Türkiye-Rusya
İlişkileri
•Siyasi İlişkiler
Türkiye Cumhuriyeti
ile Sovyetler Birliği arasındaki ilk temasların Mustafa Kemal’in 26 Nisan 1920
tarihinde Lenin’e yazdığı mektupla başladığı söylenebilir.
Soğuk Savaş’tan
önce, İkinci Dünya Savaşı ile uluslararası ilişkilerin yapısı değişmiş ve savaş
sonunda Birleşik Amerika ve Sovyet Rusya dünya siyasetine hâkim güç ve iki ayrı
kutup olarak ortaya çıkmışlardır. Soğuk Savaş ve sonrasında Sovyetler Birliği
dağılana kadar bu ideolojik mücadele devam etmiştir.
Sovyet Rusya’nın
dağılmasından sonra uluslararası arenada ABD tek kalmış, bugün de bu gücünü
devam ettirmektedir.
Türkiye’nin
Batılılarla ilişkileri geliştikçe Sovyetler, Türkiye’nin Batı cephesinde kesin
olarak yer almasından veya Batılıların Türkiye’yi kendi saflarına çekmesinden
endişe duyuyordu. 1930’lu yıllarda Lozan Antlaşması’yla belirlenmiş Boğazların
statüsü, ikili ilişkiler bağlamında yeniden tartışılmaya başlansa da Montreux
(Montrö) Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanması aşamasında iki ülke arasında
farklı görüşler dile getiriliyordu. Türkiye, İngiltere’nin elindeki kartları
kendisinden yana kullanması ile ilişkilerde belirli avantajlar elde ediyordu.
Boğazlar konusunda
Türkiye ve Rusya, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlardan
serbest geçişlerinin sınırlandırılması konusunda hemfikir oldular. Ancak İkinci
Dünya Savaşı’nın başlaması, Stalin’in Türkiye’den toprak talebi ve Boğazlar
meselesinde yeni talepler, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle iki ülke arasındaki
ilişkileri farklı boyutlara taşıdı. Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında başbakanlar
düzeyinde ilk ziyaret 1960’larda Menderes döneminde gündeme gelmiş ancak
ziyaret gerçekleşemeden 27 Mayıs Askerî Darbesiyle Demokrat Parti dönemi sona
ermiştir.
ABD ile Rusya
arasında geçen ‘Soğuk Savaş’ süresince Rusya Türkiye’yi, Batı’nın ayrılmaz bir
müttefiki olarak görürken Türkiye ise Rusya’yı, önemli bir dış tehdit olarak
algılamıştır. O dönemde Türkiye’nin dış siyasetindeki asli prensipler,
anti-komünizm ve Sovyet karşıtlığı olarak görülmektedir. Soğuk Savaş döneminin
iki kutuplu yapısı, Türkiye ve Rusya’da tehdit algılarını şekillendirmekte
etkili olmuştur. Bu süreç içerisinde durağan bir seyir izleyen Türkiye-Rusya
ilişkileri, Sovyetlerin dağılmasından hemen sonra cumhurbaşkanı ve başbakan
düzeyinde Türkiye’den Moskova’ya birçok kez ziyaret ile canlanmıştır.
Yürütülen yoğun
diplomatik çabalar sonucunda, bu ikili arasında bilim ve teknik, eğitim,
kültür, ekonomik işbirliği konularını kapsayan on beş anlaşma imzalanmıştır. Bu
dönemde Rusya, Türkiye’nin en önemli ticari ortaklarından biri ve ana enerji
tedarikçisi hâline gelmiştir. Putin, Aralık 2004’te yaptığı ziyaret ile Türkiye’yi
ziyaret eden ilk Rus Devlet Başkanı sıfatını almıştır. Dönemin Başbakanı
Erdoğan’ın 2005’te Moskova ziyaretiyle iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir
aşamaya geçerek ekonomiye dayalı ortak işbirliği alanları, güvenlik, kültür ve
eğitim alanlarına da taşınmıştır. Türkiye’de AK Parti, Rusya’da ise Devlet
Başkanı Putin’in iktidarda olduğu son 18 yıldaki ilişkiler, -zaman zaman
yaşanan siyasi gerilimlere rağmen- en yoğun olduğu dönem olarak kayıtlara
geçti. 2015 yılında yaşanan uçak krizine kadar gelişme eğiliminde olan ikili
ilişkiler, belli bir süre gerilse de son dönemde tekrar başlayan karşılıklı
ziyaretlerle yeniden bir ivme kazanmıştır.
•Ekonomik İlişkiler
Türkiye ile Rusya
arasında ekonomik ilişkiler, Çarlık dönemine kadar gitmektedir. Özellikle
Türkiye’nin boğazları konusu, Çarlık rejiminden beri Rus dış politikasını
yönlendiren ana başlıklardan birisidir. Avrupa ile Asya arasında sıkışmış, Batı
Avrupa ile olan ilişkilerinde coğrafi engelleri olan ve bir dünya devleti olma
arayışındaki Rusya’nın uluslararası taşıma yollarıyla bağlantılarını
geliştirmek açısından tarih içerisinde boğazlara olan ilgisi zamanla kemikleşen
bir soruna dönüşmüştür. Rusya, deniz yoluyla yaptığı dış ticaretin % 65’ini
Türkiye’nin Boğazları kanalıyla gerçekleştirmektedir. Bu rakam hiç kuşkusuz
Boğazların Rusya için jeostratejik ve jeoekonomik önemini anlatmak için çok
yeterli bir nedendir.
Türkiye, Rusya ile
en önemli ticari anlaşmasını 1960 yılı Mart ayında imzalamıştır. Anlaşmaya göre
Türkiye, yün, pamuk, deri, meyve ve üzüm satacak, karşılığında Rusya’dan
makine, maden, kimyevi maddeler, kâğıt hamuru ve cam ithal edecekti. Yine
Türkiye, 1967 yılında imzaları atılan bir başka anlaşmada da; İskenderun Demir
Çelik tesisleri, İzmir Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri,
Paşabahçe Cam Sanayii gibi tesisler Ruslar tarafından inşa edilecek, bunlara
karşılık Türkiye, geri ödemenin büyük bir bölümünü tarım ürünleri olan yaş
sebze ve meyve ile yapacaktı.
Türkiye ve Rusya
arasındaki ekonomik ilişkiler, Soğuk Savaş döneminde askıya alınmış, bu dönemin
sona ermesi ile ilişkiler de yeni bir ivme kazanmıştır. 80’li yılların başından
itibaren ikili ilişkilerde gözlenen hareketlilik, 1984 yılında imzalanan
Doğalgaz anlaşması ile yeni bir boyuta taşınmıştır. Bu anlaşmanın dikkat çeken
yanı ise, doğalgaz bedellerinin, Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne mal ve hizmet
ihracı ile ödenmesinin kararlaştırılmış olmasıdır. Yine bu dönemde, Türk
müteahhitlerin Rusya’da inşaat projelerine katılımına ilişkin anlaşmanın yanı
sıra Türkiye’nin Rus pazarına yönelik sanayi girişimlerini destekleyecek Rus
doğalgazının 1987’den itibaren Türkiye’ye nakli konusunda ortak bildiriler
imzalanmıştır. Bu olumlu hava, SSCB’nin dağılmasına kadar devam etmiştir.
Ekonomik ilişkiler,
2000 yılının başlarına kadar ikili ilişkilerin önemli bir boyutunu
oluştururken, “bavul ticareti” ile Türkiye, Ruslar açısından önemli bir pazar
olmuştur. Oluşturulan Üst Düzey İşbirliği Konseyi, Ortak Stratejik Planlama
Grubu, Toplumsal Forum gibi yeni kurumsal ve diyalog artırıcı mekanizmaların
desteği ile ikili ilişkiler bir üst düzeye taşınmıştır. Doğalgaz konusu, hem
Türkiye hem Rusya için önemli bir ticaret aracı olurken, ekonomik açıdan da
işbirliği olanaklarının temelini oluşturmaktadır. 1994 rakamlarına göre, Rus
doğalgazı tek başına Türkiye’nin enerji ürünlerinin toplam dışalımlarının %12’sini
oluştururken, günümüzde bu sayı yaklaşık %53 seviyesine yükselmiştir. Sanayide
gün geçtikçe artan doğalgaz talebi, Türkiye’yi kaynak bulma arayışında maalesef
Rusya’ya bağımlı bir hâle getirmiştir. Rusya’nın, Türkiye’nin bir numaralı
enerji tedarikçisi pozisyonunu uzun vadede koruyacağı söylenebilir. Türkiye,
Rus enerji politikaları bağlamında “Mavi Akım” ve “Türk Akım” projelerinin bu
ülke toprakları üzerinde hayata geçirilmesine stratejik manada önem
atfetmektedir.
Türkiye kamuoyunda
Türk Akımı projesine yönelik olarak, Rusya’dan daha ucuza gaz alınacağı,
Türkiye’nin Avrupa’ya doğalgaz transferinde merkez ülke olacağı konusunda
olumlu bir hava oluşturulmuştur. Ancak iki ülke arasında yapılan anlaşmanın tüm
maddeleri etraflıca incelendiğinde, kamuoyunda oluşan olumlu havanın aksine,
anlaşmanın Türkiye’nin menfaatleriyle ters düşebilecek düzenlemeler de içerdiği
görülmektedir.
Rusya, ekonomik
ilişkileri geliştirmek maksadıyla 2014’te dokuz farklı konuda Türkiye ile yeni
bir anlaşma imzaladı. Anlaşma çerçevesinde Türkiye, yıllık tükettiği doğalgazın
%60’ını Rusya’dan satın alırken, karşılığında Rusya’ya sanayi ve tarım ürünleri
(yaş sebze ve meyve) satışı yapılması kararı alındı. Ayrıca yine bu anlaşmaya
göre; Akkuyu’da, 2023’te faaliyete geçmesi planlanan Türkiye’nin ilk nükleer
güç santralini de Rusya’nın inşa etmesi kararlaştırılmıştı.
2015 yılında krize
yol açan konu ise, Rusya’ya ait bir Su-24 savaş uçağının Türkiye tarafından
düşürülme vakasıydı. Bu olayın ardından ikili ilişkilerde yaşanan gerilim
nedeniyle Rusya, Türkiye’den bazı gıda maddelerinin ithalatını yasakladı, bir
takım enerji projelerini askıya aldı ve turizm firmalarına Türkiye turlarını
iptal etmeleri çağrısı yaptı. Putin konuyla alakalı açıklamasında, “Onlara
yaptıkları şeyi defalarca hatırlatacağız ve yaptıklarından dolayı defalarca
pişman olacaklar” demişti.
Türkiye’nin NATO
İlişkileri
Rusya için güvenlik
konusunda en önemli tehditlerden biri de, Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO
askerî yapılanmasıdır. Bu rahatsızlığın nedeni “NATO’nun genişleyerek askerî
altyapısını Rusya sınırlarına doğru kaydırmasıdır.” Bölgesel dengeler göz önüne
alındığında, bölgedeki füze yığını konusunda Rusya’nın NATO ve Türkiye ile
birçok kez paylaştığı endişeleri devam etmektedir.
ABD Başkanı Truman,
1947 yılında Harvard Üniversitesi’nde yaptığı tarihî konuşmada, ABD
sınırlarının doğuda Kars ve Ardahan’dan başladığını belirtti ve ‘Truman
Doktrini’ni ilan ederek ilk defa Sovyetler Birliği’ne karşı meydan okudu. Bu
dönemde İngiltere’nin yerini alan ABD’nin yanında yer alan Türkiye, bu bağlamda
Truman Doktrini’nin açılımlarından yararlanmayı amaçlıyordu. Türkiye, NATO’nun
kuruluş aşamasında bu ittifaka katılmak üzere girişimlerde bulunmuş, fakat bir
sonuç alamamıştır. Türkiye’nin 1949’da Avrupa Konseyi üyeliğine alınması, NATO’ya
girme konusundaki çabalarını arttırmıştı. Bu bağlamda NATO’ya girmek adına
kendisi ile hiçbir ilişkisi olmayan Kore Savaşı’na 4500 kişilik bir kuvvet
gönderdi. Kore Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO’ya alınması ABD tarafından
desteklenmiştir. Bunda tabii ki, Türkiye’nin jeopolitik konumunun yanı sıra,
NATO kuvvetleri Başkomutanı General Eisenhower’ın sağ kanadında güçlü bir
destek olarak gördüğü Türkiye’nin, Atlantik Paktı’na alınması konusunda son
derece istekli olmasının etkisi büyük olmuştur. Nihayetinde NATO Bakanlar
Kurulu Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmalarına karar vermiş ve
1952’de Türkiye resmen üye olmuştur.
Türkiye, NATO’ya
katıldıktan sonra bütün uluslararası gelişmeleri, bu teşkilatın bakış açısıyla
değerlendirmiştir. O yıllarda, Türk Dış Politikası üç temel prensibe
dayanıyordu: Komünist Sovyet yayılmacılığına karşı durulması, Batı ile askerî
ve ekonomik işbirliğinin sağlanması ve Kıbrıs sorunu.
Türkiye, Rusya ve
NATO arasındaki mücadele alanlarından biri de Karadeniz havzasıdır. Karadeniz,
bulunduğu coğrafi konum ve yakınlığı itibariyle, Rusya, Balkanlar, Kafkaslar,
Ortadoğu ve Orta Asya’da çok önemli stratejik, jeopolitik ve jeostratejik öneme
sahiptir. Öncelikle bu coğrafya Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’ya yakınlığı
nedeniyle enerji, nakil ve ulaşım yolları üzerinde bulunmaktadır. Tarihe
baktığımızda Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Karadeniz’e hâkim olan egemen
güçlerin bu denizi dış dünyaya kapatmak için mücadele verdikleri görülmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası bölgede yeni devletlerin ortaya çıkması
ile birlikte jeopolitik ve jeostratejik dengeler de değişmiş, Ukrayna ve
Gürcistan gibi yeni kıyıdaş ülkeler ortaya çıkmıştır. Rusya’nın Karadeniz’e
olan kıyıları küçülmüş, limanları azalmıştır. Bu gelişmeler sonrası Karadeniz,
sadece kıyıdaş ülkelerini ilgilendiren bir deniz olmaktan çıkıp Türkiye, Rusya,
ABD, NATO, AB gibi güçlerin etkileşimine açık bir alan hâline geldi.
Özellikle ABD’nin,
Karadeniz’e yönelik jeopolitik planları olduğu bilinmektedir. Kuzey Kafkasya’nın
Moskova’ya karşı tahrik edilmesi, Rusya karşıtlığının daha kolay desteklenmesi,
enerji nakil hatlarının geçtiği ve yeni hatların planlandığı bölgeye Amerikan
askerî üslerinin konuşlanması ve ABD’nin Akdeniz’de terörizm ve suçla mücadele
kapsamında faaliyet gösteren NATO Aktif Çaba Operasyonu’nun görev alanının
Karadeniz’e kaydırılması isteği bunlardan birkaçıdır.
Aslında Cumhuriyet’in
kurulmasından sonra geçen yaklaşık yüz yıllık süreç, bu topraklarda ABD ve
İngiliz tarafları arasında siyasal çatışmalarla doludur. Böylece ekonomik
krizler ve siyasi cepheleşmeler darbelere ortam hazırlamak için kullanılıyordu.
Türkiye, NATO’ya
üye olduğu 1952’den bu yana imkân ve kabiliyetleri ile ittifakın komuta ve
kuvvet yapısına en kapsamlı katkı sunan müttefiklerden biri konumundadır.
Mesela, Afganistan’daki
Kararlı Destek Misyonu kapsamında doğu ve güneyde ABD, kuzeyde Almanya, batıda
İtalya ile dört “Çerçeve Ülke”den biri Türkiye’dir. Türkiye’nin, Kosova’da
güvenliği sağlamakla görevli NATO önderliğindeki çok uluslu barış gücü “KFOR”
kapsamında bu ülkede birliği var. NATO şemsiye altındaki faaliyetlere Irak’ta
da destek veren Türkiye, Irak’ta kurulan NATO misyonuna en fazla katkı sağlayan
üyelerden biri. Yine NATO yükümlülükleri kapsamında NATO Daimi Deniz Görev Gücü
(SNMG) gruplarının Karadeniz’deki faaliyetlerini de destekliyor.
Suriye sahasında
uluslararası koalisyon kapsamında NATO erken uyarı ve gözlem uçaklarının
(AWACS) uçuşlarına havadan yakıt ikmalini sağlayan Türkiye, Konya Hava Üssü’nü
NATO AWACS uçaklarının kullanımına sundu. Ayrıca milli AWACS uçaklarıyla da
NATO’da yer almaktadır.
Türkiye, NATO’nun
füze kalkanı projesi kapsamında Romanya, Polonya ve İspanya ile anahtar
ülkelerden biri konumunda. NATO’nun caydırıcılık ve savunma yapılanmasının
sacayaklarından birini teşkil eden balistik füze savunması mimarisine Türkiye,
Malatya Kürecik’teki AN/TPY-2 radarına ev sahipliği yaparak katkı sağlıyor.
NATO’nun komuta ve
kuvvet yapısına en kapsamlı katkıyı sunan Türkiye, ittifakın komuta yapısında
yer alan NATO Kara Komutanlığına (LANDCOM) da İzmir’de ev sahipliği yapıyor.
NATO kuvvet yapısındaki yüksek hazırlık seviyeli dokuz kara kuvveti
karargâhından biri olan NATO Hızlı Konuşlandırılabilir Kolordu Karargâhı da 3.
Kolordu Komutanlığı’nda İstanbul’da bulunuyor. Ayrıca Türkiye, NATO’nun “stratejik
ortaklık” çerçevesinde, çeşitli ülke ve uluslararası örgütlerle kurulan
ortaklık mekanizmalarına da destek veriyor, birçok proje ve girişimde rol
üstleniyor. Bu kapsamda Türkiye, hâlihazırda devam eden 20 NATO emanet fonu
projesinden 17’sine mali ve uzman desteği, kurs organizasyonu suretiyle katkıda
bulunmaktadır.[1]
S-400 Füze Sistemlerinin Konuşlandırılması
Türkiye, askerî ve
teknik alanda işbirliğini, esasında ABD ve diğer NATO üyesi ülkeler ile
yapmaktadır. Ancak son yıllarda Rusya, Türkiye’ye en yeni askerî teknoloji ve
silahları önermektedir ve önerilen bu silahlar NATO’dakilerinden çok daha
gelişmiş teknolojik özelliklere sahiptir.
Türkiye ile Rusya
arasında düzenli askerî temaslara 1998’de başlandı. O dönemde Moskova’da iki
ülkenin genelkurmay başkanları düzeyinde görüşmeler yapıldı ve bölgede
Türkiye-Rusya askerî ilişkilerinin genişletilmesi ve güven düzeyinin
yükseltilmesi kararı alındı. 2000 yılında ise iki ülke başbakan yardımcıları
düzeyinde savunma sanayii alanındaki işbirliğinin başlıca parametreleri
belirlendi.
Türkiye, yüksek
teknolojiye sahip füze savunma sistemi kurma isteği ile 2008 yılında Rusya’dan
Kornet-80 tipi 80 adet anti-tank füze sistemi satın aldı. Türkiye, NATO üyesi
olduğu halde Rusya ile askerî-teknik işbirliği yapan ilk ülke idi ve bu durum
Rus silah şirketlerinin iştahını kabartı. Türkiye 2013’te ABD’den patriot füze
savunma sistemi alımını görüşmüş ancak ABD’nin patriotların teknik
özelliklerini Türkiye ile paylaşmayı reddetmesi ve sistemin yüksek maliyeti
nedeniyle Rusya’ya yönelmişti. Ancak, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze
sistemleri satın alma mevzusunun temelini Suriye’de ABD liderliğinde Rusya ile
girişilen işbirliği oluşturmaktadır.
Şöyle ki: Suriye’de
2011 yılında başlayan devrim ayaklanması sonrası Esed rejiminin düşmesine ramak
kala ABD ile varılan anlaşma uyarınca Rusya, Eylül 2015’te Esed’e destek
amacıyla Suriye’ye müdahale etti. Rusya’nın Suriye’ye girmesinden hemen önce
2015 Eylül ayında Obama ile Putin arasında Suriye krizinin konuşulduğu bir
toplantı gerçekleştirildi. Bu görüşmenin ardından ise Rus hava kuvvetleri,
Suriye’de muhaliflere yönelik vahşi saldırılarına başladı.
Bunun ardından ABD,
hem Suriye topraklarının büyük bir bölümüne hâkim olan muhalifleri kontrol
etmesi, hem de Rusya’nın temposunu Amerikan planlarına göre ayarlaması,
belirlenmiş sınırları aşmaması için Türkiye’nin Rusya ile işbirliği içinde
Suriye’ye girmesini istedi. ABD’ye sadık bir uydu devleti olan Türkiye,
görünürde muhaliflerle, Rusya ise rejimle birlikte hareket ediyordu yani
esasında her iki ülke de devrime karşı hasmane bir tutum içindeydi. Bu süreçte
Türkiye’nin ekonomik kriz yaşayan Rusya ile güçlü bir şekilde yakınlaşabilmesi
için 2,5 milyar dolarlık S-400 anlaşması imzalandı. Amerika, anlaşma karşısında
sessiz bir tutum takındı. Oysa Türkiye, bir NATO üyesiydi. Batı’ya ait sistem
arasında Rus silahlarının, özellikle de NATO sistemine sızabilecek S-400’lerin
olması uygun değildi. Ancak ABD ve NATO, şu iki nedenden ötürü S-400 anlaşması
için yumuşak bir tutum sergilediler:
Birincisi, Suriye krizine
ilişkin nihai Amerikan çözümü tamamlanmadan önce Rusya’nın İdlib’e saldırmasını
engellemek için Türkiye ile Rusya arasında irtibatın devam etmesi zorunluluğu.
İkincisi, Türkiye NATO
üyesi olduğu sürece ABD’nin bu anlaşmanın uygulanmasının uzak olduğunu
düşünmesi.
Türkiye-Rusya
arasında varılan S-400 anlaşması sonrası Türkiye ile ABD ve NATO arasında
karşılıklı sert açıklamalar yapıldı. Çünkü ABD’nin 2017’de, S-400 anlaşması
imzalanırken Türkiye-Rusya işbirliğine olan ihtiyacı, 2019’da ortadan
kalkmıştı. Dolayısıyla anlaşma yürürlüğü girdiğinde NATO sistemi içinde bir Rus
sistemi yer alacağından Türkiye’ye yönelik tehditkâr ve sert bir tutum
takınmaya başladı. ABD ve NATO yetkilileri, “S-400 füzelerini alması halinde
F-35 programına katılımını gözden geçireceğimiz ve gelecekte muhtemel diğer
silah satışlarını da riske atacağı konusunda Türkiye’yi açıkça uyardık.”
diye açıklamalar yaptılar.[2]
Bunu üzerine
Türkiye, ABD yapımı Patriot füze savunma sistemi alabileceğini açıkladı, ancak
bu açıklama bile tepkileri ortadan kaldırmaya yetmedi. Bunun üzerine
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “NATO dâhil her platformda ABD ile beraber çalışmaya
devam edeceğiz” açıklamasını yaptı. Yine eski Milli Savunma Bakanı Fikri
Işık, Türkiye’nin NATO’ya katılma nedeninin Rusya olduğunu hatırlatarak, “70
yıl boyunca çok güçlü bir üye olduklarını vurguladı ve Rusya’yı çok iyi
tanıyoruz, özellikle ekonomik alanda yakın ilişkilere sahip olmak, bu
ilişkilerin stratejik ilişkiler olduğu anlamına gelmez”, “Türkiye NATO’nun
sadık bir üyesi ve öyle olmaya da devam edecek” dedi.
Netice itibariyle
Rusya’dan alınan S-400 füzeleri belirlenen tarihten nice sonra Türkiye’ye
getirilse de “nereye” ve “ne zaman” konuşturulacağı hususunda aradan geçen uzun
zamana rağmen hâlâ belirlenmiş bir takvim yoktur.
S-400’lerin akıbetine yönelik olasılıklar arasında şunları sayabiliriz:
Amerikalılar, “Yunan çözümünü” önerebilirler. Yani Rus füzelerini depoda
tutarak çürümeye terk edilmesi ve karşılığında 3,5 milyar dolar değerinde ABD’den
Patriot bataryalarının satın alınması. (Zira daha önce de Rusya, Kıbrıs’a S-300
satmış, ancak Türkiye’nin tepkisi sonrası Yunanistan, Türkiye ile krizden
kaçınmak için füzeleri Kıbrıs’a vermek yerine depoda çürümeye terk etmişti.) Ya
da bu sistemin, Hindistan veya üçüncü bir ülkeye gönderimi yapılabilir ki bu,
Amerika’nın hem bölgesel hem de Çin’i kuşatma stratejisiyle de örtüşmektedir.[3]
Bunun yanı sıra füzelerin dört batarya ile Ankara, İzmir, Antalya, Diyarbakır
veya İstanbul gibi değişik koordinatlara yerleştirilmesi de Türkiye açısından
S-400 krizine bir çözüm yolu olarak konuşulan seçenekler arasındadır.
Sonuç Olarak:
NATO, ABD’nin
küresel düzeyde stratejilerini gerçekleştirdiği en önemli askerî yapısıdır.
Gerek Rusya’ya gerek Çin’e karşı farklı şekillerde kullandığı ve gerekse Avrupa
ülkeleri içerisinde siyasi, askerî, iktisadi gelişmelere müdahil olabilen en
önemli örgütlü yapıdır. ABD elindeki bu araçla, çıkarlarına ters hareket eden
ülkelerde gladyo, terör, istikrarsızlık, darbe yapmak suretiyle ülke ve
yönetimleri hizaya sokmaktadır.
Görüldüğü üzere
Türkiye, NATO şemsiyesi altında bu topraklar üzerinde onlarca üs, karargâh,
harekât merkezi ve limanı hizmetine sunması ile ülkeyi adeta bu şebekenin “ileri
karakolu” hâline getirmiştir. Zaman içinde bu üs ve karargâhlar daha da faal
kullanılarak ülke, NATO’nun yarı işgal sahasına dönmüştür. Dünyanın en büyük “terör
devleti” olan ABD’nin kurduğu ve kendi plan ve stratejilerini
gerçekleştirmekten başka bir hedefi olmayan bu yapının Türkiye’yi ileri karakol
olarak kullanması bir utanç vesikasıdır.
Srebrenitsa’da NATO
gözetiminde binlerce masum Müslüman katledildi. Afganistan, Irak, Libya’ya
yapılan askerî operasyonlar ve buralarda katledilen milyonlarca Müslüman, heba
edilen kaynaklar, her yıl bu örgüte “aidat” adı altında verilen milyarlarca
dolar haraç, “savunma” adı altında yapılan milyar dolarlık anlaşmalar İslâm
coğrafyasındaki yöneticiler adına birer zillettir.
Bu örgüte açılan
üsler, liman ve karargâhlar, temelde İslâm’ın hayata hâkim olmasını engellemek
amacıyla oluşturulmuş merkezlerdir. Terör bahanesiyle İslâm topraklarında
askerî güçlerimizi kullanarak stratejik, jeopolitik hedeflerinin gerçekleşmesi
için enerjimiz heder edilmektedir. Türkiye, ABD ve NATO tarafından kuşatılmış
bir ülke olarak, Rusya’dan alınan S-400’ler nedeniyle ilişkiler gerilmiş olsa
da, ipler tamamen koparılamaz. Zira Türkiye, ABD’nin uydu devletidir ve ondan
bağımsız politika yürütemez.
Dolayısıyla ABD
gibi, NATO, AB ve BM’de şer ittifaklardır. Bu yapılar tüm askerî, siyasi,
ekonomik boyutuyla sömürü düzeninin temsilcileridir. İslâm ümmetini bu vahşi
düzenden kurtaracak yegâne güç ise Râşidî Hilâfet Devleti olacaktır,
biiznillah.
[وَلِلَّهِ
الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ] “…Yoksa
izzeti onların yanında mı arıyorsunuz? İyi bilin ki! İzzet Allah’ın Rasulü’nün
ve müminlerindir lakin münafıklar anlamazlar.”[4]
[1]
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/turkiye-natoya-en-kapsamli-katki-sunan-muttefiklerden-biri/1390029
[2]
https://www.hizb-turkiye.com/index.php?p=soruCevap&s=turkiye-rusya-s-400-anlasmasi-ve-yankilari&id=99
[3]
https://www.hizb-turkiye.com/index.php?p=soruCevap&s=turkiye-rusya-s-400-anlasmasi-ve-yankilari&id=99
[4]
Munafikun 8
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış