Hemen aşağıda,
ciğerimden kalemime kan çekerek yazdığım cümleleri okuyacaksınız.
Kan ağlıyor
yüreklerimiz… Çünkü en sevgiliye, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
hakaret ediliyor…
Kalplerimiz
hüzünleniyor… Ötesi, Allah için öfkeyle doluyor çünkü Fransa Cumhurbaşkanı
kâfir Macron fütursuzca İslâm’a saldırıyor.
Gözlerimiz
yaşarıyor çünkü sömürgeci Batı her fırsatta değerlerimize hakaret ediyor…
Ne zaman İslâm’a,
değerlerine ve peygamberimize saygısızlık/hadsizlik yapılırsa İslâm ümmeti
olarak hüzne gark oluyoruz. Çünkü;
Allah’ın Rasulü, İslâm
ümmetinin en kıymetli değeri ve en çok sevdiği varlığıdır.
O’na meftun…
İslâm ümmeti, “Ben
ve ehlim selametteyken Rasulullah’ın ayağına bir dikenin batmasından razı
gelmem” diyen Hubeyb’in sevdiği kadar seviyor peygamberini…
Evet, Rasulullah Efendimiz
İslâm ümmetinin onurudur, izzetidir. Ve bizler onurumuza hakaret edilmesine,
izzetimizin çiğnenmesine canımız pahasına da olsa izin vermeyiz! Yer ve gök
Rasulullah’a hakaret edildiği zaman İslâm ümmetinin meydanlarda [بالروح بالدم نفديك يا رسول] “Ey
Rasul canım kanım sana fedadır” diyerek haykırdığına şahittir.
Peygamberimiz İslâm
ümmeti için sıradan bir figür değildir elbette… O, uğruna anamızı, babamızı,
tüm sevdiklerimizi feda ettiğimiz/edeceğimiz kıymetlimizdir. Dahası yolunda her
şeyimizi feda edeceğimiz canımızdır.
Fransa’nın İslâm
Düşmanlığı
Fransa’nın İslâm
düşmanlığını aslında hak ile batıl arasındaki mücadelenin bir parçası olarak
değerlendirmek yerinde olacaktır. Konu birilerinin iddia ettiği gibi sadece Fransa’nın
Türkiye düşmanlığından ibaret değildir. Özellikle Doğu Akdeniz meselesinde
Fransa’nın siyasi çıkar ve hamlelerden ötürü Türkiye’ye saldırganlığı ise işin
sadece bir yönünü ihtiva etmektedir. Ancak asıl olan sömürgeci kâfir Fransa’nın
İslâm’a tahammülsüzlüğü ve öfkesidir. Peki, sadece Fransa mı? Tabii ki de
hayır! Fransa bu defa hakaretin yeni adresidir. Bazen adresin adı; Kur’an’a
hakaret eden Hollanda bazen hakaret içeren karikatürüyle Danimarka bazen de
İsveç olmuştur. Adres değişiklik arz etse de küfrün İslâm’a karşı tek millet
olduğu gerçeği asla değişmeyecektir.
Bilindiği üzere
bundan birkaç ay önce “Charlie Hebdo” adındaki paçavra Peygamberimize yönelik
hakaretler içeren karikatürleri beş yıl aradan sonra yeniden yayınladı. İslâm’a
ve sevgili Peygamberimize hakaret etmede hızını alamayan Fransa önce
Rasulullah’a hakaret içeren paçavrayı okullarda öğrencilere sergiledi ardından
da Fransa Cumhurbaşkanı Macron İslâm’ı “krizler üreten bir din” olmakla itham
etti. Hızını alamayan ve içindeki öfkesini daha fazla tutamayan Fransa en son
olarak ise Efendimize hakaret içeren o karikatürleri resmi kurum binalarına
yansıtarak hadsizliğine devam etti.
Yukarıda da ifade
ettiğim gibi sömürgeci kâfirlerin İslâm’a ve değerlerimize yönelik ilk
saldırısı değildi bu ve Müslümanların değerlerine sahip çıkacak koruyucu siyasi
gücü/devleti var olmadığı müddetçe de bu saldırılar maalesef devam edecektir.
Sömürgeci
kâfirlerin özelde de Fransa’nın son dönemlerde İslâm’a yönelik gerçekleştirdiği
fütursuzca saldırıları bir nevî “malumun ilamı” kabilindendir. Biz
onların İslâm’a, değerlerimize ve Peygamber Efendimize olan kinlerinin ta
eskiye dayandığını pekâlâ biliyoruz. Sömürgeci kâfirler; İslâm düşmanlığını
dedeleri Ebu Cehil’den miras almışlardır. Şairin de dediği gibi;
“Biz bu dünyadan
nereye
Göçelim, ya
Muhammed?
Yeryüzünde, riya,
inkâr, hiyanet
Altın devrini
yaşıyor…
Diller, sayfalar,
satırlar
Ebu Leheb öldü
diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi,
ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar
dolaşıyor!”
Onların iç
dünyalarında İslâm’a besledikleri kinin ağızlarından çıkan galiz sözlerden,
çizdikleri aşağılık karikatürlerinden ve fırsat buldukça İslâm karşıtlığı
olarak yaptıklarından çok daha büyük olduğu gerçeğini Kur’an haber vermiştir
bizlere… Allah Azze ve Celle böyleleri hakkında bakınız nasıl buyuruyor:
]يا
اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا
يَأْلُونَكُمْ خَبَالًاۜ وَدُّوا مَا عَنِتُّمْۚ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَٓاءُ مِنْ
اَفْوَاهِهِمْۚ وَمَا تُخْف۪ي صُدُورُهُمْ اَكْبَرُۜ[
“Ey iman edenler!
Sizden olmayan kişileri dost veya sırdaş edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak
ve size kötülük etmekten asla geri durmazlar ve sizi sıkıntıda görmekten
hoşlanırlar. Şiddetli öfkeleri ağızlarından dökülmektedir. Kalplerinde
sakladıkları ise daha da kötüdür.”[1]
Kâfirleri
Cesaretlendiren Yöneticilerin Sessizliğidir
İslâm’a ve
Müslümanlara yönelik saldırılar söz konusu olduğunda Müslümanların söylemleri,
öfkeleri ve istedikleri, başımızdaki yöneticilerinkinden çok farklıdır. Klişe
tabirimle; yöneticiler bir vadide, ümmet-i Muhammed bir vadide…
Rasulullah Efendimize
yahut da herhangi bir değerimize hakaret edildiğinde İslâm ümmeti hiçbir zaman
bu hakaretlere yöneticilerin yaptığı gibi kayıtsız kalmamıştır. Gücü nispetinde
değerlerine sahip çıkmıştır. Peygamber sevgisi ve değerlerimize sahip çıkmada
rüştünü ispat etmiştir. Değerlerimize saygısızlık yapıldığında yöneticilerin âdeti
üzere yaptıkları gibi kulak ardı etmemişlerdir. Başka bir ifadeyle; ümmet
rüştünü ispat etmiştir ancak yöneticiler edememiştir.
Ümmet-i Muhammed’in
değerlerine karşı yapılan saldırılara yönelik rüştünü ispat ettiğine basit bir
misal vermek isterim: Macron’un en son Rasulullah Efendimize hakaret içeren
karikatürlerin yayınlanmasını fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirmesinin
ardından Kuveyt’te bir restoran sahibi, müşterilerden sosyal mesafe kuralı
gereği yere yapıştırdığı ve üzerinde Macro’nun fotoğrafının olduğu stickerların
üzerine basılması istemiştir. Evet, üzerine basılmasını istediği görseller, Peygamberimize
hakaret eden Macron’un resmidir. Bu, Allah için öfkenin tezahüründen başkasıyla
ifade edilemez. Bunun diğer bir anlamı aslında şudur: İslâm’a ve peygamberimize
saldırılar karşısında ümmet öfkeli ve dertli; yöneticiler ise kayıtsız…
İslâm’a ve
Müslümanlara yönelik saldırıları; sadece kınayan, çok kızdırıldıklarında(!) ise
“şiddetli” kınayabilen hatta daha çok kızdırıldıklarında, hiçbir tesiri olmayan
ve birkaç gün sonrasında unutulan boykot çağrısı yapan aciz yöneticiler
durdurabilir mi? Bu tür hakaretler söz konusu olduğunda bunlara, Müslümanların
dertlerini BM’ye havale eden liderler son verebilir mi? Ya da bugün üst
perdeden eleştirdikleriyle yarın hiçbir şey olmamış gibi bir araya gelip aynı
kadrajda dostane görüntüler verecek olanlar bunu yapabilir mi?
Yahut da “şu
anda Paris Büyükelçimizin geri çağrılmasına gerek yok” diyecek kadar
acizlik içerisinde olan idareciler had bildirebilir mi? Esen, gürleyen ama ne
hikmetse bir türlü yağmasını bilmeyen/yağamayan acizler Rasulullah’a hakareti
sonlandırabilir mi?
Kella! Bu, ancak
kâfir Fransa’nın ve diğer Allah düşmanlarının cesaretini artırmaktadır.
Peki, sormak
isterim… Fransa’nın her fırsatta İslâm’a saldırması fikir özgürlüğü müdür?
Onları hadsizce saldırabilmeleri konusunda cesaretlendiren şey fikir özgürlüğü
müdür? Ya da bu karikatürü çizen şahıslar cesaret timsali insanlar mıdır? Hayır,
hiç birisi değil. Bu bir meydan okumadır maalesef… İki milyarlık İslâm ümmetine
açık bir meydan okuma ve aşağılamadır! Kâfirleri değerlerimize saldırmak
konusunda cesaretlendiren, yöneticilerin sessizliğinden daha doğrusu
icraatsizliğinden başkası değildir; İslâm’a karşı kayıtsız oluşlardır.
Yöneticilerin sahip
oldukları güç ve imkân fertlerin sahip oldukları ile asla mukayese edilemez.
Birisi fert diğeri ise koskoca siyasi bir varlık/güç yani devlettir. Güç ve imkânı
ellerinde bulunduruyor olmalarına rağmen hareket etmiyor olmaları şu örneğe ne
kadar da benziyor:
Kötü adam…
Üç arkadaş yolda
yürürken “en kötü adam kim olacak” yarışı yapmaya karar vermişler.
İçlerinden birisi hemen işe koyulmuş; “en kötü adam” olabilmek için kötülük
yapmak üzere masumane bir şekilde oynayan bir kız çocuğunu dövmüş. Tâbi
masumane oynayan bir çocuğu dövmek büyük bir kötülüktü. İkinci arkadaş yerde
acı içerisinde kıvranan çocuğa el uzatmak ve yardım etmek yerine bir tekme de o
vurmuş. Yerde acı içerisinde yatan çocuğa vurdukça vurmuş… Sonrasında dönmüş
ilk kötülüğü yapana “ayakta masumane oynayan çocuğa vurmak kötülüktür. Ancak
yerde yardım bekleyene vurmak daha da kötülüktür” demiş. Bu iki arkadaş
hiçbir şey yapamayana dönerek “hele sen artık bizim yanımızda kötülük
yapabilirim iddiasında falan bulunma, bak hiçbir şey yapamadın” demişler.
Bunun üzerine zahirde hiçbir kötülük yapmayan kişi “içinizde en çok kötülüğü
ben yaptım” demiş. Diğer arkadaşları “hiçbir şey yapmadığın hâlde nasıl
olacakmış bu iş?” diye sorunca; “senin masumane oynarken dövdüğün, senin
de yerdeyken kaldırmak yerine daha ileri giderek vurduğun o kız çocuğu ben öz
kardeşim. Öz kardeşine göz göre göre sahip çıkmamak en kötüsüdür” demiş ve
en kötü olduğunu böylelikle ispatlamış.
Müdahale etme imkânı
ve gücü olduğu hâlde müdahale etmeyenden daha kötüsü var mıdır sizce?
Tıpkı bu hikâyede
olduğu gibi imkânı olduğu hâlde Peygamberimize yönelik saldırıları
durdurmayandan kötüsü yoktur.
Sadece yöneticiler
mi değerlerimize hakaret edildiğinde kayıtsız kalanlar? Tabii ki de hayır!
Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere âlimler ve kanaat önderleri de
üzerlerine düşeni hakkıyla yapmamaktadırlar. Rasulullah’a hakaret ediliyorken Efendimizin
uyku adabından bahsedenler de rüştünü ispat edememiştir. Sadece Rasulullah için
öfkelenmeye davet eden ancak hakaretlere kayıtsız kalan yöneticileri muhasebe
etmeye davet etmeyen âlimlerimiz hakkı söyleme konusunda sınıfta kalmışlardır
maalesef…
Ahmed ibn Hanbel’e
sormuşlar, “Neden Hıristiyan görünce gözlerini kırparak bakıyorsun?”
diye. Cevap vermiş: [لا أقدرُ أن أنظر إلى من افترى
على الله وكذب عليه] “Elimde değil, Allah’a iftira atan ve hakkında yalan isnat
eden kişiye normal bakamıyorum.” Nasıl bir aymazlıktır ki Rasulullah’a
salavat getirilen hutbelerde Rasulullah’a sahip çıkmak adına bir kelam dahi
konuşulmuyor. Ya da en fazla “O’nu sevmek” anlatılmakla yetiniliyor. Sohbetler
sırasında adı anıldığında, eller kalbin üzerine konulacak kadar saygı duyuluyor
da Efendimize sahip çıkmayan yöneticilere Allah için öfkelenilmiyor.
Tıpkı Ahmed bin
Hanbel gibi Peygamber Efendimize sahip çıkmayan yöneticilere karşı Allah için
kızgınlığımız olmalı değil mi? Allah’ın peygamberine hakaret ediliyorken kılını
kıpırdatmayan yöneticilere diyecek sözümüz olmalı değil mi?
Peygamber Efendimizin
mendup mesabesinde olan sünnetlerinden bahsedip de Rasulullah’a hakaret
edildiğinde köklü çözümü haykırmayan ya da yöneticileri vazifeye davet
etmeyenlerin hâli, Hüseyin RadiyAllahu anh’in şehadeti sırasında
tepkisiz kalıp şehadetinden sonra Hasan Basri’ye gömleğin üzerindeki kanın
necis olup olmadığını sormaya gelenlerin hâline ne kadar da benziyor.
Hasan Basri’nin
onlara cevabı şöyle olmuş: “Hüseyin’in kanına sessiz kaldınız da sineğin
kanı hakkında mı soruyorsunuz?”
Ez Cümle
Bize her konuda
örnek olan Rasulullah Efendimiz İslâm’a ihanet edenlere, tebaasının değerlerine
saldıranlara kıyam ederek fiilî sünnetiyle de bizlere yapılması gerekeni
göstermiştir aslında.
Benî Kurayza
Yahudilerinin Peygamberimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Savaşı’nda
düşman tarafından sarılan Medine’yi, Müslümanlarla el ele vererek müdafaa
etmeleri gerekiyordu.[2] Fakat bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma
hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nazik safhasında müşriklerle iş birliğine
giriştiler. Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete
hakarette bulundular ve “Rasulullah da kim oluyormuş? Muhammed’le
aramızda ne ahit vardır, ne de akd!” dediler. Hatta daha da ileri
giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarf ettiler.[3]
Hendek Savaşı’nın Müslümanların zaferiyle sonuçlanmasının hemen ardından daha
Rasulullah ve Sahabe efendilerimiz savaşın yükünü üzerlerinden atmamışlardı ki
Allah Azze ve Celle, Rasulullah’a Cebrail’i gönderdi ve şöyle
dedi:
]أَوَضَعْتُمْ
السِّلَاح ؟ قَالَ نَعَمْ قَالَ لَكِنَّا لَمْ نَضَع أَسْلِحَتنَا
بَعْد اِنْهَضْ إِلَى هَؤُلَاءِ [
“(Ya Rasulallah!) Siz
silahınızı bıraktınız mı? Hâlbuki biz (melekler) henüz
bırakmadık. Şimdi hemen Benî Kurayza’nın üzerine yürüyün!"[4] Derhal Hz. Bilâl’i
çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti: [لاَ يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ العَصْرَ
إِلَّا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ] “Sizden hiçbiriniz ikindiye Benî Kurayza dışında bir
yerde kılmasın!”[5] Nihayetinde
Rasulullah ordusuyla birlikte Benî Kurayza üzerine yürüdü ve ihanetlerinin
bedelini onlardan sordu. İslâm, ihanetlerinin bedeli olarak, savaşanlarının
boyunlarının vurulmasına, mallarının Müslümanlar arasında taksim edilmesine,
çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmetti.[6]
Rasulullah Efendimiz
başta olmak üzere değerlerimize yönelik saldırılara, izzeti kâfirlerin yanı
başında arayan değil, bilakis Allah katında arayan irade sahibi yöneticiler “dur!”
diyebilir.
Satvetiyle
kâfirleri titreten komutanlar ve yöneticiler sonlandırabilir. Tıpkı Fransa’da
kadınlı erkekli dans akımı başladığını haber aldığında bu ahlaksızlığın Hilâfet
topraklarına da sirayet etmesinden endişe duyduğu için ivedilikle mektup yazan
Kanuni Sultan Süleyman gibi. Ne diyordu mektubunda: “Ben ki, kırk sekiz
krallığın hakanı Sultan Süleyman Han’ım. Sefirimden aldığım habere göre,
memleketinizde ‘dans’ namı altında kadın-erkek birbirine sarılmak suretiyle,
herkesin gözü önünde faydasız işler işlenmekte olduğunu işitmişimdir. İş bu
rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde name-i hümayunum
elinize ulaşmasından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat orduyu
hümayunumla gelip kendi ellerimle men etmeye muktedirim.”
İslâm’ın
değerlerine yönelik saldırılara karşı bu denli had bildirmeye mukabil Fransa’da
kadınlı-erkekli dansa son verilmiş ve neredeyse yüz yıl dans yapılmamıştır.
Osmanlı Hilâfet
Devleti’nin en zayıf olduğu dönemde dahi değerlerimize saldırılmasına müsaade
edilmemiş, gereken tepki fazlasıyla gösterilmiştir. Yine Fransa küstahça Rasulullah
Efendimize hakaret içeren bir tiyatro oynatmak ister ve bunu duyan Abdulhamid
Han, Fransız elçiyi savaş kıyafetiyle bir elinde kılıç diğerinde ise
ayakkabıları olmak üzere karşılayarak şöyle der: “Şayet Rasul’üme hakaret
içeren, oynatmayı düşündüğünüz oyuna derhal son vermezseniz ayakkabımı
çiğnediğim gibi sizin ülkenizi de çiğnerim.”
Son olarak;
bunların hepsi Rasulullah Efendimizin buyurduğu gibi [إِنَّمَا
الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ] “Muhakkak
ki Halife/İmam bir kalkandır, onun ardında savaşılır ve korunulur.” konusuyla
alakalıdır. Rasulullah’ın bu sözü pratik karşılığı olduğu gün değerlerimiz
sahipsiz kalmayacaktır. Kâfirler fütursuzca saldırma cesareti bulmayacaklardır.
Hadlerini aşamayacaklar ve İslâm’a dil uzatamayacaklardır.
Evet, bunların hiç
birisini yapamayacaklar, çünkü o zaman karşılarında aciz bir şekilde kınamakla
yetinen değil, reel politik hesabı yapan değil, ne pahasına olursa olsun had
bildirmek üzere ordular seferber eden yöneticiler, raşid halifeler olacaktır.
Rabbimiz o günleri
bizler için yakınlaştırsın! Bizleri Râşidî Hilâfet Devleti çatısı altında
birleştirsin. Rabbimiz bizlere İslâm’a hakaret eden kâfirlere kendi ağızlarıyla
“zillete mahkûm olan biziz, izzet ise ancak Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere
aittir” hakikatini söyletecek raşid halifeler ikram etsin! Fransa’nın tıpkı
geçmişte olduğu gibi, yalvararak eman dilediği o günleri dünya gözüyle görmeyi
nasip etsin!
[1]
Âl-i İmran 118
[2]
İbn Hişam
[3]
İbn Hişam, Tabakât, Muslim
[4]
Buharî
[5]
Buharî
[6]
İbn Hişam, Tabakât, Taberî
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış