CUMHURİYETLE GELEN KADIN MODELİ

Sümeyye Avcı

İdeolojiler toplumsal düzeni sağlamak adına toplumun her kesimi için roller belirler. Anne modeli, baba modeli, yönetici modeli, tüccar modeli, işçi modeli vb. Bu hangi ideoloji olursa olsun değişmeyen bir hakikattir ve doğaldır. Bununla birlikte zamanın ve şartların değişmesiyle belirlenen rollerde esastan olmayan cüz’i değişikliklerin olması da doğaldır. Ancak sistemsel değişiklikler rol modelleri de kökünden değiştirmekte ve yeni bir rol model inşa sürecine girilmektedir. Bu inşa sürece çoğu zaman sancılı ve zulümlerle dolu geçer. Stalin’in Rusya’sı gibi yahut Mustafa Kemal’in Türkiye’si gibi… Nitekim bu topraklarda yaşayanlar çok fazla değil yaklaşık yüz yıl önce iki ayrı dünya, iki ayrı hayat tarzı, iki ayrı rol model ile tanışmak zorunda kaldı; Cumhuriyetten önce ve sonra…

Hemen şunu belirtelim ki, İslâm coğrafyası geçmişte kuvvetli saldırılara maruz kaldı. Hilâfet’in yıkılmasıyla birlikte bu coğrafyalarda en şiddetli saldırıya maruz kalan ülke kuşkusuz Türkiye olmuştur. Ortadoğu her ne kadar sömürgeci kâfirler tarafından işgal edilip işbirlikçiler iş başına getirilmiş olsa da halkın ne kılık kıyafetine ne de aralarındaki anlaşmazlıkları İslâm hukukuna göre çözmesine el uzatmamıştır. Bilakis sinsi sömürgeciler onları serbest bırakmıştır. Böylece Ortadoğu halkı Hilâfet ile birlikte neyi kaybettiğini anlamakta zorluk çekmiştir. Zira hayatlarındaki tek değişiklik başındaki yöneticilerin kavimleri ve isimleri olmuştur. Osmanlı Hilâfet Devleti tarafından yönetilen halklar kendi kavimlerinden biri tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Türkiye’de ise durum tam bir trajedidir. Anadolu toprakları İngilizlerin ameliyat masasıdır adeta. Ya da toplum laboratuvarı… Artık siz hangisini derseniz deyin. Bir toplum adeta beyni yıkanılarak sahip olduğu her şeyden uzaklaştırılmak istenmiştir. Hiçbir merhamet göstermeden Anadolu insanının her şeyine saldırılmış neyi varsa elinden alınmak istenmiştir. Bu toplum yok edilmiş yerine tamamen farklı yeni bir toplum inşa edilmiştir. İşte bu inşa sürecinde dikkatler pek tabii kadının üzerindedir. Zira kadın, toplumsal değişimin başlıca somut göstergesi, “Devrim”in görünen yüzüdür.

Bilindiği gibi Cumhuriyet reddi miras üzerine bina edilmiştir. Yani Osmanlı Hilâfet Devleti’nden kalan her ne varsa toptan reddedilmiştir. Yönetim şekli, kanunları, kılık kıyafeti, gelenekleri, kültürü, alfabesi, mimarisi, sanatı… aklınıza her ne gelirse toptan bir reddediş. Hayat boşluk kabul etmez kabilinden bu reddedişin arkasından kör bir sahiplenme gelmiştir. O gün zaten iki kültür vardı: Doğu kültürü yani İslâm kültürü ve Batı kültürü. İslâm kültürünü elinizin tersiyle itince geriye Batı kültürü kalmıştır. Onlar da öyle yaptılar. Her şeylerini Batı’dan almaya başladılar. Parlamenter sistemi efendileri İngilizlerden, ceza hukukunu daha yeni savaştan çıktıkları İtalya’dan, medeni kanunu İsviçre’den, ticaret kanunlarını Almanya’dan “kopyala-yapıştır” şeklinde aldılar. Lakin bunlar bir toplumun medenileştiğini göstermesi açısından yeterli değildi. Tam manasıyla tepeden tırnağa onlar gibi olunmalıydı. Şapka Kanunu’nun amacı işte tam da buydu: tepeden tırnağa Batılılar gibi olmak…

Ancak Şapka Kanunu istenilen düzeyde bir gelişme sağlamadı. Zira ayağında çarık başında fötr şapka, bir toplumun medenileştiğini değil akıl tutulması yaşadığını gösteriyordu. Daha çarpıcı bir şey olmalıydı; görenlerin, “işte bunlar Avrupalı”, Avrupalılarında da “işte bunlar bizden” demeleri gerekiyordu. Ve kadın, bu rol için biçilmiş kaftandı. Eller kadına uzandı… Yüzyıllar boyunca İslâm kültürü ile yaşamış o iffetli kadınlarımıza… Her başarılı erkeğin arkasındaki iffetli gölgeye… Müslüman kadının başörtüsüne el uzatan Fransız askerine, alnına kondurduğu mermiyle karşılık veren Sütçü İmam gibi hocalar; açlıktan çekirge yiyerek tam 2,5 yıl boyunca Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahreddin Paşa gibi komutanlar; “Kudüs’ü, fahri kâinat Efendimiz'in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslâm'ın şerefini, Osmanlı'nın şanını ayaklar altına aldırmayın” diyerek orada kalmalarını isteyen komutanın emrine icabet eden, ordu terhis edildiği hâlde evine dönmeyen, 1982 yılına kadar her gün aksatmadan Mescid-i Aksa nöbetine devam eden Onbaşı Hasan gibi mücahitler; dükkânına gelen müşteriye komşusu siftah etmediği için satış yapmayan, komşusuna gönderen, boğazından haram lokma geçmeyen tüccarlar, zanaatkârlar, anneler, babalar yetiştiren kadınlarımıza…

Nitekim Cumhuriyet döneminin Batılılaşma sevdalılarından Celal Nuri İleri şöyle diyor: “...Ameliyata yalnız ordudan, donanmadan başlamamalıyız. Her şeyden evvel kadınlarımızı ıslah etmeliyiz ki onlar da çocukları, çocuklar da büyüdüklerinde devleti ve milleti ıslah etsinler. Bir bina yapılacağı zaman çatıdan başlanmaz. Evvela temel kazılır. Kadın, insanlık binasının temelidir”.

Kuşkusuz kadına yönelik çalışmalar öyle bir anda meyvesini vermedi. Zira bu uzun soluklu bir çalışmaydı. Kısa vadede ise hazırda bulunanlar kullanıldı. Batı’da eğitim görmüş, aklını ve gönlünü Batılılara kaptırmış tipler bu iş için hazırdı. Hiçbir beis görmeden kadınlarını Cumhuriyetin emrine sundular. Ve tabi ki Osmanlı’nın tebaasından olan gayrimüslimler. O zamana kadar takmak zorunda oldukları başörtüsü, çarşafı bir çırpıda çıkartıp attılar ve örnek teşkil etmesi açısından piyasaya sürüldüler.

Pek tabii yeni bir nesil, yeni bir eğitim anlayışından geçmektedir. Köy Enstitüleri, Cumhuriyet kadını yetiştirmek için ideal bir eğitim hamlesiydi. Taşradan toplanan zeki kızlar ve erkekler bu enstitülerde yatılı olarak kalıyor ve tamamen Batı kültürüne dayalı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Burada Kemalizm’in yanında fenni ilimleri ve olmazsa olmaz vals derslerini de almayı ihmal etmiyorlardı. Bu okullardan mezun olanlar beyinleri yıkanmış bir şekilde köylerine, kasabalarına öğretmen olarak atanıyordu.

Çok ilginçtir ki Türkiye’nin bu girişimci ruhu daha kısa bir süre önce savaş hâlinde olduğu Avrupa tarafından takdir görmüş ve sonuna kadar desteklenmiştir. Tıpkı Keriman Halis örneğinde olduğu gibi. 1932 “Kâinat Güzeli” seçilen Keriman Halis’in güzellik kraliçesi seçilmesinin proje olduğu apaçık ortadadır. Nitekim jüri başkanının şöyle dediği ifade edilmektedir:

"Sayın Jüri üyeleri! Bugün Avrupa'nın ve Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkâr edemeyiz. Neticede bu ‘Hıristiyanlığın Zaferi’dir. Bir zamanlar sokağı bile kafes arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk Güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu Türk kızını zaferimizin tacı olarak kabul edeceğiz ve onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş, bu hiç önemli değil... Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz, Avrupa'nın zaferini kutluyoruz... Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu, işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın bu coşkulu zaferi için kaldırıyoruz. "

Bunu abartılı bulabilirsiniz belki, peki Keriman Halis podyuma çıktığında insanların hep bir ağızdan tempo tutarak “Vive la Mustafa Kemal!/Yaşa Mustafa Kemal” diye bağırmalarına ne demeli? Güzellik Kraliçesi Keriman Halis mi seçildi yoksa Mustafa Kemal mi? Bu coşkunun sebebi ne?

Mustafa Kemal demişken Keriman Halis Kâinat güzeli seçildiğinde Mustafa Kemal ona övgüler dizmiş ve şöyle demişti:

“Türk ırkının necip (soylu) güzelliğinin daima mahfuz olduğunu (korunduğunu) gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabiî olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Türk milleti, bu güzel çocuğunu şüphesiz samimiyetle tebrik eder. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya milletleri içinde mümtaz (seçkin) olan asil güzelliğini göstermek teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında (gözünde) muvaffakiyetle (başarıyla) intaç eylemiştir (sonuçlandırmıştır). Ondan dolayı bittabi bu vesile ile de takdir ve tebriklerimize hak kazanmıştır. Ayrıca şunu da ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin Dünya güzeli intihap edilmiş (seçilmiş) olmasını çok tabiî buldum.” 

Yalan, dolan, sahtekârlık Cumhuriyetin her bir köşesini zapt etmiş olduğu gerçeğiyle işte bir kez daha karşılaştık. Zira Keriman Halis, anne-baba Çerkez bir aileden gelen Çerkez kızıdır. Muhtemelen bir nesil öncesi Türkçeyi dahi konuşamıyordur. Olsun! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu ispatladı ya gerisinin ne önemi var, öyle değil mi?

Cumhuriyet kadını doğal, kendiliğinden oluşmuş bir kadın tiplemesi değildir. Bilakis yapay oluşturulmuştur. Okullarda, sokaklarda, gazete manşetlerinde, resmî kurumlarda, balolarda…

Vakit ilerledikçe rol model de zamanla birlikte değişti. Cumhuriyet kadını Batı kadını ile uyumlu bir şekilde farklılaştı ve başkalaştı…

Tam da burada sizlere farklılaşan Cumhuriyet kadınından ve tabii ki ideal Müslüman kadından bahsetmek istiyorum.

Bütün kadınlar fıtrat gereği eşit şekilde yaratılmıştır. Hiçbiri diğerinden farklı veya üstün değildir. Onu farklı kılan ve davranışlarını şekillendiren tek şey zihniyetidir. Sahip olduğu fikirlere göre giyinir, konuşur ve bir takım ameller sergiler. Yani sahip olduğu fikirlere göre cesaretlidir, korkaktır, atılgandır veya çalışkandır. Onu iyi yapan da zihniyetidir, kötü yapan da. Yine o zihniyeti ile güzelleşir veya çirkinleşir.

Her iki kadında üzülür, ağlar, sevinir. İkisi de yer, içer. Ama ikisini birbirinden ayıran tek şey hayata olan bakış açılarıdır. Bu bağlamda ikisi de üzülür ama üzüntü sebepleri farklıdır. İkisi de yer, içer, çalışır ama ölçüleri farklıdır.

Bugünün Cumhuriyet kadını evliliği gönül eğlendirdikten, istediği kişilerle dost hayatı sürdürdükten sonra gerçekleştirmesi gereken bir olgu olarak görür. Kendi deyimleri ile “hayatı yaşadıktan sonra”… Kocaya itaati gericilik, geleneksel bir sapkınlık ve eşitsizlik olarak görür. Çocuk sahibi olmayı olabildiğince erteler, çünkü çocuk onun için hayatı yaşama hususunda büyük engeldir. Kariyer sahibi olmak onun için daha önemlidir. Giyimi, bulunduğu ortamlar, yediği, içtiği hepsi hevasına, hevası da içinde bulunduğu hayata göredir. Ahiretini hesaba katmadan sadece bu dünya için yaşar. Onun için Allah’ın kendisi hakkında ne düşündüğünün pek de önemi yoktur. Önemli olan insanların onun hakkında ne düşündüğü, nasıl bir gözle baktığıdır.

Cumhuriyet kadını açık giyinmeyi, anne, baba, abi ve kocanın sözünü dinlememeyi, kapalı mekânlarda yabancı erkeklerle bir arada olmayı, dilediği erkekle nikâhsız beraber olmayı, yine nikâhsız çocuk doğurmayı, -bir adım daha ileri gidersek- eşcinsel olmayı vb. aklınıza gelecek tüm çirkeflikleri özgürlük ve çağdaşlık olarak görür. Oysa değerlerini aldığı Batılılar, kadınları öyle değersiz görüyorlardı ki, kadınların neden yaratıldığını araştırmaya koyulmuşlardı. Çünkü onların gözünde “bu kadar değersiz ve bir işe yaramayan bir varlığı Allah neden yaratır” akılları almıyordu.

Ünlü Filozof Eflatun kadını, “kadın orta maldır ve herkes dilediği gibi kullanabilir” sözü tarihlerinde kadına olan bakış açısını ortaya koymaktadır. Aslında bugün de kadına olan bakış açısı hiç değişmedi. Bugün kadın hâlen bir meta gibi kullanılmakta. Değişen tek şey kullanılan terimler aslında…

Müslüman kadın ise, hevasına göre değil, Allah’ın nizamı doğrultusunda yaşar. Annelik vasfı onun için her şeyden önce gelir. Çocuklarını İslâm’a göre eğitir. Okur, çalışır, eğitim alır, meslek sahibi olur, ticaret yapar ama tüm bunları Allah’ın kendisi için belirlediği ölçü ve düzen doğrultusunda yapar. Kocasına Allah’ın emrettiği alanlarda itaat eder ama bunu dahi Allah’ın bir emri olduğu için yapar.

Müslüman kadın kocasına emanet edilirken, hiçbir işe yaramadığı veya beceriksiz olduğu için değil, korunması gereken değer (mesela eşsiz bir pırlanta) olduğu için emanet edilmiştir. “Emanet” kavramı altında derin bir anlam yattığını bilmemiz gerekir. Kadını erkeğin malı yapan Batı kültürü ile taban tabana zıt bir kavramdır aslında kanının emanet olması. Zira emanet hükümleri ile, kişinin sahip olduğu mal ile alakalı hükümler birbirinden farklıdır. Kişi sahip olduğu bir malda istediği şekilde tasarrufta bulunabilir. Ancak kendisine emanet edilen bir malda, aynı tasarruf yetkisi yoktur. Ancak ve ancak emanet edenin kendisine çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, o mal hakkında tasarrufta bulunabilir. Kadın, Allah’ın emanetidir! Kadınlara yönelik davranışların sınırlarını da Allah belirlemiştir. Bu ne kadar mükemmel bir dengedir! Ne muazzam bir yardımlaşmadır! Keşke bunun farkında olabilselerdi…

Cumhuriyet kadını - Müslüman kadın ayrımı yaptığımızda sanki Cumhuriyet kadınları Müslüman değilmiş gibi algılanmasın. Elbette Cumhuriyet kadınları da Müslüman kadınlardan oluşuyor fakat yaşam tarzlarını Batılılardan aldıkları için onlar gibi yaşıyorlar, onlar gibi düşünüyorlar. Yani örümceğin tuzağına düşmüş zavallı kadınlardır onlar. Şöyle ki:

Batı, Müslüman kadını ezilen, hor görülen, şiddete maruz kalan, hiçbir hakka sahip olmayan, özgür olmayan, eğitimsiz, cahil ve “kurtarılması gereken” bir kadın olarak gösterdi. Pek tabii kurtarıcı da kendisiydi. Kadına yönelik her şey bu mizansenin bir parçası olarak medyatikleştirildi. İşte bu tuzakların en şiddetlisiydi. İnanan inandı ve inandığı şeyi diğer insanlara taşıdı. Böylece örümceğin ağı gün geçtikçe büyüdü, büyüdü, büyüdü…

Bugün “İstanbul Sözleşmesi”ni konuşuyorsak, ona sımsıkı sarılanları görüyorsak örümceğin ağının ulaştığı boyutları da görmüş oluyoruz demektir.

Batı kültürünü örümcek ağına benzetmek teşbihlerin en hakikatlisidir. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bize öğrettiği bir teşbihtir. Örümceğin salgılamış olduğu ip kuvvetli bir iptir ama o iple oluşturduğu ağ en zayıf ağdır. İşte kendi içinde böyle bir çelişkiyi barındırmaktadır. Güçlü gibi görünen zayıf…

Batı kültürü de aynı örümcek ağı gibidir. Baktığınızda güçlü gibi görürsünüz ancak onun yıkılışı o kadar kolaydır ki sadece üflemek gerekir.

Günümüzde kadına yönelik şiddet, cinsel istismar, aşağılanma kapitalist sistemin bir parçası hâline gelmiştir. Onurlar zedelenmiş, kadın aşağılanmıştır. İbre artık kapitalizmin sonunu göstermektedir. Onun yıkılışıyla birlikte kapitalist tuzaklara düşen kadınlar da hakikati göreceklerdir. İşte o zaman özgürlüğün “dilediğini yapabilme” değil de, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya kendi rızasıyla, kendi aklıyla iman etmek ve O Subhanehu’nun hükümlerine tâbi olmak olduğunu da göreceklerdir.

O hâlde söyleyin: şimdi bu örümceğin ağına kim üfleyecek? 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz