Hilâfet’in
yıkılmasından ve kâfir Batı’nın topraklarımızı işgal etmesinden bu yana
yaklaşık yüz sene geçti. Bu süre içerisinde kâfir Batı, İslâm’ı dar bir alana
hapsetti. Siyasi akide, kapsamlı bir hayat nizamı, Hilâfet ve cihat gibi kuvvet
unsurlarını çekip aldı. Müslümanların yaşantısını Allah Subhanehu ve Teâlâ
ile bağı kopartılmış laiklik esasına göre yeniden şekillendirdi.
Dinde kötü
âlimlerin de Batılı esaslara göre saptırıcı fetvalar çıkararak bu hususta
onlara yardım etmesinden sonra Batı, Müslümanlara karma beşerî kanunları
dayattı. Yönetimi tüm şerlerin kendilerinde toplandığı yöneticilere teslim
etti. Onları kendine kuyruk yaptı, ümmeti boğazlamaları ve servetlerini
yağmalamaları için harekete geçirdi. Dolayısıyla ümmet, onların yüzünden
katliam, sürgün, hapis, işkence, zillet, fakirlik, cehalet, fesat ve saptırma
gibi büyük belalara maruz kaldı. Bu yüz senede ümmet, elem, gözyaşı ve
süregelen komplolar içerisinde azap yolculuğuna başladı, bu yolda ağır bedeller
ödedi. Müslümanlar, İslâmi sorumluluklarını unuttu, savruldukça savruldu. Ümmet
sorumluluklarını kuşanıp asli hüviyetine dönmedikçe, daha da ağır bedeller
ödemeye devam edecek.
Oysa ümmet olarak,
işgal edilen her karış toprak parçasından, sömürülen her kuruştan, hortumlanan
her litre petrolden, kirletilen her iffetli kadından, katledilen her bir
çocuktan, bu eziyetler sebebiyle dökülen her damla gözyaşından sorumluyuz.
Öyleyse ümmet olma vasfımızı yeniden hatırlamalı, sorumluluklarımızı yeniden
gözden geçirmeliyiz.
Zira Allah Subhanehu
ve Teâlâ, “ümmet” olmayı, vasıflarını ve ümmet olarak kalma yolunu bizlere
beyan etti:
[كُنْتُمْ
خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ
عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ] “Siz, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a
inanırsınız…”[1] Allah’a
ve Rasulü’ne layıkıyla itaat etmek, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak,
adil olmak, İslâmi ümmet olmanın esasi vasıflarıdır.
Ayette belirtilen “emri
bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker/iyiliği emredip kötülükten sakındırma” sorumluluğu,
tüm peygamberlerin ortak görevidir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
tebliğ vazifesinin gereği olarak, 23 yıllık risaleti boyunca insanları iyiliğe
çağırıp kötülükten sakındırmıştır. Mekke döneminden itibaren inen ayetlerde
“emri bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker”in yerine getirilmesine yönlendirilmiş,
ilerki dönemlerde de hem Kur’an-ı Kerim hem de Peygamber Efendimiz tarafından
ısrarla üzerine durulan temel prensiplerden biri olmuştur.
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, iyiliği emretme ve kötülükten men etme konusunda uyararak
şöyle buyuruyor: “Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe
engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa
zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de
kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrailoğullarına olduğu gibi size de lânet
eder.”[2]
Hayr’a (İslâm’a) davet etmek, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek
Müslümanların imandan sonraki dinî farizalarındandır.
“Ümmet” kavramı
sözlükte, “bir asrın insanları”, “her bir peygamberin kendi tabileri”, “arkasından
gidilen adam”, “halktan bir grup insan”, “bir zaman dilimi”, “bir insan grubunu
temsil eden kişi”, “soy-sop” ve “anne” olmak üzere sekiz farklı
anlama gelmektedir.
“Ümmet” kavramının
şer’î manada ise, “İbrahim Aleyhi’s Selam’ın nesli”, “geçmiş kavimler”, “kendilerine
peygamber gönderilen her bir kavim”, “ardından gidilen önder”, “kendi başına
bir mü’min” ve “bir zaman dilimi” gibi çeşitli anlamlarda
kullanıldığını görmekteyiz. Ümmet kelimesinden türeyen “ümm”; “asıl”,
“kök”, “kaynak”, “ana”, “çocuk doğuran kadın” anlamlarına gelmektedir. Bir
şeyin vücut bulmasına, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına asıllık eden her
şeye “ümm” denmiştir.
En hayırlı ümmetin
bir diğer vasfı da vasat ümmet olmasıdır. “Vasat ümmet” tabiri, “vasat” ve
“ümmet” olmak üzere iki kavramdan oluşmaktadır. Bu tabirin anlamının iyi
anlaşılabilmesi için, öncelikle her bir kavramın hangi anlamlara geldiklerinin
vuzuha kavuşturulmasında -ki “ümmet” kavramını manasını önceki paragraflarda
izah ettik-, bunların Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’te hangi anlamlarda
kullanıldıklarının bilinmesinde fayda vardır. “Vasat” kavramı sözlükte; “her
şeyin dengelisi, mutedili, makbulü, iyisi, muteberi, ortancası ve ortalaması”
gibi anlamlara gelir. Vasat, iki tarafı da dengede tuttuğundan “adalet”
anlamında da kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de ise “vasat”; “âdil”, “aklı
başında”, “aklıselim sahibi”, “orta halli” gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Allah Subhanehu ve Teâlâ, İslâm ümmetinin vasat ümmet olduğu şöyle ifade
etmektedir:
[وَكَذٰلِكَ
جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ
الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يداًۜ] “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de
size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık…”[3]
Buna göre “vasat
ümmet”in, ümmetlerin en âdili, en mutedili, en hayırlısı ve hayat çizgisi
bakımından en istikametlisi olduğu anlaşılır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın, övgüsüne mazhar olan bu ümmetin, Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in ümmeti olduğuna vurgu yapılmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ın
muhatabı -genel manada tüm insanlar ise de, özel manada- mü’minlerdir. Böylece
Kur’ân, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ümmetinin, ümmetlerin
kalbi mesabesinde olması hasebiyle, onların en hayırlısı olması şerefine
ermesini, diğer ümmetlerin peygamberlerine olan bağlılıklarına oranla, onların “üsve-i
hasene” olarak Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e daha doğru bir
tarz ve daha büyük bir sadakatle tâbi olmalarına bağlamıştır.
[لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا
اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ] “Andolsun ki, Allah’ın Resûlünde sizin
için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler
için güzel bir örnek vardır.”[4]
Kur’ân-ı Kerim’in
“vasat” olarak isimlendirdiği denge, başta insan olmak üzere, hayatın ve
kâinatın tüm unsurlarını kuşatan temel bir ilkedir. İnsanlara şahit olmanın;
sadece ahirette, insanlar aleyhinde tanıklık yapmaktan ibaret olmayıp meselenin
dünyevî ayağı olan sosyal, siyasal ve toplumsal manada meydana gelen veya
gelebilecek problemlerin giderilmesinde sorumluluk almak anlamına geldiği de
göz ardı edilemez.
İslâm ümmetinin bir
diğer vasfı da diğerlerinden farklı olarak “tek bir ümmet” olmasıdır.
Müslümanların “tek bir ümmet” olması Kitap ve Sünnet’e göre olmazsa
olmazlardandır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[اِنَّ
هٰذِه۪ٓ اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةًۘ وَاَنَا۬ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ] “İşte bu
sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim; öyle ise Bana
kulluk edin!”[5]
Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın yekvücut hâlinde bir olmaları ve parçalanmamaları emrinin
hayata geçmesi ancak; müminlerin tevhid akidesini halisane ve samimi olarak
benimsemeleri esasına dayalı olarak Râşidî Hilâfet Devleti’nin çatısı altında,
Allah’ın indirdiği hükümlerle yöneten bir râşid halifenin etrafında tek ümmet
olmaları ile gerçekleşebilir. Aksi hâlde “milliyetçilik”, “vatancılık”,
“ulusalcılık”, “milli kimlik”, “ılımlı İslâm”, “laiklik”, “demokrasi” gibi
bölücü ve parçalayıcı Batılı söylemler üzerine “tek bir ümmet” vasfı asla
gerçekleşemez!
Allah Subhanehu
ve Teâlâ, Müslümanların “tek bir ümmet” olarak varlıklarını
sürdürebilmeleri için birlikteliklerini sağlayan tevhid akidesinden, Allah’ın
indirdiği Kitap’tan ve onunla hükmeden Peygamber ya da halifesine itaatten
ayrılıp parçalanmaktan sakındırmaktadır. Tek bir ümmet olarak tüm Müslümanlar,
İslâm’ın yeniden hâkim kılınmasını gerçekleştirmek ile yükümlü kılınmıştır ki
bu da yeryüzünde Râşidî Hilâfet Devleti’ni yeniden ikame etmek için ciddi bir
çalışmayla mümkün olacaktır. “Tek bir ümmet”, seçkin ümmet olmak, ancak o
devletin varlığıyla mümkün olacaktır. Aksi hâlde günümüzde olduğu gibi
Müslümanların başındaki yöneticilerin cılız kınamalarından öteye geçmeyen
tepkilerine karşılık kâfirlerin kutsallarımıza, canlarımıza, mallarımıza,
ırzlarımıza azgınca saldırılarına ne karşı koyabiliriz, ne de mazlum kardeşlerimize
yardım edebiliriz!
Allah Subhanehu
ve Teâlâ şöyle buyurdu:
[يَٓا
اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ
اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا
تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً
فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ
وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ
يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ] “Ey iman edenler! Allah’a karşı
hakkıyla takvalı, sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olunuz ve ancak
Müslümanlar olarak can veriniz. Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.
Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler
birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu
nimeti (İslâm) sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam
kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle
apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”[6]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: [تَرَى
الْمُؤْمِنِينَ فِي تَرَاحُمِهِمْ وَتَوَادِّهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ كَمَثَلِ
الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى عُضْوًا تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ جَسَدِهِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّى] “Müminler
birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir
vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu
sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına
geçirerek kenetlemiştir.”[7]
İslâm ümmeti asırlarca
yeryüzünün en adil, en seçkin, en merhametli yüzü olmuştur. İslâm’ın hâkim
olduğu şanlı tarihinde bu rahatlıkla görülebilir. Zira İslâm ümmeti, Batılı
sömürgeciler gibi sömürmedi, aldatmadı, öldürmedi, katletmedi bilakis sahiplendi,
kalkındırdı ve izzetli kıldı. Birinci devlet olarak dünyaya adaletle yön
vermiştir.
Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın Kur’an’da ve Rasulü’nün Sünneti ile tanımlayıp nitelendirdiği
İslâm ümmeti işte budur. O hâlde “Allahu Teâlâ’nın Müslümanların bir tek
ümmet olmaları talebi tekrar nasıl gerçekleşebilir?”, “Bugün yeniden nasıl
şahit ümmet oluruz?” sorularına cevap aramanın tam vaktidir…
Yaşanan tüm
sorunlara rağmen tarihte dünyaya öncülük eden İslâm ümmetinin tesir gücü, bugün
hâlâ varlığını korumaktadır. İslâm ümmetini etkili kılan yegâne güç İslâm’ın
kendisidir. Vasat ümmet olarak İslâm’ı sahiplenmemiz ve Kur’an ve Sünnet
rehberliğinde gerçek bir değişimin öncülüğünü yapmamız, İslâm ümmetinin
insanlık karşısındaki tarihî sorumluluğudur. Muhakkak ki, değişim ve dönüşüme
yönelik her türlü girişim, mücadeleyi de beraberinde getirmektedir.
Gerçekleşmesi muhtemel bir değişimi istenilen yöne kanalize edebilmenin
yollarından biri -ve belki de en önemlisi- değişim istek ve iradesinin dışardan
tazyik ve zorlamalarla değil, içsel faktörlerle gerçekleşmesini sağlamaktır.
Fert ya da toplum pasif bir nesne konumunda kalıp aktif özne rolünü
üstlenmediği müddetçe, değişimi beklemek kurgudan öteye geçmeyecektir.
Kur’ân-ı Kerim,
getirdiği prensiplerle şahsiyetini yeniden şekillendirdiği kişiden
bireyselliğinin içine hapsolmasını değil, verdiği enerji ve sorumlulukla
toplumsal değişimi gerçekleştirme yolunda çaba sarfetmesini ister. Kerim kitabımız,
topluma karşı olan ve toplumdan soyutlanmış bireyden ziyade, medeniyetlerin
kurucusu olacak “kişi"yi hedefler. Kur’ân, değişmenin dinamiğini zihniyet
ve nefsiyet değişiminde görür. Böylece Kur’ân-ı Kerim, seçkin şahsiyet
oluşturan, birleştirici ve dönüştürücü yönüyle köklü değişimi gerçekleştirmede
en cesur atılımı gerçekleştirir.
İslâmî hayatı
yeniden başlatmak amacıyla oluşturulacak bir hareketin verimliliği için bu
hareketin ferdî bir hareket olarak kalması caiz değildir. Zira aklî ve düşünsel
kabiliyetleri ne kadar yüksek olsa da ferdin tek başına böyle bir hedefi
gerçekleştirmesi mümkün değildir. Aksine kitlesel bir çalışma olmalıdır. Allah Subhanehu
ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[وَلْتَكُنْ
مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ] “İçinizden
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[8]
Allah Subhanehu ve Teâlâ bu ayet-i kerimede, hayra çağıran ve emri bi’l-ma’rûf
nehiy ani’l-münker görevini yerine getirme sorumluluğunun bir kitleyle
gerçekleştirilmesinin ve bunu kendisine görev edinmiş en az bir kitlenin
bulunmasının gerekliliğini ortaya koyuyor.
Buradan, Hilâfet
Devleti’nin kurulup yönetimin tekrar Allah’ın indirdikleri ile olması için
yapılacak çalışmanın kitlesel ve siyasi bir çalışma olduğu sonucuna varmak
mümkündür. Zira siyasi olmaması caiz değildir. Çünkü Hilâfet’in kurulması ve
Halife’nin seçilmesi siyasi bir çalışmadır. Aynı şekilde Allah’ın indirdikleri
ile hükmetmek de siyasi bir çalışmadır. Bu nedenle siyasi çalışma dışında bu
amacın gerçekleşmesi mümkün değildir.
Râşidî Hilâfet
Devleti’ni kurmak için çalışacak kitlelerin de mutlaka nübüvvet metodu üzere
hareket etmeleri zorunludur. Çünkü Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
Mekke’de on üç yıllık çalışması ve Medine’de devletin kurulduğu dönemin dışında
“nübüvvet metoduna” ilişkin başka bir delil de yoktur.
Ezcümle… İslâm
ümmeti çağlar boyu değişime rehberlik eden öncü bir ümmet olduğu gibi yine
bugün de elindeki vahyin nuru ve rahmeti ile diğer ümmetleri, içerisinde
bulundukları karanlık dehlizlerden çıkartacak tek ümmettir. İslâm ümmeti,
seçkin ve şahit ümmet olup vahyin ölçülerinden şaşmayan, Allah’ın terbiyesinde
terbiyelenmiş bir ümmettir. Bu ümmet, hayırlı bir ümmettir. Onun en önemli
motivasyonu, hiç şüphesiz, Kur’an ve Sünnet’in onun önüne koyduğu yüksek
hedeflerdir. İslâmî hayatı yeniden başlatarak kendisinden gasp edilmiş
otoriteyi geri almak, İslâm ümmetinin en öncelikli hakkı, İslâm’ın ona
yüklediği en öncelikli sorumluluğudur. Bu hususta gösterilecek gevşeklikten
Allah Subhanuhu Teâlâ’ya sığınmak gerekir…
Çünkü Râşidî
Hilâfet Devleti, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan İslâm’ın indirdikleri
ile yönetmek ve Müslümanların birleşerek tek bir vücut gibi “tek bir ümmet”
olmalarının tek yegâne şer’î yoludur. İşte o zaman Müslümanlar, adaleti tesis
ederek dünyada da ahirette de Allah’ın rahmet ve yardımına müstahak olurlar; tekrar
izzete kavuşurlar, insanlar için çıkartılmış “hayırlı ümmet” ve “vasat/en
seçkin ümmet” konumuna tekrar yükselirler.
[قُلْ
هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ
اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ] “De ki:
İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, basiret üzere Allah’a davet
ederiz. Ben Allah’ı tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim.”[9]
[1]
Âl-i İmran 110
[2]
Ebû Dâvûd
[3]
Bakara 143
[4]
Ahzap 21
[5]
Enbiyâ 92
[6]
Âl-i İmrân 102-103
[7]
Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî
[8]
Âl-i İmrân 104
[9]
Yûsuf 108
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış