AKABE BİATI, HALEP BİLDİRİSİ; GEÇMİŞ GELECEĞE BENZER!

Süleyman Uğurlu

“Geçmiş ve gelecek suyun suya benzediği gibi birbirine benzer” diyen İbni Haldun’a katılanlar olduğu gibi katılmayanlar da vardır elbet. Ancak tarihte kalmış bazı olayların bir benzerinin tekrardan yaşandığı da inkâr edilemez bir gerçek. Bununla birlikte insanlık tarihinin değişmezleri yüzyıllar geçse de, tarihin tozlu raflarında kalmış gibi gözükse de her fırsatta kendini göstermekten geri durmamakta. Bu ayki yazımızda iki tarihsel zaman şeridini karşılaştırarak “suyun suya” benzeyip benzemediğini görmeye çalışacağız.

Birinci zaman şeridimiz, İkinci Akabe Biati’ne kadar uzanmakta. 

Mekke’de istediği desteği bulamayan Allah Rasulü aradığı desteği Yesrib’te bulmuş ve onlarla ismi Kıyamet’e kadar unutulmayacak bir tepede, Akabe’de biatleşmişti. Hatırlayalım:

Allah Rasulü ile gecenin ilerleyen vakitlerinde gizlice buluşulacaktı, hatta uyuyan uyandırılmayacak, geç kalan beklenmeyecekti. İki taraf, bu sessiz tepede buluşunca ilk konuşan Efendimizin amcası Abbas oldu:

“Ey Yesribliler! Siz de bilirsiniz ki, Muhammed (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) bizdendir. Bu, benim kardeşimin oğludur ve bana insanların en sevgilisidir. Eğer siz O’nu tasdik edip, kendisinin Allah’tan getirdiklerine iman ediyor, O’nu alıp yanınıza götürmek istiyorsanız yardımsız bırakmayacağınıza, aldatmayacağınıza dair sizden kesin bir söz almak istiyorum. Çünkü sizin komşularınız Yahudilerdir. Yahudiler ise buna düşmandırlar. Onların tuzak kurmayacaklarından emin değilim. Eğer siz, ok yağmuruna tutacak olan Arap kabilelerinin de düşmanlıklarına göğüs gerebilecek kadar savaş gücüne sahipseniz, aranızda iyice görüşüp konuşarak kararlaştırınız da, sonradan tefrikaya düşmeyiniz. Biz O’nu elimizden geldiği kadar korumaya çalıştık. O kendi kavmi içinde bulunmakta ve mümkün olduğunca da korunmaktadır. Fakat size katılmak, sizinle birlikte olmak istiyor. Eğer siz kendisine söz verip davette bulunduğunuz yardım, barındırma ve muhaliflerinden koruma gibi şeyleri yerine getireceğinize kani iseniz ne âlâ. Şayet, yanınıza vardıktan sonra korkup yardım edemeyecek, kendisini muhaliflerinin eline bırakacak iseniz, şimdiden bırakınız. O, kendi kavminin içinde ve beldesinde bulunmaya ve korunmaya devam etsin.”

Yesrib’ten gelen heyet adına Esad bin Zurare söz aldı ve Abbas’ın etkili konuşmasına cevap verdi:

“Yâ Rasulullah! Her davetin yumuşak veya sert bir yolu ve usulü vardır. Bugün Senin yaptığın davet, zorlukları itibariyle ve yıllardır yaşanan bir hayatı terk ederek yeni bir hayata atılma açısından insanların yüzünü ekşitecek, kendilerine ağır gelecek bir davettir. Sen bizi öteden beri bulunduğumuz dinimizi bırakmaya ve kendi dinine tabi olmaya davet ettin ki, bu çok zor ve ağır bir şey olduğu halde biz Senin bu teklifini kabul ettik. Sen bizi müşrik insanlarla aramızdaki yakın uzak bütün akrabalık ve komşuluk ilişkilerini kesmeye davet ettin. Bu da çok zor ve ağır bir şey olduğu halde biz Senin bu teklifini de kabul ettik. Bütün bunlar, Allah’ın doğru yolu bulma azmini ve hayırlı sonuçlara ulaşma umudunu ihsan ettiği kimseler hariç, insanlar arasında hiç de hoşa gidecek şeyler olmadığı halde biz Senin bu husustaki teklifini de dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik etmek suretiyle kabul ettik. Biz, Senin Allah’tan getirdiklerine inanarak ve kalplerimize yerleşen bir marifetle tasdikte bulunarak Sana biat edeceğiz. Biz, Rabbimize, Senin Rabbine biat edeceğiz. Allah’ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Biz, kendimizi, çocuklarımızı ve kadınlarımızı savunduğumuz ve koruduğumuz şeylerden Seni de savunacak ve koruyacağız. Eğer biz bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozmuş bedbaht ve yaramaz kimseler olalım. Yâ Rasulullah! Bu, Sana karşı bizim sadakat yeminimizdir. Yardımına sığınılacak ancak Allah’tır.

Yâ Rasulullah! Bizler konuştuk. Şimdi de Sen konuşur musun? Bizden kendin ve Rabbin için istediğin sözü al artık! Ey Allah’ın Rasulü, işte biz hazırız! İstediğin her şeye hazırız! Bizden Allah için de, kendin için de istediğin sözü al.”

Ardından Allah Rasulü onlara taleplerini bildirdi. Onlarla ne üzere biatleştiğini bir kez daha zikretti:

“Yüce Rabbim için sizden istediğim O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanız ve O’na ibadet etmenizdir. Kendim için isteğime gelince; Allah’ın Rasulü olduğuma şahitlik etmeniz, Beni ve ashâbımı barındırmanızdır. Bana ve ashabıma yardımcı olmanızdır. Kendinizi ve ailenizi savunduğunuz ve koruduğunuz şeylerden, bizleri de savunup korumanızdır. Hanımlarınızı ve çocuklarınızı savunup koruduğunuz şeylerden, Beni de savunup koruyacağınız hakkında sizinle bey’at yapayım!”

Bu karşılıklı konuşmalardan sonra Yesrib halkının temsilcileri Allah Rasulü ile tek tek tokalaşarak ona biatini verdi. Musafaha yapan her kişi “Genişlikte ve darlıkta, sağlıkta ve hastalıkta, kolaylıkta ve güçlük anlarımızda, sevinçli ve kederli zamanlarımızda, her zaman ve her yerde Senin emirlerine isteyerek boyun eğecek ve nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğiz! Allah yolunda yürürken, kınayanların kınamasından korkmayacağız!” diyor ve bu söz bitene kadar eline bırakmıyordu. Biatleşmenin ardından Abbas bin Ubâde ayağa kalkarak bu biatleşmenin anlamını bir kez daha teyit ettirdi: 

“Ey Yesribliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz! Mallarınıza bir zarar gelir veya yakınlarınızdan birileri öldürülürse O’nu yalnız bırakıp sözünüzü unutacaksanız, bunu şimdiden yapın! Vallahi, bunu daha sonradan yaparsanız bu dünya ve Ahiret kaybı olur. Her iki tarafta da üzülenlerden olursunuz. Fakat mallarınızın eksilmesi, yakınlarınızın katledilmesi pahasına sözünüze sadık kalacaksanız diyecek bir şeyim yok. Bu durumda dünyada da kazanırsınız, Ahirette de!”

Yesrib heyeti Abbas bin Ubade’nin neden böyle bir iş yaptığını gayet iyi biliyorlardı. Onlarda sözlerini tekrarlayarak Ubade’yi teyit ettiler:

“Sen hiç endişe etme! Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, biz mallarımız ve yakınlarımız pahasına onu kollayıp koruyacağız!”

Artık her şey noktalanmıştı savaşacaklarına, kanlarını akıtacaklarına dair söz vermişlerdi ama bunun bir karşılığı olmalıydı. Onlar da karşılığını sordular:

“Ey Allah’ın Rasulü! Sözümüze sadık kalırsak bizim için ne var?”

Allah Rasulü onlara tek kelimeyle cevap verdi: 

“Cennet!”

Bu tarihsel şeritte altının çizilmesi gereken nokta Abbas bin Ubade’nin şu sözüdür:

“Ey Yesribliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz!”

Yani bunun adı batıldan yana tavır alan, hakkın nurunu söndürmek isteyen her kişiyle gerektiği zaman savaşacaksınız. Bir nevi tüm dünyaya açıkça meydan okuma.

Bu meydan okumanın ve biatleşmenin ardından Hicret hadisesi ve İslam Devleti’nin teşkili yaşandı. İslam Devleti, Yesrib’te teşkil edildiğinde onu bir avuç suda boğmak için can atan putperest Arap kabileleri etrafını kuşatmıştı, zamanın süper güçleri Bizans ve Sasani İmparatorlukları ise akıbetlerinden habersiz bir şekilde uçsuz bucaksız çölün küçük bir bölümünde yaşanan bu gelişmelere ekâbir bir tavırla kayıtsız kalıyordu. 

Netice itibariyle İslam Devleti Allah’ın izniyle kuruldu önce etrafındaki Arap müşriklerini hezimete uğratarak kendi bünyesine kattı. Sonra Kisra’nın saraylarını almak için Sasani İmparatorluğu’nun üzerine yürüdü ve aldı. Sonra sırasıyla geniş bir coğrafya İslam Devleti sınırlarına dâhil edildi. Hakkın ve adaletin nişanesi olarak siyah bayraklar ve beyaz sancaklar, devasa bir coğrafyada dalgalandı. Rasulullah bayrağına “el-Ukab” ismini vermişti. Ukab, Arap Yarımadası’nda yaşayan bir cins kartaldır. Bu kartal havalandığı zaman kendisinden katbekat iri hayvanlar dahi etrafa kaçışırlar. İşte Rasulullah’ın ordusu bu el-Ukab’ı dalgalandırdığında düşman ordular kaçacak delik aramaktaydı. 

İkinci tarihsel kesitimiz ise bugünden ve Suriye’den…

Yirmi aydır tüm zorluklara, yalnız bırakılmalara, entrikalara ve kirli tuzaklara rağmen devrim mücadelesini sürdüren Suriye halkı, Kasım ayında yeni bir kirli tezgâhla karşılaştı. Kâfir Batı’nın nezaretinde Suriye Ulusal Koalisyonu teşkil edildi. Tezgâhlanan bu oyunun farkında olan mücahid gruplar hızlı bir şekilde bir araya gelerek “Halep Bildirisi” adıyla anılmaya başlayan bir beyan yayınladılar. Halep ve kırsalında, Esed güçlerine karşı savaşan bu gruplar açıklamalarında şöyle diyorlardı:

"Cebhetü’n-Nusra, Ahraru’ş-Şam, Ahraru Suriyye, Livau’t-Tevhid, Halebu’ş-Şehbau’l-İslami, Harektu’l-Fecri’l-İslamiyye, Diru’l-Ümme, Livau Amedan, Ketaibu Kurdistan, Liva Ceyşü Muhammed, Livau’n-Nasr, Ketibetü’l-Baz, Ketibetü Suştan Muhammed, Liva Diru’l-İslam ve Halep ve kasabalarında savaşan tüm birlikler olarak bizler “Ulusal Koalisyon” adı verilen ve kirli bir tuzak olan bu projeyi reddettiğimizi ilan ediyoruz.

İçeride savaşan tüm birlikler Âdil, İslamî bir Devlet'in kurulması noktasında ortak bir karara varmışlardır. Aynı zamanda birlikler, koalisyon ve konsey gibi her türlü dış kaynaklı projenin içeride -bizzat savaşan bedel ödeyen- bizlere dayatılmasını da reddetmektedirler. Allah gerçek dosttur ve işlerimizde bizleri başarıya götürecek de O’dur."

Bu manzarayı sosyal paylaşım sitesinde izlediğimde ilk aklıma gelen Abbas bin Ubade’nin Yesribli heyete söylediği “Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz!” sözüydü. Akabe Biati gözümde canlandı. 

Şayet Esed devrildikten sonra Halep’teki anlayış iktidara gelirse Birleşmiş Milletler ile Hendek/Ahzab Savaşı kaçınılmaz bir durumdur. 

Suriye’de kurulacak bir İslam Devleti, tıpkı ilk İslam Devleti gibi çok hızlı bir şekilde yayılacak, el-Ukab yeniden havalanacak ve tüm diktatörleri, tüm şer odaklarını, ABD ve avenelerini, İngiltere ve avenelerini Rusya’yı vd. … bâtılı temsil eden her unsuru yerle bir edecektir. 

Şayet geçmişle gelecek suyun suya benzediği kadar birbirine benziyorsa… 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz