BATILI ve İSLÂMİ YÖNETİMLERİN ‘ÖTEKİ’ ANLAYIŞI

Emrah Akay

“Hak ile batıl mücadelesi” denilen kesintisiz çatışmanın temelinde akidevi unsurlar vardır. Allah Subhanehu ve Teâlâ ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem hem fikirlerde hem de amellerde küfrün taraftarlarıyla benzeşmeyi yasaklamıştır. “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”[1] Bu fikir ekseninde bir ayrışmada sorun yoktur fakat ırka, dine, renge, mezhebe veya meşrebe göre bir ayrım oldukça tehlikelidir. Bu yüzden İslâm, Batılı fikirlere karşı dururken, Batı ise İslâmi fikirlere olan düşmanlığından dolayı Müslümanlara kin ve nefret duymaktadır. İşte bu insana sırf insan olduğu için bakan İslâm ile bu bakıştan mahrum olan Batı’nın “öteki”ne bakışı arasındaki farktır. Batı’ya göre, Müslümanlar, barbar ve işgalci, Müslümanlara göre ise Batı’nın fikirleri fasit, nizamları batıl, inançları ise küfür üzeredir. Kıyamet kopana dek İslâm ile küfrün hem inanç ekseninde hem fikirler ve nizam boyutuyla çatışması kaçınılmazdır. Bu durum, İslâm nezdinde sadece fikirleri ve nizamları ötekileştirir, insanları değil. Zira insanlar bir gün İslâm’ın nuruyla aydınlanabilir. Tıpkı Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Taif’te kendisini acımasızca taşlayanlara söylediği şu sözde ifadesini bulduğu gibi:

[إِنِّي لَا أَرْجُو إِلَّا أَنْ يُخْرِجَ اللَّهُ مِنْ أَصْلَابِهِمْ مَنْ يَعْبُدُ اللَّهَ وَحْدَهُ لَا يُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا] “Ben sadece onların nesillerinden yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim.”

İslâm, insana verdiği değer ve geleceğe yönelik hayırlı beklentileriyle dikkat çekerken, Batı ise genellikle karamsar bir tutuma ve güven eksikliğine sahiptir. Batılılar, tarihlerinin en karanlık dönemlerinde bile kendilerini kusursuz görme yanılgısından kurtulamamışlardır. Kendi medeniyetlerini dünyanın en gelişmiş ve medeni topluluğu olarak kabul etmektedirler.

İslâm’ın insan merkezli yaklaşımına göre Batı’nın yaşam tarzı kimi gayri insani unsurlar taşısa da bu durum, Batılıların kendi üstünlük algısını değiştirmez. Örneğin, cinsel eğilimler, bireysel hazza dayalı tüketim kültürü, aile yapısının zayıflaması ve namus kavramının yok olması gibi birçok konuda büyük bir yozlaşma içindedirler. Sınırsız özgürlük anlayışları ve ölçüsüz arzuları ile sınır tanımaz bir tavır sergileyebilirler. Ancak buna rağmen kendilerini demokrasinin beşiği ve seküler dünyanın kurucusu ve koruyucusu olarak görürler.

Batı’ya göre iyilik ve güzelliğe dair her şey onlardan doğmuş, diğer toplumlar ise yalnızca bu fikirlerin taklitçisi olmuştur. Başka milletlerin önemli buluşlara imza atamayacağına ve evrensel mesajlar sunamayacağına inanırlar. Bu bakış açısıyla Batı medeniyeti, bir yönüyle İslâm öncesi Kureyş toplumunu hatırlatır. Rivayetlere göre, o dönemde insanlar balçık veya helvadan yaptıkları putlara tapar, sonra da bu putları yerlerdi. Mantık dışı bu davranışlarına rağmen Müslümanları akılsızlıkla suçlamışlardır. Yani hem cahil hem de kibirli bir tavır sergilemişlerdir.

Batı'nın bu düşünceleri, güçlü bir devlete sahip olana kadar sahibini zehirleyen fikirler olarak kaldı. Ancak ideolojik yükseliş gerçekleştiğinde bu zehirli fikirler ulaştıkları her yeri ifsat etti ve zehirledi. Fransa ve İtalya'nın Kuzey Afrika'daki zulüm ve katliamlarının bahanesi, “barbar Müslümanları ehlileştirmek” idi. İngilizler ise kendilerini “güneşin batmadığı imparatorluk” olarak tanımlarken, Müslümanların dünyanın en güçlü ordusuna sahip olmasını hazmedemedi. Bu aşağılık kompleksi, onların İslâm’a ve Müslümanlara duyduğu kin ve nefreti daha da körükledi.

Ortadoğu coğrafyasını kötülüğün merkezi haline getirmeyi kendilerine görev bildiler. Batı, tüm imkanlarını İslâm Devleti'ni yıkmak için seferber etti. İçimizden zayıf şahsiyetli kişileri devşirdi; ihanet etmeleri karşılığında onlara şan, şöhret ve para teklif etti. Her birini kuracakları sözde medeni(!) devletlere memur tayin etti. Sonuç itibarıyla hedefine ulaştı; ekinleri ve nesilleri ifsat etti.

Amerika ise Afganistan, Irak ve Vietnam’da milyonlarca insanı katletti; yüz binlerce yapıyı harap etti. Akıttığı kan ve döktüğü gözyaşını, taşıdığı sözde “aydınlatıcı misyon” adına masum ve meşru gördü. Diktatör rejimleri yıkıp yerine demokrasi kurduğunu iddia etti. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın “Irak’ta 500 bin çocuk öldürdük ama buna değdi” ifadesi bu zihniyetin trajik bir özeti oldu. Kadın bile olsa Batılı bir yetkili, taşıdığı bu “kutsal misyon”(!) adına merhametli olamazdı.

"İngiliz siyaset bilimci John Hobson, Batı Medeniyetinin Doğu Kökenleri adlı eserinde şu ifadelere yer verir:

“1700 ile 1850 yılları arasındaki Avrupa, dünyayı kökten iki karşıta böldü: Batı ve gerisi. Batı bu ayrımda doğuştan eşsiz erdemlerle kuşanmış olarak tasavvur edildi. Rasyonel, çalışkan, üretken, fedakâr, özgürlükçü, hür, babacan, olgun, ilerici ve yiğittir. Buna karşın Doğu ise irrasyonel, tembel, despot, yozlaşmış, pasif ve bağımlıdır.” İsviçreli filozof Thierry Hentsch, Hayali Doğu kitabında şunları belirtir:

“Biz Batılılar için tasavvur ettiğimiz dünya bizim dünyamızdır. Ona bizim olduğumuz şey olmasını emrediyoruz.' İngiliz sosyolog Gerard Delanty ise Avrupa’nın İcadı adlı kitabında Batı’nın megaloman ruh halini şu sözlerle itiraf eder:

“Batı, kendi terimleriyle tanımladığı Doğu üzerinde entelektüel üstünlük ve ekonomik denetim kurmaya çalışmış; Doğu, kendisini Batı’nın aynasında algılamaya zorlanmıştır.”

Avrupalı devletler bilim ve teknolojide gelişim gösterdikçe bunun her derde deva olacağını zannettiler. Ancak bu gelişmeyle birlikte hayatı ruhundan soyutlayarak mekanik bir düzleme oturttular. Bilimsel metodu devreye sokarak kalkınmanın yegâne yolunu maddi yükselişe bağladılar. Fakat günümüzde bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydeden Çin ve Japonya karşısında bu yaklaşımın eksik olduğunu fark edemediler.

Bugün ise bütün bir Avrupa, kaderini Amerika'nın eline teslim etmiş ve Batılı değerlerin savunulmasını ondan bekler hale gelmiştir.

Müslümanlara sürekli ‘öteki’ gözlüğü ile bakan Avrupa, yeni bir icat daha ortaya koydu: İslâmofobi! Bu kavramla kendi medeniyet tasavvurunda İslâm'a “öcü” yaftası vurdu ve onu baş düşman ilan etti. Kalplerindeki nefreti vatandaşları eliyle hayata geçiren Avrupalı devletler, Kur’an yakma ve peygambere hakaret gibi saldırgan eylemleri teşvik etmekten çekinmedi.

Dünyanın her yerinde İslâmi değerleri aşağılayanlar, bir yandan da Müslümanlara sürekli nasihat etmekten, tavsiyeler ve telkinlerde bulunmaktan geri durmadı. Bu küstahlığın son örneği ise Suriye Devrimi’nde yaşandı. Müslümanların kendi başlarına devrim yapamayacaklarını, anayasa oluşturamayacaklarını düşünen Batılı güçler, devrimi sahiplenmek ve yeni yönetime baskılar yapmak için sıraya girdiler. Biri gitmeden diğeri geldi; hepsi bu devrimin İslâmi bir nitelik taşımasından endişe duydu. Ancak bekledikleri karşılığı almadan, sırtları sıvazlanarak uğurlandılar.

Dünyanın her yerinde İslâmi değerleri aşağılayanlar, bir yandan da Müslümanlara sürekli nasihat etmekten, tavsiyeler ve telkinlerde bulunmaktan geri durmadı. Bu küstahlığın son örneği ise Suriye Devrimi’nde yaşandı. Müslümanların kendi başlarına devrim yapamayacaklarını, anayasa oluşturamayacaklarını düşünen Batılı güçler, devrimi sahiplenmek ve yeni yönetime baskılar yapmak için sıraya girdiler. Biri gitmeden diğeri geldi; hepsi bu devrimin İslâmi bir nitelik taşımasından endişe duydu. Ancak hak ettikleri cevabı almadan, istedikleri sonuçla uğurlandılar.

Bu durum, yüz yıllık bir geçmişe dayanıyor. Batı, İslâm coğrafyasındaki zihinsel işgallerini dönemin edebiyatçılarını etkileyerek meşrulaştırdı. Başta samimi bir Müslüman olan Tevfik Fikret, zamanla Kemalist kadroların fikir babalarından biri haline geldi. O, Avrupalı yaşam tarzının bilim ve teknolojiyi geliştirdiğini; bilimin ise dünyayı refaha kavuşturacağını savunuyordu.

Bunun yanı sıra Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa ve Abdullah Cevdet gibi etkili şahsiyetler aracılığıyla Avrupai fikirler Müslümanların zihinlerine zerk edilmeye çalışıldı. Daha sonra “Jön Türkler” olarak anılacak bu grup, Batı medeniyetinin amansız savunucuları haline geldi. Onlara göre Avrupa her şeyden önce bir zihniyetti ve her şey bu zihniyetle başlamalıydı.

Kitleler itiraz etse bile sesleri bastırılmalıydı; çünkü onlara göre halk gerçeği göremeyen birer cahildi. İşte bu anlayış onları jakoben, yani tepeden inmeci bir düşüncenin savunucusu yaptı.

Osmanlı sonrası Batılılaşma sürecine hız veren Cumhuriyetçi taife, Avrupalı dostlarını memnun etmek adına peş peşe inkılaplar gerçekleştirdi. Kılık kıyafet kanunları, harf inkılapları, eğitimde reformlar ve kadınlara seçme-seçilme hakkı gibi değişiklikler bu dönemde devreye sokuldu. Bütün bu adımlar, Batı’nın “ötekisi” olmaktan kurtulup doğrudan onun bir parçası olma hedefiyle atılmıştı.

O günden bugüne Avrupalı devletlerin prim ve teşviklerine alet olan sayısız yönetici ortaya çıktı. Günümüzde elliden fazla İslâm beldesinde, Batılı müttefiklerine sadık birer memur gibi bulundukları bölgeleri yöneten liderler görmek mümkündür. Yalnızca yönetici sınıfı değil; onları meşrulaştıran kalemşorlar, saray âlimleri, bürokratlar ve soytarılar da bu düzenin parçası haline geldi.

Yönetici olabilmek, iktidarda kalabilmek ve itibarını koruyabilmek için Batı’nın “öteki” damgasından kaçan, kimlik bunalımına kapılmış hastalıklı şahsiyetler türedi. Ancak zamanla Batı’nın “öteki” kavramı küçülerek ve sınır değiştirerek yeni bir anlam kazandı. Artık bütün Müslümanlar “öteki” olarak görülmüyor; yalnızca Batı'nın fasit değerlerini benimsemeyen, İslâm’ın hükümlerini ve fikirlerini özümseyen, vahyi bilimsel düşünceye tercih eden Müslümanlar bu kategoriye dahil ediliyor.

Ayrıca konjonktürel düşünmeyen, reel politik yerine Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamayı esas alan toplumlar da Batı’nın yeni “öteki” tanımının içine girmiş durumda.

Bu tanımın içinden çıkarak Batılılaşma yolunda ilerleyenler şunu çok iyi bilmelidir: Batı, kadınlara seçme-seçilme hakkı vermiş olsa da onları sosyal hayat içinde değersizleştirerek ticari bir meta ve reklam figürü haline getirdi. İslâm ise kadını aile kurumunun mimarı ve nesillerin eğiticisi olarak koruyup gözetirken, Batı aile kurumuyla birlikte büyük bir yıkıma sürüklendi.

Nesilleri helake götürdü; ahlaksızlığı TV ekranlarında pazarlayıp cinsiyetsizliği küçük yaşlara kadar indirdi. Özgürlük adı altında her türlü pisliği evlere, okullara ve ticarethanelere soktu. Faizi sıradan bir alışveriş aracı haline getirip yetim malına el uzatmayı, rüşveti ve haksız kazancı meşrulaştırarak mide doldurdu.

Siyaseti çirkinleştirip kirletti; fikirlerini benimsemeyen toplumlara zulmederek kan ve gözyaşı döktürdü. Batıl ideolojisini zorla dayatarak, kendi çıkarlarını sözde bir 'medeniyet' projesi kisvesi altında sundu.

Bu hali düşüncelerinizi yansıtıyor mu?

İslâm, bir devlet olarak yola çıktığı ilk davet mücadelesini Mekke halkına büyük bir ihtişamla taşıdı. Bu süreçte ne kan aktı ne gözyaşı… Davet ulaştığı toplumlarda köklü ve derin izler bıraktı. Halklar fevç fevç İslâm’a yöneldiler. Müslümanlar, dilleri, renkleri ve ırkları ne olursa olsun asla “öteki” olarak görülmedi; bilakis din kardeşliği bütün ayrılıkları söküp attı.

İslâm, kendisine tâbi olmayan toplumlara Batı'nın sömürgeci bakışıyla yaklaşmadı. Aksine onları da İslâm’ın kuşatıcı hükümleriyle şereflendirdi. Bu bağlamda, İslâm Hilâfet Devleti için “öteki” kavramı nesep, soy, sop veya milletle değil, yalnızca akide ile sınırlıdır. En temel ayrım iman ve küfür arasındadır. Bir kişi Allah’a ve Rasulü’ne iman eder, şirkten kaçınır ve şeriat hükümlerini benimserse mümin kabul edilir. Ancak Allah’a ve Rasulü’ne inanmaz, şeriatı benimsemez ya da inancına şirk bulaştırırsa kâfir olur.

Bununla birlikte bu durum, İslâm Hilâfet Devleti’nin yönetim anlayışını değiştirmez. Yönetimle ilgili bütün naslar Allah ve Rasulü’nden çıkmıştır ve devletin tabiiyeti ile kayıtlıdır. İslâm’ın hükümleri, devlete tâbi olan Müslüman veya kâfir herkese adaletle uygulanır. Bu sebeple İslâm toplumunda, günümüz toplumlarında ifade edilen “azınlıklar” kavramına yer yoktur.

Bütün insanlar, taşıdıkları insani vasıflar dolayısıyla İslâm Devleti’nin tabiiyetine sahip oldukları müddetçe onun yönetimi altındadır. Devlete tâbi olan herkes ister Müslüman ister gayrimüslim olsun, şeriatın belirlediği haklardan yararlanır. Buna karşın, devlete tâbi olmayan kişiler, Müslüman olsalar bile bu haklardan mahrum kalırlar.

Bu durum nafaka meselesinde de kendini gösterir. Bir Müslümanın annesi, İslâm Devleti’nin tabiiyetinde bulunan bir Nasranî, babası ise devlete tâbi olmayan bir Müslüman olsa, çocuk annesine nafaka ödemek zorunda olduğu hâlde babasına böyle bir mecburiyeti bulunmaz. Bu durumdan da anlaşılacağı üzere, Hilâfet Devleti’nin uyguladığı şeriattan istifade etmenin ön şartı tabiiyettir.

Bunun dışında İslâm, hiçbir “öteki”ne kendisine iman etme şartı koşmaz. Zira Kur’an-ı Kerim’de şu hüküm yer alır:

[لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىٰ لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ] “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[2] Bu ayetle insanlara iki yol sunulduğu ve kimin Müslüman, kimin “öteki” olacağı açıkça ifade edilmiştir. Allah, insanın önüne fücuru (kötülüğü) ve takvayı (iyiliği) koymuş ve ona seçim yapma iradesi bahşetmiştir:

[نَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا] “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene; sonra da ona kötülüğü ve takvayı ilham edene and olsun.”[3]

Bu ilahi hükümler, İslâm’ın insan özgürlüğüne ve bireysel tercih hakkına verdiği değeri ortaya koymaktadır. Müslüman olmayan kimseler, İslâm Devleti içinde yaşarken iman etmeye zorlanmadıkları gibi, haklarına da adaletle riayet edilir.

Dolayısıyla Batılı ifade ile “azınlık” kavramı, İslâm Hilâfet Devleti’ne tâbi olan gayrimüslimler için daha yakın bir kavramdır. Burada ise İslâmî yönetimin azınlıklar için verdiği hakları ifade etmek gerekir.

Batılılar her ne kadar İslâmî fiil ve davranışlara düşmanlık duysa da İslâm, ehl-i kitap için kendi ibadethanelerinde dinlerini öğrenmelerini ve ibadetlerini yapabilmelerini serbest bırakmıştır. Evlerinde, kilise veya sinagoglarında dinî kıyafetler giymelerini engellememiş; umumi yerlerde ise sadece din adamlarının dinî kıyafetleri giymesini temin etmiştir.

Yeme-içme konusunda ehl-i kitap, kendi dinlerinin helal ve haram ölçüsüne göre hareket edebilir. Fakat çarşı-pazarda, halka açık umumi yerlerde İslâm şeriatının helal ve haram sınırlarını gözetmek zorundadır.

Aile hayatında ise Müslüman bir erkeğe ehl-i kitaptan bir kadın ile evlenmesi izni verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilir:

[الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ] “Bugün size iyi ve temiz nimetler helal kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir. Gayrimeşru ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de meşru bir nikâhla evlenmek şartıyla mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir.”[4]

Hukukî işlemlerde Müslümanlar ile gayrimüslimler eşittir. Her iki kesime de aynı kanunlar tatbik edilir. Dinleri, cinsiyetleri ve mezhepleri farklı olsa da İslâm Devleti tabiiyetini taşıdıkları için herhangi bir ayrım yapılmaksızın, muamelat ve cezalarla ilgili işlerde İslâm şeriatının hükümleriyle muhatap olup bunlarla amel etmekle mükelleftirler. İslâm Devleti, Müslümanları himaye ettiği gibi zimmet ehlini de himaye eder. Bu, onların bir hakkıdır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[أَلَا مَنْ قَتَلَ نَفْسًا مُعَاهَدًا لَهُ ذِمَّةُ اللَّهِ وَذِمَّةُ رَسُولِهِ فَقَدْ أَخْفَرَ بِذِمَّةِ اللَّهِ فَلَا يُرَحْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ وَإِنَّ رِيحَهَا لَتُوجَدُ مِنْ مَسِيرَةِ سَبْعِينَ خَرِيفًا] “İyi bilin ki! Her kim Allah’ın ve Rasulü’nün zimmetinde olan bir himayeyi öldürürse Allah’ın zimmetini çiğnemiş olur. Kokusu, yetmiş yıllık yürüyüşten alındığı hâlde Cennet’in kokusunu alamaz.”[5]

İslâm Devleti’nde Müslümanların işlerinin güdülmesi ve maişetlerinin garanti altına alınması bir hak olduğu gibi zimmet ehlinin işlerinin güdülmesi ve maişetlerinin garanti altına alınması da bir haktır. Nitekim Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

[أَطْعِمُوا الْجَائِعَ، وَعُودُوا الْمَرِيضَ، وَفُكُّوا الْعَانِيَ] “Aç kalanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri kurtarın.”[6]

Gayrimüslim tebaadan olanların Müslümanların ordusuna katılma hakları vardır. Ancak savaşma yükümlülükleri olmadığı gibi cizye dışında mali bir yükümlülükleri de yoktur. Dolayısıyla Müslümanlara koyulabilen vergiler, onlar için bir zorunluluk değildir. Tebaa içinde yer alan tüm gayrimüslimler cizye vermek zorundadırlar. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

[قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّىٰ يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ] “Allah’a ve ahirete inanmayan, Allah’ın ve Rasulü’nün haram kıldıklarını haram kılmayan ve hak din İslâm’ı din olarak edinmeyen ehl-i kitapla (İslâm Devleti’ne) boyun eğinceye ve güçlerine göre cizye verinceye kadar savaşın!”[7]

Ayrıca, tebaanın gayrimüslim fertlerinin, yöneticilerin kendilerine yaptığı zulümleri veya İslâmi hükümlerin üzerlerine tatbik edilmesindeki kusurları göstermek üzere şikâyette bulunma hakları vardır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[أَلَا مَنْ ظَلَمَ مُعَاهَدًا، أَوِ انْتَقَصَهُ، أَوْ كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ، أَوْ أَخَذَ مِنْهُ شَيْئًا بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسٍ، فَأَنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ] “İyi biliniz ki kim bir himayeye zulmeder veya hakkını eksik verir veya ona takatinin üstünde bir yük yükler veya haksız yere ondan bir şey alırsa Kıyamet Günü ben onun hasmıyım.”[8]

Üstelik ehl-i kitaptan olanların devlet görevlerinden bir kısmını üstlenmesine izin verilir ve tıpkı Müslüman memurlar gibi muamele görürlerdi. Özellikle Halife Mütevekkil döneminde bu uygulamaya geçilmiş ve gayrimüslimlerin İslâm potasında erimesi hedeflenmiştir. Bağdat'ta kendisini selamlamak için ayağa kalkan Kadı İsmail bin İshak'ı ziyaret eden Hıristiyan bir vezir olan Abdun bin Said örneğinde olduğu gibi. Kadı İsmail bin İshak, Hıristiyan bir vezir karşısında ayağa kalkmasını insanların uygun bulmadığını fark etmiş ve bu yüzden vezir ayrılınca onlara dönüp Kur’an’daki bir ayetten alıntı yapmıştır:

[لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ] “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi menetmez. Şüphesiz ki Allah, hak ve adalet konusunda titiz olanları sever.”[9] Kadı, daha sonra şöyle bir açıklamada bulunmuştu:

“Bu adam Müslümanların işini idare ediyor ve bizimle halife arasındaki elçidir.”[10]

Bütün bu ve benzeri hükümler, İslâm’ın azınlık hakları konusunda adil oluşunun delilleridir. Evet, İslâm’a göre azınlık veya devletin tebaası olan ehl-i kitap “öteki” değil, devletin bir parçasıdır. Batı’da ise durum bundan çok farklıdır. Afro-Amerikan, Afro-Alman gibi ayrımcı kavramlarla siyahî vatandaşlara zulmetmek, onları hor ve hakir görmek Batılı zihniyetin ürünüdür. Amerika’da yalnızca siyahî olmak değil, Latin olmak da bir aşağılanma göstergesidir.

Kalıntıları hâlâ devam eden Nazi Almanyası, kafatasçı düşünceleri ile tanınan Le Pen Fransası, faşizmin başrol oyuncusu Mussolini İtalyası, Tommy Robinson ve Nigel Farage gibi ırkçı liderlerin İngilteresi ve Geert Wilders gibi İslâm düşmanı ırkçıların Hollandası... Hepsi, bütün gayriahlâkî özgürlüklere kucak açarken; cinayetlere, çocuk istismarlarına, uyuşturucuya, fuhşa ve bilumum pisliklere sınır koymazken Müslüman halklara sınır koyar, onları adaletten mahrum bırakır ve çoğu zaman zulmeder.

Bu ayrımcılığı inşa eden atalarından birkaç kesit sunalım ki Batılı yöneticiler ve bilim adamları kimlerden etkilenmiş, hangi fikirleri benimsemiş daha iyi anlaşılsın.

Mesela, Batılı sosyalizmin kurucusu Auguste Comte, “Üç Hâl Yasası” adını verdiği tezinde şu iddiayı ortaya atar:

“Avrupa, teoloji, metafizik ve pozitif ilimler gibi aşamalardan geçerek diğer insanlardan ayrışmış ve medeniyete ulaşmıştır.”

Modern devlet ve sosyal ahlâk kuramlarının sahibi Wilhelm Friedrich Hegel, “Siyahilerin medeniyeti öğrenebilmeleri için köleliğin gerekli olduğu” tezini savunuyordu.

Empirizm (deneyselcilik) teorisyeni David Hume, tezini şu korkunç ifadelerle ispatlamaya çalışıyordu:

“Siyahların beyazlardan daha aşağı olduğunu düşünüyorum. Hiç gelişmiş bir medeniyet kuramamışlar. En barbar ve kaba saba beyazlarda bile yönetim organizasyon kabiliyeti var iken siyahlarda hiçbir önemli vasıf yoktur.”

Batı’nın saygın filozoflarından Immanuel Kant (1724-1804), beyaz ırkı insanlığın ulaştığı zirve olarak tanımlamış ve beyaz ırkın tepesine Avrupa’yı yerleştirmiştir.

Montesquieu (1689-1755), kölelik fikrini lanetlerken “Afrika halkını zayıf ruhlu ve sağduyudan yoksun” olarak tanımlamıştır.

Kölelik karşıtlarının destek verdiği John Locke (1632-1704), bizzat köle ticaretine iştirak etmiş ve “vahşilerin, zekâ özürlülerin ve kadınların köleleştirilmesinin onlara fayda sağlayacağını” ileri sürmüştür.

John Stuart Mill (1806-1873), 35 sene boyunca Hindistan Şirketi için çalışmış ancak İngiltere’nin Hindistan’ı sömürmesini ve Fransa’nın Kuzey Afrika sömürgeciliğini alenen desteklemiştir.

Ve daha nicesi…

Batılı felsefecilerin bu iğrenç teorilere tutunması oldukça doğaldır. Çünkü Batı, kuşatıcı fikirlerden mahrumdur; kalplere huzur veren, akılları ikna eden hükümlerden uzaktır. Varlığını sürdürebilmesinin tek yolu zulüm ve sömürüdür.

Fakat bizim içimizden aklı başında fikir adamlarının Batı'ya hayranlık beslemesi asla doğal değildir. Batı literatürüne bağlılık, Batılı bilimsel gelişmeleri takip ederek fikirlerine ve mefhumlarına sarılmak ya kör taklit ya da cehalettir. Zira “Batıcı” sıfatını iltifat addeden kişilerin, kendilerini “öteki” gören Avrupa’ya karşı kör ve sağır olması, bizi Mûsâ’nın Rabbine ettiği dua gibi dua etmeye sevk etmektedir.

[قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ أَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَإِيَّايَ أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاءُ مِنَّا ۖ إِنْ هِيَ إِلَّا فِتْنَتُكَ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَاءُ وَتَهْدِي مَنْ تَشَاءُ أَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنْتَ خَيْرُ الْغَافِرِينَ] “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helâk ederdin. Şimdi içimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helâk mı edeceksin? Bu, sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen, bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen, bağışlayanların en hayırlısısın.”[11] Âmin.

 



[1] Ebû Davud, Libas, 4/4031

[2] Bakara Suresi 256

[3] Şems Suresi 7-8

[4] Maide Suresi 5

[5] Tirmizi, Sünen

[6] Buhari, Sahih

[7] Tevbe Suresi 29

[8] Ebû Davud, İmare

[9] Mümtehine Suresi 8

[10] yaqeeninstitute.org

[11] A'râf Suresi 155


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz