Sahibini ve içinde yaşadığı toplumu üzerine rics inmekten kurtaran yegâne amil aydın düşüncedir. Akıl nimetinin hakkını vermek onunla gerçekleşir.
Fikirleri vakıaya uygulamakla başlar aydın düşünce. Vakıaya uygulanmak fikirler için mihenk taşı mesabesindedir. Birde öncesiyle ve sonrasıyla bağı kuruldu mu, işte aydın düşünceye ulaşılmış olur. Fikirlere iman ve itimat, aydın düşünceyle elde edilir. Onunla fikirler mefhumlara dönüşerek sahibini gerektiği gibi davranmaya sevk eder.
Fikrî düşüşün en açık belirtisi, bu beceriyi kaybetmekle kendini gösterir. Ezber düşünceler, hep bu becerinin kaybedilmesiyle hayata egemen olmaya başlar. Bu becerinin kaybedilmesiyle kelimelerin yerleri değişir. Batıl, hak suretinde görünme fırsatını elde eder.
Şimdi gelin, biri Kürt sorunu, diğeri Suriye meselesi olmak üzere iki yakıcı konuda, ulusal perspektifi kendince yeniden harmanlayan AKP Hükümeti’nin izlediği siyasetin, vakıaya uygulayarak öncesi ve sonrasıyla bağını kurarak gerçekten sorunu çözecek nitelikte olup olmadığına bir bakalım.
İlkin Kürt sorunundan başlayalım. Toplumsal boyut kazanmaya yüz tutmuş etnik terör, karşı karşıya kalınan çıkmazlar ve yer yer itiraflar, son on yıl öncesine kadar gelmiş geçmiş hükümetlerin bir devlet politikası olarak bu sorun hakkındaki teşhislerinin; Kürt halkının varlığını ret ve inkâr, çözümlerinin ise; asimilasyon ve direnenleri imha olduğunu ortaya koymuştur. Bu dönemde düşünceyi vakıaya uygulamak şöyle dursun, vakıa maksatlı olarak göz ardı edilmiştir. Derin devletin konumunu güçlendirmek için zaman zaman bu meseleyi beslediğine şahit olunduğu halde siyasetçi, sermayedar ve basının buna ses çıkarmayıp işbirliği yoluna gidip ikbal peşinde koşmayı yeğlediği, bugün ortaya çıkmıştır. Buna karşın -bir erdemmiş gibi- söyledikleri tek şey, “kullanılmış olabiliriz” itirafıdır.
AKP ise bugün geldiği ustalık aşamasında dahi, Kürt halkının varlığını kabullenmekle birlikte, sorunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinden kaynaklandığını itiraf edecek konumda değildir. Daha açık bir ifadeyle; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinden temelde farklı olmayan bir paradigma üzerinde yükseldiğinden AKP soruna, gerçeğe uygun bir teşhis koyacak kadar masum değildir.
Kürt sorununu, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulu olduğu Laik-Demokratik ilkeler ve ulusçuluk perspektifinin türetmiş olduğunu açık yüreklilikle söylemekten başka çıkar yol kalmamıştır. Zira ulus kavramına sığmayan, farklı ırklardan meydana gelmiş Anadolu halklarını, Ulus-Devlet temeli üzerine kurulu bir siyasî organizasyon ile bir arada tutma teşebbüsünün başarısız olduğu gün gibi ortadadır. Nitekim halklardan birinin, demokratik hakkını kullanıp ayrılmayı talep etme teşebbüsünde bulunabilme tehlikesinin baş göstermesiyle, erki elinde tutanlar için tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Dahası, Ulus-Devlet olmaya zorlanan halklardan birinin diğerlerine göre esas unsur olarak konumlandırılmış olması, bu süreci daha da kaçınılmaz kılmıştır. Nitekim halklar, özlerinden koparılarak, daha başından beri hileli bir sosyal kontrat üzerinde emrivakilerle konumlandırılarak, ulusal bir birliktelik oluşturmaya zorlanmışlardır. Oysa Dersim ve Şeyh Said intifadaları, hep Ulus-Devlet yapılandırmasının söz konusu halkların kültürüyle bağdaşmadığının habercisiydiler. Buna rağmen bu dış güdümlü projede ısrar edile edile bugüne gelinmiştir.
Diğer taraftan insanın medeni bir varlık olup toplum halinde yaşamaya mecbur olduğu fıtri bir gerçekliktir. Ne ki insanların bir arada yaşamasını sağlayacak sosyal kontratın da insan fıtratına uygun olması gerekmektedir. Tarihin hiçbir döneminde halkları bir arada tutmak gibi bir işlevi olmayan ulus kaygısı, etnik kaygıları bertaraf edecek güçte değildir. Aksine etnik kaygıları körükleyen bir bencil haldir. Üst kimlik olarak ulus yerine daha gerçekçi daha insanî bir temel fikir, bir amentü konulmadığı taktirde, ulus olmaya zorlanan etnik kökenler arasındaki iktidar mücadelesinin muhtemel yansımalarına göz yumulmuş olacaktır. Güce endeksli teşri edilen devletlerarası hukuk kışkırtıcılığını da buna dâhil ettiğimizde, ulusçu bir siyasî organizasyonda kaçınılmaz bir şekilde boy gösterecek ırk eksenli düşüncelerin üretmeyeceği fesat, alet olmayacağı fitne yoktur.
Coğrafyamız sathi mahallinde bu günahı ilk işleyen Kürt halkı değildir. Gerçek şu ki; M. 1500-1900 yılları arasında etnik savaşlarla birbirlerini kırıp geçiren katil Avrupa devletlerinin son kurbanıdır Kürtler! Önce Jön Türkler bu oyuna geldi. Ardından Jön Araplar bu zehirli fikirleri solumaya başladı. Kürtler etnik kaygılarla düşünmemek için çok direndi. Ne ki Fetret Devri uzayıp gidince bu günah onları da sardı.
Bugün bu fitne ateşi yüzyıllarca birlikte yaşamış Kürt ve Türk iki Müslüman kardeş halkı birbirine kırdırmaktadır. Suriye, Irak ve İran faktörünü de buna kattığımızda, bu yanlış anlayışta ısrar edildiği takdirde Müslüman Arap ve Fars kardeşlerin de bu ırkçı şeytanî kavgaya dâhil olmaları kaçınılmaz olacaktır.
Bugün, “Bu sorunu AKP çözer.” “Tayyip Erdoğan isterse çözer” gibi yakıştırmaları siyasî iktidar ve muhalefet erbabından, PKK’ye yakınlığıyla bilinen Leyla Zana ve BDP’li Sırrı Sakık’tan duyar olmamız, meselenin ne denli yüzeysel ele alındığını göstermeye yeter. Gerçek şu ki başta Erdoğan olmak üzere AKP, bu sorunu çözüp bu milletin ‘aziz’i olmak ister. Lakin sorunun önündeki maddî engeller bir yana, soruna kaynaklık eden düşünceyi baz alarak çözme iddiasında bulunması, meseleyi daha da dramatik hale getirip kronikleştirmiştir. Bir tekerlemedir almış başını gidiyor: “Daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük bu sorunu çözer.” İnsana sormazlar mı: Elinizi tutan mı var? Daha ne bekliyorsunuz? Seksen dokuz yıldır bu ülkede Laik Demokratik ulusal perspektif iktidar değil midir? Neden bu sorun, çözülmek yerine gittikçe büyümüştür? Çözülmesi için daha kaç yuvaya ateşin düşmesi gerekmektedir? Daha kaç kurban versin bu aziz millet?
Dahası, “Devlet teröristlerle masaya oturmaz” konumundan, “Kürt açılımı” bağlamında Oslo’da başarısız bir masa deneyimden sonra “gerekirse devletin bunu tekrarlayabileceği” noktasına gelinmiştir. Böylece PKK’nın Kürt halkının yegâne meşru temsilcisi olduğu yönündeki tezin onaylanmış olması bir yana, mesele gittikçe içinden çıkılmaz bir hal almıştır. İş, “İnşallah örgüt ‘İmralı’daki’nin kontrolünden çıkmamıştır” temennisine kalmıştır. Diğer taraftan halkın mukaddesatını istismar ederek elde ettiği yüksek orandaki teveccüh ile şımarıp gittikçe otoriterleşen Erdoğan/AKP, yaptığı IV. Büyük Olağan Kongresi’yle de liberal demokratları düş kırıklığına uğratarak adeta havlu atmıştır. Dediğini yapmayan ve demediğini yapan bir siyasî erdemsizlik limanına demir atmıştır.
Gerçek şu ki; Laik-Demokratik ulusal perspektif, bu halkları adalet üzere bir arada tutan amentünün yerine ikame edilmişti. Bu, yönetim erkine Hilafet’in ilgası olarak yansıyınca siyasî birliktelik kayboldu. Neticede halklar, etnik kökleri üzerinden birliktelikler kurma yoluna girdiler. Zaten başta İngilizler olmak üzere Avrupa’nın da planı bu idi. Bugün Kürt halkına yapıldığı gibi üst kimlik olarak Türk Ulusu diye, gerçekliği olmayan bir kavram inşa edildi. Böylece fitne ateşi yakılmış oldu. Ermenilerin ırkçı çetelerinin acımasız katliamları boy göstermeye başladı. Ardından tehcire zorlandılar. Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik araştırmaya değer baskılar baş gösterdi. Ve asla olmaması gereken bir şey oldu. En az Türk kardeşleri kadar bu topraklar üzerinde hakkı olan Kürtler, mağdur edilmeye başlandı. Nevzuhur ecnebi anlayış, bırakın halkları kardeş yapmayı, tersine aralarındaki maddî-manevî bin yıllık bütün bağları koparıp attı. Dersim ve Şeyh Said katliamları ve peşinden o gün bugündür devam ede gelen etnik,dinsel ve mezhepsel sorunlar, kan, gözyaşı ve dramlar...
İşte AKP bugün bu gerçeğe rağmen soruna kaynaklık eden sebebi çözüm olarak göstermeye devam etmektedir. Dahası Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca aldatılmış, yarı yolda bırakılmış, hayal kırıklığına uğratılmış bu yorgun, bitkin yaralı Türk ve Kürt halklarını bütün mukaddesatı alet ederek bu kez AKP aldatmaktadır. Neymiş! Efendim Erdoğan istese bu etnik sorunu çözebilirmiş! O ne diyor? Daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlükle bu sorunu çözeceğine yemin billah ediyor. İşte yazının girişinde düşünceyi vakıaya uygulamak dediğimiz şey tam burada devreye giriyor. Zira bakıp görüyoruz ki Erdoğan, temel de seleflerinden farklı bir düşünceyle soruna yaklaşmıyor. Yani bu Erdoğan faktörü nasıl bir faktördür ki, yanlış bir düşünceden, denenmiş bir düşünceden, dahası soruna kaynaklık eden düşünceden yola çıkarak bu sorunu çözecek.
Ey Müslüman halklar! Amentünüze ters düşen ve vakıayla çelişen bu yalana daha önce olduğu gibi tekrar kanacak mısınız! Peşinden gittiğiniz liderin dışa yansıyan kişisel amelleri sizin dininize uyuyor olabilir. Lakin şunu unutmayın ki şahısların peşinden gitmek Müslümanların şiarından değildir. Zira Müslümanlara şahısların değil düşüncelerin, İslami çözümlerin peşinden gitmek yaraşır. İslami düşünceler ve İslami çözümler etrafında biraraya gelerek, onları uygulayacak, kendilerinden birini seçmek yakışır. Müslüman’ın “falana güven gerisini merak etme sen” anlayışıyla işi olamaz.
Unutmayalım ki Hz. Muhammed (sav) Rasul olarak gönderildiğinde Mekke ve Medine’de etnik sorunlar vardı. O zaman da insanlar kendi ırklarıyla övünür kendi aşiretlerinin hakimiyeti için savaşırlardı. Allah’ın elçisi onlara; sorunlarınızı daha fazla demokrasi daha fazla özgürlükle çözeceğim demedi. Rasul (sav) bile “sorunlarınızı ben çözerim” demedi. Onları “Allah’tan başka ilah yoktur” esası üzerine kardeş yaptı. Yani hayatla ilgili her türlü sorunlarını Allah’tan gelen hükümlerle çözeceklerine, bu konuda ona itiraz etmeyeceklerine dair Rasul (sav) ‘e biat ettiler. Deyim yerindeyse bu esas üzere bir sosyal kontrat imzaladılar. İslam nurunun onları nasıl kardeş yaptığını ve bu kardeşliğin tarih boyunca yüzlerce millet ve kavim arasında meydana geldiğini ve nasıl yüzyıllar boyu sürdüğünü hepimiz biliriz. Bunu bilmemize rağmen ve bu sorun yüzyıldır canımızı yaktığı halde neden birbirimize çözüm olarak aynı adresi göstermiyoruz? Neden bu çözümü uygulayacak bir lider çıkarma teşebbüsünde bulunmuyoruz? Neden duygusallığa kapılıp gayri İslami çözümlerle sorunu çözeceğini iddia edenlerin peşinden gidiyoruz. Güvendiğimiz bu liderler neden bize İslami çözümler göstermiyorlar? Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadığını söyleyen bu liderler neden dün olduğu gibi bugünde Türküyle Kürdüyle, Arabıyla, Çerkeziyle, Lazıyla bizi kardeş edecek Raşidi Hilafet nizamından bahsetmiyorlar? Neden demokrasi gibi, cumhuriyet gibi, özgürlük gibi çağdaş küfür kavramlarının peşine takılmaktalar ve bizi de kendileriyle birlikte sürüklemektedirler?
Ne gariptir ki aynı reçeteyi Suriye konusunda da devreye sokmaktadırlar. Müslim gayri Müslim bir çok liderin ağzında aynı sakız; “Suriye sorunu ancak demokratik bir yapıyla çözüme kavuşabilir.” Gayri Müslim liderlerin böyle bir çözümle ortaya çıkmalarını anlamak mümkün. Fakat Hatay il sınırında, Reyhanlı beldesinde ayet ve hadislerle Tarık Bin Ziyad gibi nutuk çeken ile Suriye için demokratik çözüm önerip, Suriye Ulusal Konseyi’ni lüks otellerde örgütleyenin aynı kişi olmasını anlamak mümkün değildir.
Kaldı ki; Ulusal çıkarları önceleyen Türk dış politikasını üstü kapalı uygulayan AKP Hükümeti’nin Suriye halkına yaptı yardımın masum olmadığı yönündeki kaygılarımızı haklı çıkaran belirtiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Nitekim Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu’nun Baas rejiminin önde gelen isimlerinden Faruk El Şara’yı geçiş hükümetinin Başkanı olarak önermesi, Suriye halkına demokratik rejimin dayatılacağı yönünde kuvvetli bir işarettir.
Dahası, farklı saiklerle de olsa ABD, Rusya, İran, Çin ve AKP Türkiye’sinin, destanımsı bir mücadeleyi sürdüren ve demokrasiye pirim vermeyen mücahit Suriye halkını Esad’ın ordusuyla hizaya getirme konusunda kolektif bir tavır içine girmiş oldukları gizlenemez bir hal almıştır. Erdoğan’ın içi boş nutukları bir yana, bunca katliamlara karşı takınılan bu umursamazlık başka hiçbir mazeretle açıklanamaz. Böylelikle kamu vicdanı “Hele bu kan dursun da hangi rejim gelirse gelsin” kıvamına getirilmiş olacak ve buna karşı çıkanlar da “barış karşıtı, aşırılıklar peşinde koşan teröristler” olarak yaftalanacak ve bu yaftalama kabul görmüş olacaktır. Evet bu endişe aylardır Köklü Değişim camiası tarafından dile getirilmektedir. Bunun için Köklü Değişim Dergisi Türkiye’de ondan fazla konferans düzenledi. Kanımca gerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün seslendirdiği demokratik çözüm önerisi ve gerekse Davutoğlu’nun Faruk El-şara çıkışı, kendilerince beklenen zamanın geldiğini göstermektedir. Muhtemelen, İslami Hilafet’te ısrar eden halkın direnci kırılmış, demokratik bir rejimden daha fazlasını isteyecek ve bunda ısrar edecek mecalleri kalmamıştır diye düşünmektedirler. Buna rağmen demokrasi dışı bir rejim talebinde bulunacak olanları daha fazla kan ve gözyaşı istemekle yaftalayacak olan medyaya güvenleri ise tamdır.
Buna karşı biz Allah (c.c.)’nın şu ayetini hatırlatmakla yetiniyoruz.
وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِين َ
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
Bu bağlamda asrı seadet iklimini müjdeleyen ve Suriye halkının İslam’a susamışlığını gösteren binlerce görüntüden sadece birini sizinle paylaşarak yazıma son noktayı koymak istiyorum.
On üç, on dört yaşlarında bir genç çıplak bir vaziyette, bir masaya yatırılmış olarak zalim Esad’ın askerlerince ölesiye dövülüyordu. Fakat o mücahit delikanlı, bedenine inen her bir kamçının peşinde arşı titreten şu ifadeyi haykırıyordu: “Fi sebilillah! Fi sebilillah!..”
Hişam El-baba’nın Halep’te çektiği bu videoyu seyreden herkes, bu çığlıkların, demokratların heveslerini kursağında bırakarak, tüm dünya Müslümanlarına İslami Hilafeti yeniden bahşedecek güçte olduğunu görecektir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış