Varlığı ile özelde
Müslümanlara, genelde insanlığa sunduğu refah, huzur ve kalkınmanın ne derece
yüksek bir seviyede olduğunu bilenler için, yine yokluğu ile meydana gelen
kaos, kan, gözyaşı ve adaletsizliğin farkında olanlar için, “Hilâfet’in
yıkılması” bahsi gerçekten yürek yakıcı bir bahistir. Asırlarca Müslümanları ve
mazlumları gölgesinde barındıran koca bir çınar misali, devrilmesi ile nasıl
yürekleri sızlatmasın ki? Evet, gölgesinde barındırdığı her insanın can, mal,
din, akıl, nesep ve bütün değerlerini koruyan bu kalkanın kırılmasını konu
edinmenin, her bilinçli Müslüman için hüzün kaynağı olduğunu hatırlatarak bu
elim vakıayı bir makale hacminde özetlemeye çalışacağım.
Öncelikle
bilinmelidir ki Hilâfet, kıyamete kadar hükmü baki olan, insanlık için rahmet
ve nimet olan, insanlara hayat veren İslâm’ın, kendisi ile uygulandığı,
adaletin icra edildiği, nübüvvet yolu üzere İslâm’ın yönetim nizamıdır.
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in 622 yılında Medine’ye hicreti ile kurduğu İslâm Devleti,
kendisinin ahirete intikalinden sonra nübüvvet minhacı üzere devam eden
yönetimdir Hilâfet. Tarih içinde bayraktarlığını farklı coğrafyalarda farklı
milletlerden kişiler üstlenmiş ve kaldırıldığı 3 Mart 1924 yılına kadar 13 asır
varlığını sürdürmüştür. Bu süre zarfının büyük bir kısmında dünyanın en büyük
ve en güçlü devleti durumunda olmuştur.
Hilâfet’in
yıkılışında etkin olan önemli etkenler, her biri kendi içinde birçok başlığı
barındıran dâhili ve harici etkenler olarak iki ana başlıkta
incelenebilir.
Dâhili Etkenler
Hilâfet Devleti’nin yıkılmasında dâhili etkenleri, daha çok harici
etkenler tetiklemiştir. Çünkü dünya hayatı, hak ve batıl mücadelesi ile geçen
bir hayattır. Bu mücadele, insanlık ile başlamış ve kıyamete kadar sürecektir.
Dolayısı ile insanlığı, bulunmuş olduğu karanlıklardan vahyin aydınlığına
çıkartmak için Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın tebliğcilerinin ve onlara
iman edenlerin karşısında, karanlığa çağıran şeytan ve tabileri durmuştur.
İnsanlığın son çaresi ve aydınlık yolu olan İslâm’ın gelmesi ile aynı güruh İslâm
ve Müslümanlar ile mücadele etmiştir. Kâfir, müşrik ve münafıklardan oluşan bu
güruhun İslâm ve Müslümanlara karşı mücadelesi kesintisiz bir şekilde devam
etmiştir. Bunun için olumsuz dâhili etkenleri tetikleyen asıl unsur, bu mücadelenin
gereği olarak harici etkenler olsa da Müslümanların zaaflarından kaynaklanan ve
bu başlık atında irdelenebilecek birçok ana etken vardır.
Öncelikle şu hususu hatırlatmakta fayda vardır. Hilâfet Devleti, İslâm
ideolojisi üzerine kurulan devlettir. İslâm akidesinden çıkan nizam ile
teşekkül edilen ve bu nizamı hayat sahnesinde uygulayan devlettir. Dolayısı ile
Hilâfet Devleti’nin gücü, devamlılığı, ilerlemesi, hepsi İslâm’a bağlıdır.
Bunun için İslâm, doğru olarak anlaşılıp ve kuvvetli olarak yaşandığı zaman Hilâfet
Devleti de güçlü idi. Bu sayede dâhilde İslâm en güzel şekilde uygulanmış ve
bütün kıt imkânlara rağmen birçok geniş bölgeler fethedilmiştir. Fethedilen
beldelerin halkları doğru bir şekilde tatbik edilen İslâm’dan etkilenip kısa
zaman içinde İslâm'ı kabul emişlerdir. Bu süratli gelişmeyi gerçekleştiren tek
şey devleti güçlü hâle getiren İslâm'ın kendisidir.
Yönetim: Hilâfet Devleti’nde
nizam ilahi vahye dayanırken, sulta yani yönetim beşerîdir ve yöneticiyi yani halifeyi
naspetme hakkı da biat yolu ile ümmete aittir. Ancak ilk dört halifeden sonra,
şer’î olarak yöneticiyi belirleme yolu olan “biat” uygulaması kötü tatbik
edilmiştir. Her ne kadar biat almadan hiç kimse halife olmamışsa da bu şekilde
halife tayininde bazen ehil olmayan kişilerin halife olmasına sebep olunmuştur.
İlim, anlayış, feraset, kudret ve takvaca ehil olmayan yöneticiler, İslâm
nizamını kâmil anlamda uygulayamayacağı aşikârdır. İslâm’ın tatbikinde
zafiyetin oluşması devletin zayıflamasının ana sebebidir.
Ayrıca birçok dönemde genel valilik, yani geniş yetkili vilayet yöntemi
uygulandığından valilerde baş ve bağımsız olma isteğini oluşturmuştur. Genel
anlamda Hilâfet’e bağlı olmalarına rağmen iç işlerinde bağımsız olmuşlardı.
Halifeler de buna rıza göstermişlerdi. Bu da siyaseten merkezi otoritenin
zayıflamasına sebep olmuştur.
Yabancı Kültürler: Fetihler
ile İslâm coğrafyası genişlerken, İslâm dışı diğer dinlere ait fikirleri,
kültürleri, Hint ve Yunan felsefelerine ait düşünceleri de içine almış
oluyordu. Birçok âlim bu yabancı fikirler ile Kur’an’ın metodu ile mücadele
etmedi. Böylece zihinlerdeki İslâmi fikirler berraklığını yitiriyordu. Birçok
felsefik fikir İslâm ile harmanlanarak farklı akımlar meydana geldi. Zamanla
Müslümanlar arasında Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı gibi insanlar türemeye
başladı. Dünya hakkındaki zühdü ve ahireti istemeyi miskinlik ve vücuda eziyet
etmek olarak algıladılar. Böylece bu anlayış birçok insanı, İslâmi davet
sahasında ve Müslümanların hayat mücadelesi meydanında gayret ve çaba göstermeyen,
hayatın güzelliklerinden nasiplerini alamayan kimseler durumuna getirdi. Öyle
ki bu fikirlerden tasavvuf akımı, son İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne
tamamen egemen durumuna gelmişti. Başta fikir dünyası olmak üzere eğitim ve
ilimde üretkenliğin durduğu toplumlar taklit etmeye ve başka devletlerin
tahakkümü altına girmeye mahkûmdurlar.
Arapçanın İhmali ve İçtihat Eksikliği: İslâm'ın doğru bir şekilde anlaşılması ve yeni çıkan meselelere dair
çözümler bulmak için içtihat yapma kaçınılmazdır. İçtihat yapabilme
şartlarından biri de İslâm’ın kaynaklarının dili olan Arapçadır. İslâm
kaynaklarını anlamak ve ondan hüküm çıkarmak ancak Arap dilini anlamakla
mümkündür. Fakat Arap diline karşı gösterilen ehemmiyet, Arap dilinin değerini
bilmeyen yöneticilerin, Hicrî altıncı asırdan sonra yönetimin başına geçmesiyle
yavaş yavaş değerini kaybetmeye başladı. Arap dili İslâm'dan ayrıldı, içtihat
durdu, devlet İslâmi hükümleri anlamakta sıkıntı çekmeye başladı. Bunun
neticesinde İslâm'ın tatbikatı da güçleşti. Bunun, devletin zayıf düşmesinde
büyük etkisi oldu. Devletin yeni olaylara karşı anlayışı da zayıfladı. Devlet,
ortaya çıkan problemlere ya çare bulamadı veya bulduğu çareler sağlam ve
sıhhatli değildi.
Daha sonraki asırlarda içtihat kapısı da kapatılarak fikrî anlamda
tamamen bir donukluk meydana geldi. Devletin varlığı, tatbiki kötü ve yanlış
uygulanan İslâm nizamının geride kalan kısmı ile İslâmi ve İslâm'a
yamandırılmış karmakarışık, çarpık fikirler üzerine oturtulmuştu. Bir taraftan
bulanık İslâmi fikirler, bir taraftan içtihat ve müçtehitlerin yokluğu içte ve
dışta devletin zayıflamasına sebep olmuştur.
Hadarat ve Medeniyet: Önce, İslâmi kaynakların kendisi ile anlaşılacağı Arapçanın ihmali, sonra
içtihat kapısının da kapatılmasının akabinde meydana gelen sorunlar ya çözümsüz
kaldı ya da çözüm İslâm dışı fikirlerde aranmaya başlandı. Batı dünyasının da
aynı zaman diliminde kalkınmaya geçmesi sonucu İslâm Devleti Batı’dan istifade
etmek istedi. Lakin medeniyetten olan fen, bilim ve teknoloji yerine hadarattan
olan Batı’nın yaşam tarzını, onun kültürünü almaya yöneldi. Batı’dan neyin
alınıp neyin alınamayacağı ayırımını yapamaz oldu dönemin âlimleri. Böylece
şer’î hükümlere ters düşen birçok kanunu İslâm'a muhalif değilmiş gibi alıp
uygulamaya başladılar. Bunun Müslümanlar üzerinde büyük ve olumsuz tesiri oldu.
Batı hadaratının Müslümanlara hâkim olmasında bir sakınca görülmedi.
Müslümanlar artık hayatı maddi menfaatlerden ibaret gördüler. Bu anlayış,
onları Osmanlı yönetiminde Batı’nın bazı kanunlarıyla amel etmeye sevk etti.
İslâm Devleti'nin zayıflayıp, yıkılmasına sebep olan dâhili faktörleri
iki ana gurupta özetleyebiliriz: İslâm'ı kavrayıştaki zafiyet ve O’nun kötü
tatbikatı. Bunun
için İslâm Devleti'ni yeniden geri getirecek tek esas, onu sağlam olarak
anlamak ve kavramaktır. Devletin gücünü koruyan tek unsur ise devletin İslâm
ile ilgili sağlam anlayış üzerine devam etmesi, içeride İslâm’ı iyi tatbik
etmesi, dışarıya da İslâm'ın davetini taşımasıdır.
Harici Etkenler
Yukarıda da ifade
ettiğim gibi hak-batıl mücadelesi gereğince batılın taraftarları İslâm ve
Müslümanlara karşı kaide ve kural tanımaksızın, ellerinden gelen bütün imkânlar
ile mücadele ettiler ve etmeye de devam etmektedirler. Hilâfet Devleti’nin
yıkılmasında etkili olan harici hususları birkaç başlık altında ifade
edebiliriz.
Kaynaklara
Saldırılar: İslâm
düşmanları, daha ilk asırda Müslümanları güçlü ve kuvvetli kılan esasi unsurun İslâm
olduğunu gayet iyi anladılar. Bunun için ilk etkili hamleleri İslâm
kaynaklarının anlaşılmasını zorlaştırma çabaları oldu. İlk önce kafa
karışıklığı oluşturmak için bilinçli bir şekilde yalan hadis uydurma yoluna
gittiler. Müslümanlar bunu fark ederek sahih metotlar ile hadis ilmini tedvin
ederek İslâm düşmanlarının bu hamlelerini boşa çıkardılar. Ancak, İslâm
düşmanlarının bu noktadaki uğraşları 19 ve 20. yüzyılda meyvelerini vermeye
başladı. Öyle ki birçok Müslüman evladını Sünnet’in İslâm’ın kaynağı olmadığı
hususunda ikna edip kandırdılar. Kandırılan bu insanlar Sünnet inkârcılığını
bir dava edinip bütün İslâm beldelerine yaydılar. Yine İslâm kavramlarını
bulandırmaya çalıştılar. Müslümanların, felsefe ve mantık ile ilgilenmeleri
sağlayarak İslâmi düşüncenin bulanıklaşması için uğraştılar.
Misyonerlik Faaliyetleri:
İslâm
düşmanları ilk asırlarda mezhepler ve ekoller arasındaki farklılıkları
kızıştırarak fitneye sebep olurlarken son asırlarda ise milliyetçilik ve
vatancılık duygularını körükleyerek Müslümanları birbirinden ayırma yoluna
gittiler. Milliyetçi ve vatancı birçok hareketin oluşmasında öncülük ederek
ulus devlet anlayışı ile ümmet şuurunu yok ettiler. Aynı şekilde özgürlük
kavramını her millet ve unsur için kutsal bir kavram hâline getirdiler.
Misyonerlik
faaliyetler ile kültürel saldırıların yanında her türlü fitne ve ifsat
faaliyetlerinde bulundular. Önceleri Avrupa,
daha sonraları Amerika ve Rusya, "ilim", “fen” ve “insanlık” isimleri
altında “toplumsal” yönü olan birçok dernek ve cemiyet kurdular. Bunun için
büyük bütçeler hazırladılar. İslâm Devleti’nin belli merkezlerinde kültür
sömürgeciliği ve siyasi istihbarat dairelerini yerleştirme imkânını elde
ettiler. Böylece bunlar Batı sömürgeciliğinin öncü kolları oldu. Bununla Batı
sömürgeciliği için yol açılmıştı. Bir yandan Müslümanları zayıflatma yollarını
buluyor ve bunları ülkelerine rapor ediyorlardı. Öbür taraftan gelen bilgiler
çerçevesinde hareket ediyorlardı. Müslümanlar arasındaki milliyetçi ve vatancı
duyguların yerleşmesinde bunların çok ciddi katkıları olmuştur.
Haçlı Düşmanlığı ve Siyasi Saldırılar: İslâm düşmanları, kendilerinde maddi anlamda Müslümanlara galip gelme
düşüncesi hâsıl olmuşsa saldırmaktan imtina etmemişlerdir. Dolayısı ile
defalarca kez haçlı saldırılarında bulunmuşlardır. İslâm düşmanlığı Batı
dünyasının iliklerine kadar yerleşmiş bir duygudur. Bunu bir Fransız bilgini
olan Kont Hanry Dekasteri’nin 1896 senesinde yazmış olduğu El-İslâm
isimli kitabında yazdığı şu satırlarda net bir şekilde görmek mümkündür. Şöyle
diyor: "Müslümanlar, orta çağ hikâyelerini bilmiş olsalardı ve
Hristiyanlardan gezgin şarkıcıların şarkılarında geçeni anlamış olsalardı acaba
ne diyecekleri gerçekten merak konusudur. On ikinci asra kadar meydana gelen
bütün şarkılarımız haçlı savaşlarına sebep olan tek bir fikirden
kaynaklanıyordu. Bütün şarkılarımız, dini yaşayışlarından habersiz olduğumuz Müslümanlara
karşı öfke ve kin ile doludur. İslâm dinine karşı akıllarda bu hikâyelerin ne
derece yer ettiğini, zihinlerde bu anlamsız iddianın ne denli kök saldığını bu
şiirlerden ve şarkılardan anlamak mümkündür. Bugünlerde bunların bir kısmı hâlâ
zihinlerde etkinliğini devam ettiriyor. Nitekim bu şiiri okuyan kimse,
Müslümanların puta tapan ve iman etmemiş olan kimseler olduğunu iddia
eder."
İşte özellikle Britanya olmak üzere Batı’nın nefislerinde kök salmış
bulunan bu haçlı düşmanlığı, bu öfke ve köklü düşmanlık; İslâm ve Müslümanları
ortadan kaldırmak için oluşan bu cehennemi programları tatbik etmeye sevk etti.
Bu düşmanlık bizim kendi öz diyarımızda zelil kılınmamıza sebep oldu. 1917
senesinde Lord Alenbi, fethedilen Kudüs'e girerken, "Şimdi haçlı savaşları
bitti!" cümlesini tekrarlıyordu. Bu söz onun nefsinde İslâm ve
Müslümanlara karşı yerleşmiş öfke, kin ve düşmanlığın sadık ifadeleriydi. Bu
söz aynı zamanda Müslümanlara karşı askerî, kültürel savaş vermeye kendilerini
adamış bulunan her Avrupalının da kalbinde olanı dile getiriyor ve Allahu
Teâlâ'nın şu sözünü doğruluyordu:
[قَدْ بَدَتْ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ
أَكْبَرُ] “Gerçekten
kin ve düşmanlık ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmuştur. Kalplerinde
sakladıkları (düşmanlık) ise daha büyüktür.”[1]
İhanetler ve Son Darbe: 18. yüzyıldan
itibaren toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı’nın, I. Dünya Savaşı’na kadar
nerdeyse topraklarının yarısı Rusya ve Batılı devletler tarafından işgal
edilmişti. Sonunda I. Dünya Savaşı başladı. Küfrü temsil eden Batılılar; diğer
İslâm beldelerine hâkim olup, İslâm Devleti'ni yok ederek onu ortadan tamamen
kaldırmak için İslâm dünyasına saldırıyı başlatmak maksadıyla bunu uygun bir
fırsatı olarak gördü. Almanya’nın müttefiki olarak savaşa giren Osmanlı,
Almanya’nın yenilmesi ile kendisi de hükmen yenilmiş oldu. Batılılar, İslâm
dünyasına ait bütün beldeleri aralarında birer ganimetler olarak
paylaştılar.
Batı, daha önceden devşirdiği hayranları aracılığıyla Hilâfet’in
kaldırılması şartı ile “Türkiye’ye bağımsızlığını vereceğini” Lozan’da
muhataplarına iletmişti. Bunun üzerine M. Kemal ve ekibi önce 1922’de sultayı Hilâfet'ten
ayırarak halifelik makamını işlevsiz ve tamamen ruhi bir alana çekti. Akabinde Hilâfet’e
karşı sürekli kara propaganda yaparak kötüledi. Halife ve taraftarlarını hain,
İngilizlerin ajan ve kuklaları suretinde göstermeye başladı. Bununla da
yetinmeyip Hilâfet'i destekleyenlere karşı bir korkutma hamlesi başlattı. Bütün
tehdit ve baskılara rağmen Hilâfet'in kaldırılması meselesini mecliste oylamaya
sunduğunda çoğunluğun karşı gelmesine rağmen Hilâfet’in kaldırıldığını ilan
etti.
İşte M. Kemal, İslâm Devleti'ni ve İslâm nizamını yıkıp yerine kapitalist
bir devleti ve kapitalist nizamını böyle kurdu. Bu şekilde İslâm Devleti'ni yok
etti. Böylece kâfirlerin haçlı seferlerinden beri hayalini kurdukları rüyaları
onlar için gerçekleşti. Bu rüya ise İslâm Devleti'ne son vermekti.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış