta bir kınama merkezine
dönüştü.
2009 yılında, Gazze Özgürlük Filosu’na ait Mavi Marmara Gemisi ile
yardım taşıyan Türk vatandaşı aktivistlerden 9 kişi katledildi, onlarcası
yaralandı. Türkiye, Yahudi “İsrail” varlığından bir özür ve müdahale esnasında
ölenler için tazminat talep etti. “İsrail” hükümeti taleplere ret cevabı verdi.
Ardından Başbakan Erdoğan, “İsrail” ile yürüttüğü uzlaşma sözlerini hatırladı
ve bütün yaptırım taleplerinden vazgeçerek Gazze’ye yardım taşıyan geminin
organizatörlerini “izin almamakla” suçladı. Savaş sebebi sayılabilecek
bu küstahça tavra karşı “İsrail”den özür dilememek kaldı. Allah’ım bu nasıl bir
zillet…
Birleşmiş Milletler’in 2013 yılında Viyana’daki toplantısında artan Filistin
zulmünden dolayı Erdoğan şu ifadeleri kullandı:
“İslâmofobi, antisemitizm ve faşizm gibi, Siyonizm de bir insanlık suçu
olmalı.”
Peki sonuç? Suç değil, aksine insanlığın başına bela olmaya devam etti.
2014 yılının Temmuz ayında yine azgın bir şekilde Gazze’ye saldıran
“İsrail” varlığı için Cumhurbaşkanı Erdoğan Hatay mitinginde şu ifadeleri
kullandı:
“Bu saldırılar bir soykırımdır, İsrail barbarlıkta Hitler’i geçmiştir.”
Sonuç? Bu sözlerden sonra “İsrail” zulmünden vazgeçti mi?
Bugünlere gelene dek istikrarlı ve periyodik bir şekilde işgal devleti
“İsrail” zulmüne ve katliamlarına devam etti. Sistematik toplu göçlerle Yahudi
yerleşimcilerini Filistin’in her yerine yerleştirdi. Çünkü karşısında cılız
kınama açıklamalarından başka bir tepki yoktu. Arap liderler de dahil olmak
üzere Müslüman beldelerin tamamında yöneticiler, söylemlerini “şöyle olmalı,
böyle yapılmalı” gibi temenni cümleleriyle bitirdi.
7 Ekim’de başlayan ve iki yılı geride bırakan Gazze zulmüne
karşı da Türkiye’nin tavrı değişmedi. Bombalama sonucu katledilen yüz bine
yakın Müslüman’ın yanı sıra yıkılan evler, açlıktan ölen bebekler, ailesini
kaybeden çocuklar ve çaresizce ölmeyi bekleyen kadınların feryatlarını taşlar,
dağlar, bulutlar duydu. Zulmü, kutuplardaki yerli halk bile öğrendi.
Milyarlarca insan yürüyüşler yaptı, boykotlar düzenledi. Herkes gücünün
yettiğini çekinmeden yaptı.
Fakat Yahudi varlığını durdurmaya gücü yetecek olan Müslüman liderler, ölü
taklidi yapıp gözlerini yumdular. Hatta öyle ki bu iğrenç varlık, topraklarını
işgale kalksa, havadan saldırılar ile vatandaşlarını katletse bile diplomatik
kanallar aramaya devam edecek gibiler.
26 Ekim 2023’te Beştepe Aile Şurası’nda konuşan Cumhurbaşkanı
Erdoğan, “Gazze’ye yönelik saldırılar savunmanın ötesine geçti; katliam
ve barbarlık” dedi; ardından Batı’yı eleştirdi. 9 Şubat 2024’te İslâm
İşbirliği Gençlik Forumu’nda, “İslâm ülkelerinin Gazze’deki zulme ortak
tepki göstermesi gerekir” ifadelerini kullandı; dayanışma çağrısı yaptı. En
etkili konuşmayı ise 31 Mart 2025’te Bayram Namazı çıkışında yaptı: “Siyonist
‘İsrail’e Allah lanet etsin.” Batı’ya ve uluslararası topluma havale
etmektense Allah’a havale etmek daha etkili bir talep olsa gerek.
2000’li yıllardan sonra bilhassa AK Parti iktidarında Filistin davası
kusursuz bir seçim malzemesi haline geldi. Halkın oyuna talip olan sözde
siyasal İslâmcıların seçim mottosu; “Biz düşersek Gazze düşer”, “Biz
kazanırsak Filistin kazanır” gibi aldatıcı vaatler oldu. Onlar 23 yıldır
seçim kazanıyorlar ama ne Gazze kurtuluyor ne de Filistin kazanıyor.
Bu iktidarın Filistin davasına bakışı, Rabbimizin şu ayetini hatırlatıyor:
[يَا أَيُّهَا
النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا
وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ] “Ey
insanlar! Hiç şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi
aldatmasın ve o aldatıcı da sizi Allah ile aldatmasın.”[10]
Erdoğan’ın Filistin politikası ile ilgili olarak son iki yılda sarf ettiği
sözler, her ne kadar samimi Müslümanları tatmin etmese de kendi çevresi, yazar
ve gazeteci taifesi, medya araçları, içi boş böylesi ifadeleri doldurmaya ve
anlamlandırmaya çalışarak Filistin’e ihanetin parçası oldular.
Neydi bu sözler:
- “Gazze ve Filistin tamamen özgürleşinceye kadar tüm imkânlarımızla
kardeşlerimizin yanında olacağız.” — Kabine
toplantısı sonrası yapılan açıklama (25 Kasım 2024)
- “Tüm gücümüzle, tüm kapasitemizle Gazze halkının yanındayız. İnşallah
zulüm bitene, 1967 sınırları temelinde bağımsız bir Filistin devleti…” — 9. Millî İrade İftarında söylenen sözlerden
- “Suriye'den Gazze'ye gönül coğrafyamızın tamamında varız, hadiselere
müdahiliz, mazlum ve mağdurların yanındayız.” — AK Parti Konya 8. Olağan İl Kongresi’nde dile getirildi (17 Ocak
2025)
- “Elimizdeki tüm imkânlarla Gazze’nin ve Filistin’in yanında olmaya
devam edeceğiz.” — Parlamenterler Arası Kudüs Platformu 5. Konferansı’nda (29 Nisan
2024)
- “Gazze’si, Batı Şeria’sı, Doğu Kudüs’üyle Filistin,
Filistinlilerindir.” — Malezya ziyareti
sırasında
Şimdi sorulması gereken birkaç soru:
Hangi silahınızı, hangi teknolojinizi, hangi imkânınızı kullandınız da
Gazzeli kardeşlerimizin yanında oldunuz? Bir lokma ekmeği, bir yudum suyu
ulaştıramadığınız Gazze’ye hangi kapasiteyle yardım ettiniz? Hadiselere kınama
yoluyla mı müdahil oldunuz yoksa miting düzenleyerek mi? Mazlum ve mağdurların
yanında olarak hangi yarasına merhem oldunuz, hangi sıkıntısını giderdiniz?
Gazze’si, Batı Şeria’sı diyebiliyorsunuz ama Kudüs’ü bile Filistinlilerindir
diyemiyorsunuz. Sadece Doğu Kudüs’ü Filistin halkına reva görüyorsunuz. Yoksa
siz Amerika’nın ağzıyla mı konuşuyorsunuz?
Her fırsatta iki devletli çözümden bahsederek Şeyh Ahmet Yasin’e, “dostum”
dediğiniz İsmail Haniye’ye ihanet etmiş olmuyor musunuz? Filistin’i bir bütün
olarak işgalci Yahudi varlığından temizlemeye çalışan mücahitlerin kemiklerini
sızlatmıyor musunuz?
Sizin içeriği belli olmayan, samimiyetsiz Filistin davanızın akıbeti ne
oldu biliyor musunuz? Bakın, Kemal Advan Hastanesi doktoru Sahr Hamad,
Gazze için yaptığınız bütün fedakârlıkları(!) nasıl tasvir etmiş:
“Sizi sevdik, sizin için zafer diledik, hakkın bayrağını yükseltmenizi
istedik, sizi mazlumların yanında bildik. Ama Gazze’nin en zor anında yalnız
bırakıldık. Bizi yüzüstü bıraktınız. Bir şişe su, bir parça ekmek bile
ulaştıramadınız. Tarih şunu yazacak: Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde Gazze
katledildi ve buna engel olunmadı. Bugün siz de diğer İslâm dünyası liderleri
gibisiniz artık. Şahit olsun ki Allah, sen bizi yüzüstü bıraktın ve biz seni
Allah katında hasmımız ilan ediyoruz. Zafer Allah’tandır, sözleriniz
boğazlardan öteye geçmedi… Maalesef kandırıldık.”
İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hem Yahudi varlığı hem de Filistin ile
ilişkileri bu şekilde: Biri memnuniyet beyan ederken diğeri hasım ilan ediyor.
Peki, borç içinde olmasına rağmen Siyonist lideri huzurundan kovan
Osmanlı’dan; bakiyesi olmasına rağmen kınamakla yetinen Türkiye Cumhuriyeti’ne
nasıl evrildik?
1- Hilâfet’in yıkılması: Hilâfet yıkılıp
yerine laik, üniter bir rejimin kurulması, beraberinde İslâm’ın hükümlerinden
ve ideolojisinden kopuş demektir. Artık köklü, kapsamlı, kuşatıcı fikirlere
sahip olmayan laik rejim, çevresindeki gelişmelere ve sınırları ötesindeki
işgal planlarına müdahil olamaz, buna ihtiyaç hissetmez veya güç yetiremez.
2- Ulusal yapıya hapsedilme: Halifenin birleştirici gücünden mahrum kalınca, ulusal bir yapı içine
hapsedilmiş bu devletin halkların desteğinden ve toplumsal gücünden bahsetmek
mümkün olmayacaktır. Milliyetçi ve vatancı duygular, ülkenin müdahil
olabileceği alanı oldukça sınırlandırır.
3- Kardeşlikten komşuluğa: Olaylara “İslâm
kardeşliği” zaviyesinden bakmak vizyoner bir perspektif sunar. Fakat Hilâfet’in
ilgası ile birlikte, aynı ırka, aynı millete ait bile olsa ülkeler ‘komşuluk’
ilişkisi kurmaya zorlandı veya bunu bir ihanet projesi olarak benimsedi. Bu da
devlet politikalarında yüzeysellik, liderlerde ise fikrî daralma oluşturdu.
4- Kapitalizmin tesiri: Hilâfet sonrası
kurulan ulusal yönetimler kapitalizmi benimsedi ve onun tesiri altına girdi.
Sadece kimliklerinde “Müslüman” ibaresi kaldı. Fikirleri, duyguları ve
davranışları modern kapitalizm ile şekillendi. Hayata bakış açıları fayda-zarar
ilişkisine dönüştü.
5- Amerikan çizgisine uyum: İslâm beldelerine atanan yöneticilerin çoğu, II. Dünya Savaşı sonrası
güçlenen Amerika’nın etrafında toplandı. Bugün neredeyse hepsi Amerikan dış
siyasetine entegre olmaya, onunla yol yürümeye ve onun için çalışmaya adanmış
kişiler haline geldi. Hiçbiri, yeniden İslâm ile hükmederek dünyayı
değiştirecek cesarete ve ferasete sahip değil.
6- Retorik din siyaseti: İslâm’a ve
Müslümanlara hizmet etmek, onları Batılı devletlerin şerrinden korumak gibi bir
dertleri yok. Bu yüzden İslâmî duyguları sadece halklarını memnun etmek adına
retorik bir dille kullanmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla Gazze’ye sahip
çıkmak, Filistin davasını savunmak gibi söylemler, şiir tadında bir dinletiye
dönüşüyor.
7- 57 devletin aczi: Bu coğrafyada 2 milyar
Müslümanın yöneticisi olan 57 devlet başkanı bir araya gelse, 20 milyon nüfuslu
şımarık “İsrail” varlığını korkutup caydıramıyor. Sadece bir veya iki devletin
askerî gücüyle yerle yeksan olacak bir işgal devleti, hepsinin gözünün içine
baka baka katliamlar yapıyor. Batı’nın, Hilâfet’in ilgasından 100 yıl sonrası
için kurguladığı plan işliyor. Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
bildirdiği gibi:
[ليَنزِعَنَّ
اللهُ مِن صُدورِ عَدُوِّكمُ المَهابَةَ مِنكم، وَلَيَقذِفَنَّ في قُلوبِكُمُ
الوَهْنَ] “Allah, düşmanlarınızın
gözünden sizin heybetinizi söküp alacak, size ‘vehn’ hastalığı verecektir.”[11]
8- Ekonomik bağımlılık: Bu devletlerin
bütün ekonomileri, liberal iktisat sistemine körü körüne bağlanmış durumda.
Kapitalizmin ürettiği her türlü krizin ortağı oluyorlar. Bu da tam bir esarete
dönüşüyor ve Batılı devletlerin ekonomik tehditlerine oyuncak oluyor. “İsrail”e
dil uzatırsan “ekonomini baltalarım” tehdidi gibi.
9- Reel politika tapınması: Batı’ya entegrasyon için benliğinden sıyrılan özenti yöneticiler, artık
reel politika tanrısının buyruklarını dinliyor. Onun belirlediği sınırları
‘konjonktürel sınırlar’ olarak görüp aşmaktan kaçınıyorlar. Bu süreçte onlara
kalemleri, diplomaları ve zenginlikleriyle destek olanlar, liderlerinin tüm
kararlarına meşru kılıflar bulmak için sıraya giriyor.
10- Ümmetin taleplerini hiçe sayma: Bu devrin liderleri, ümmetin duygu ve düşüncelerine aldırış etmeyen,
onların taleplerini göz ardı eden, “milyarlarca Müslüman bir yana Trump
bir yana” diyen kişiler haline geldiler. İktidar sevdası gözlerine
perde gibi indi. Seçim kazanmayı diğer her şeyden öncelikli görüyorlar. Gazze,
Filistin, Kudüs gibi kutsallar, zihinlerinin arka planına itilmiş birer nesneye
dönüşüyor.
Evet, bir bütünde bakıldığında Hilâfet Devleti’nin bir yöneticisi olan II.
Abdulhamid ile Hilâfet yıkıldıktan sonra elli küsur parçaya bölünen ulusal
devletler arasındaki fark, gece ile gündüzün farkı gibidir. 57 Müslüman
yönetici, bir halifenin gösterdiği izzetli duruşu gösteremiyor.
Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem hadislerinde bugüne ışık
tutarcasına şöyle buyurmuştur:
[إِنَّها
سَتَأْتي على النّاسِ سِنونَ خَدّاعَةٌ، يُصَدَّقُ فيها الكاذِبُ، ويُكَذَّبُ فيها
الصّادِقُ، ويُؤْتَمَنُ فيها الخائِنُ، ويُخَوَّنُ فيها الأَمينُ، ويَنطِقُ فيها
الرُّوَيْبِضَةُ. قيلَ: وما الرُّوَيْبِضَةُ؟ قالَ: الرَّجُلُ التّافِهُ
يَتَكَلَّمُ في أَمرِ العامّةِ] “‘Öyle aldatıcı yıllar
gelecek ki, o yıllarda yalancılar doğrulanacak, doğru söyleyenler yalanlanacak;
hainlere güvenilecek, emin olanlara hain denilecek. İşte o zaman ‘Ruveybida’
konuşacak.’ Dediler ki: ‘Ruveybida nedir, ey Allah’ın Rasulü?’ Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem: ‘Halkın işlerini üstlenecek değersiz adam.’ dedi.”
[1]
BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Yıldız Evrakı, Y. PRK. MYD. 23/47 (Herzl’in
Yıldız Sarayı ziyareti ve yazışmaları).
[2]
https://nationalinterest.org/feature/israels-peripheral-pact-7091
[3]
https://en.wikipedia.org/wiki/Israel-Turkey_relations
[4]
https://www.reddit.com/r/craftofintelligence/comments/18x0bmc/turkey_detains_34_people_suspected_of_ties_to/
[5]
https://web.archive.org/web/20160425125820/http://www.economist.com/node/3941568
[6]
https://web.archive.org/web/20121021185652/http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=139576&tarih=07%2F01%2F2005
[7]
https://www.turkisrael.org.il/single-post/2018/08/29/yahudi-cesaret-ödülü-üzerine-1
[8]
https://fr.jpost.com/Tags/satellite
[9]
https://www.yeniasya.com.tr/kazim-gulecyuz/erdogan-gaz-aldik_208024
[10]
Fatır Suresi 5
[11]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/278, 287
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış