İdeolojiler
toplumsal düzeni sağlamak adına toplumun her kesimi için roller belirler. Anne
modeli, baba modeli, yönetici modeli, tüccar modeli, işçi modeli vb. Bu hangi
ideoloji olursa olsun değişmeyen bir hakikattir ve doğaldır. Bununla birlikte
zamanın ve şartların değişmesiyle belirlenen rollerde esastan olmayan cüz’i
değişikliklerin olması da doğaldır. Ancak sistemsel değişiklikler rol modelleri
de kökünden değiştirmekte ve yeni bir rol model inşa sürecine girilmektedir. Bu
inşa sürece çoğu zaman sancılı ve zulümlerle dolu geçer. Stalin’in Rusya’sı
gibi yahut Mustafa Kemal’in Türkiye’si gibi… Nitekim bu topraklarda yaşayanlar
çok fazla değil yaklaşık yüz yıl önce iki ayrı dünya, iki ayrı hayat tarzı, iki
ayrı rol model ile tanışmak zorunda kaldı; Cumhuriyetten önce ve sonra…
Hemen şunu
belirtelim ki, İslâm coğrafyası geçmişte kuvvetli saldırılara maruz kaldı. Hilâfet’in
yıkılmasıyla birlikte bu coğrafyalarda en şiddetli saldırıya maruz kalan ülke
kuşkusuz Türkiye olmuştur. Ortadoğu her ne kadar sömürgeci kâfirler tarafından
işgal edilip işbirlikçiler iş başına getirilmiş olsa da halkın ne kılık
kıyafetine ne de aralarındaki anlaşmazlıkları İslâm hukukuna göre çözmesine el
uzatmamıştır. Bilakis sinsi sömürgeciler onları serbest bırakmıştır. Böylece
Ortadoğu halkı Hilâfet ile birlikte neyi kaybettiğini anlamakta zorluk
çekmiştir. Zira hayatlarındaki tek değişiklik başındaki yöneticilerin kavimleri
ve isimleri olmuştur. Osmanlı Hilâfet Devleti tarafından yönetilen halklar
kendi kavimlerinden biri tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Türkiye’de ise
durum tam bir trajedidir. Anadolu toprakları İngilizlerin ameliyat masasıdır
adeta. Ya da toplum laboratuvarı… Artık siz hangisini derseniz deyin. Bir
toplum adeta beyni yıkanılarak sahip olduğu her şeyden uzaklaştırılmak
istenmiştir. Hiçbir merhamet göstermeden Anadolu insanının her şeyine
saldırılmış neyi varsa elinden alınmak istenmiştir. Bu toplum yok edilmiş
yerine tamamen farklı yeni bir toplum inşa edilmiştir. İşte bu inşa sürecinde
dikkatler pek tabii kadının üzerindedir. Zira kadın, toplumsal değişimin
başlıca somut göstergesi, “Devrim”in görünen yüzüdür.
Bilindiği gibi
Cumhuriyet reddi miras üzerine bina edilmiştir. Yani Osmanlı Hilâfet Devleti’nden
kalan her ne varsa toptan reddedilmiştir. Yönetim şekli, kanunları, kılık
kıyafeti, gelenekleri, kültürü, alfabesi, mimarisi, sanatı… aklınıza her ne
gelirse toptan bir reddediş. Hayat boşluk kabul etmez kabilinden bu reddedişin
arkasından kör bir sahiplenme gelmiştir. O gün zaten iki kültür vardı: Doğu
kültürü yani İslâm kültürü ve Batı kültürü. İslâm kültürünü elinizin tersiyle
itince geriye Batı kültürü kalmıştır. Onlar da öyle yaptılar. Her şeylerini Batı’dan
almaya başladılar. Parlamenter sistemi efendileri İngilizlerden, ceza hukukunu
daha yeni savaştan çıktıkları İtalya’dan, medeni kanunu İsviçre’den, ticaret
kanunlarını Almanya’dan “kopyala-yapıştır” şeklinde aldılar. Lakin bunlar bir
toplumun medenileştiğini göstermesi açısından yeterli değildi. Tam manasıyla
tepeden tırnağa onlar gibi olunmalıydı. Şapka Kanunu’nun amacı işte tam da
buydu: tepeden tırnağa Batılılar gibi olmak…
Ancak Şapka Kanunu
istenilen düzeyde bir gelişme sağlamadı. Zira ayağında çarık başında fötr şapka,
bir toplumun medenileştiğini değil akıl tutulması yaşadığını gösteriyordu. Daha
çarpıcı bir şey olmalıydı; görenlerin, “işte bunlar Avrupalı”,
Avrupalılarında da “işte bunlar bizden” demeleri gerekiyordu. Ve kadın,
bu rol için biçilmiş kaftandı. Eller kadına uzandı… Yüzyıllar boyunca İslâm
kültürü ile yaşamış o iffetli kadınlarımıza… Her başarılı erkeğin arkasındaki
iffetli gölgeye… Müslüman kadının başörtüsüne el uzatan Fransız askerine,
alnına kondurduğu mermiyle karşılık veren Sütçü İmam gibi hocalar; açlıktan
çekirge yiyerek tam 2,5 yıl boyunca Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahreddin
Paşa gibi komutanlar; “Kudüs’ü, fahri kâinat Efendimiz'in ilk kıblesini
Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslâm'ın şerefini, Osmanlı'nın
şanını ayaklar altına aldırmayın” diyerek orada kalmalarını isteyen
komutanın emrine icabet eden, ordu terhis edildiği hâlde evine dönmeyen, 1982
yılına kadar her gün aksatmadan Mescid-i Aksa nöbetine devam eden Onbaşı Hasan
gibi mücahitler; dükkânına gelen müşteriye komşusu siftah etmediği için satış
yapmayan, komşusuna gönderen, boğazından haram lokma geçmeyen tüccarlar, zanaatkârlar,
anneler, babalar yetiştiren kadınlarımıza…
Nitekim Cumhuriyet
döneminin Batılılaşma sevdalılarından Celal Nuri İleri şöyle diyor: “...Ameliyata
yalnız ordudan, donanmadan başlamamalıyız. Her şeyden evvel kadınlarımızı ıslah
etmeliyiz ki onlar da çocukları, çocuklar da büyüdüklerinde devleti ve milleti
ıslah etsinler. Bir bina yapılacağı zaman çatıdan başlanmaz. Evvela temel
kazılır. Kadın, insanlık binasının temelidir”.
Kuşkusuz kadına
yönelik çalışmalar öyle bir anda meyvesini vermedi. Zira bu uzun soluklu bir
çalışmaydı. Kısa vadede ise hazırda bulunanlar kullanıldı. Batı’da eğitim
görmüş, aklını ve gönlünü Batılılara kaptırmış tipler bu iş için hazırdı.
Hiçbir beis görmeden kadınlarını Cumhuriyetin emrine sundular. Ve tabi ki
Osmanlı’nın tebaasından olan gayrimüslimler. O zamana kadar takmak zorunda
oldukları başörtüsü, çarşafı bir çırpıda çıkartıp attılar ve örnek teşkil
etmesi açısından piyasaya sürüldüler.
Pek tabii yeni bir
nesil, yeni bir eğitim anlayışından geçmektedir. Köy Enstitüleri, Cumhuriyet
kadını yetiştirmek için ideal bir eğitim hamlesiydi. Taşradan toplanan zeki
kızlar ve erkekler bu enstitülerde yatılı olarak kalıyor ve tamamen Batı
kültürüne dayalı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Burada Kemalizm’in yanında fenni
ilimleri ve olmazsa olmaz vals derslerini de almayı ihmal etmiyorlardı. Bu
okullardan mezun olanlar beyinleri yıkanmış bir şekilde köylerine, kasabalarına
öğretmen olarak atanıyordu.
Çok ilginçtir ki
Türkiye’nin bu girişimci ruhu daha kısa bir süre önce savaş hâlinde olduğu
Avrupa tarafından takdir görmüş ve sonuna kadar desteklenmiştir. Tıpkı Keriman
Halis örneğinde olduğu gibi. 1932 “Kâinat Güzeli” seçilen Keriman Halis’in
güzellik kraliçesi seçilmesinin proje olduğu apaçık ortadadır. Nitekim jüri başkanının
şöyle dediği ifade edilmektedir:
"Sayın Jüri
üyeleri! Bugün Avrupa'nın ve Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir
dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa
Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkâr
edemeyiz. Neticede bu ‘Hıristiyanlığın Zaferi’dir. Bir zamanlar sokağı bile
kafes arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk Güzeli
Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu Türk kızını zaferimizin tacı olarak kabul edeceğiz
ve onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş, bu hiç önemli
değil... Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın
zaferini kutluyoruz, Avrupa'nın zaferini kutluyoruz... Bir zamanlar Fransa'da
oynanan dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu, işte mayo ve sutyen
ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu
kızı beğendik. Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini
dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın bu coşkulu zaferi
için kaldırıyoruz. "
Bunu abartılı
bulabilirsiniz belki, peki Keriman Halis podyuma çıktığında insanların hep bir
ağızdan tempo tutarak “Vive
Mustafa Kemal
demişken Keriman Halis Kâinat güzeli seçildiğinde Mustafa Kemal ona övgüler
dizmiş ve şöyle demişti:
“Türk ırkının necip (soylu) güzelliğinin daima mahfuz
olduğunu (korunduğunu) gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki
hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir
ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel
Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabiî olarak tecelli ettirdiği
güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette
kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Türk milleti, bu güzel çocuğunu
şüphesiz samimiyetle tebrik eder. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının
diğer dünya milletleri içinde mümtaz (seçkin) olan asil güzelliğini göstermek
teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında (gözünde) muvaffakiyetle
(başarıyla) intaç eylemiştir (sonuçlandırmıştır). Ondan dolayı bittabi bu
vesile ile de takdir ve tebriklerimize hak kazanmıştır. Ayrıca şunu da ilave
edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim
için, Türk kızlarından birinin Dünya güzeli intihap edilmiş (seçilmiş) olmasını
çok tabiî buldum.”
Yalan, dolan, sahtekârlık
Cumhuriyetin her bir köşesini zapt etmiş olduğu gerçeğiyle işte bir kez daha
karşılaştık. Zira Keriman Halis, anne-baba Çerkez bir aileden gelen Çerkez
kızıdır. Muhtemelen bir nesil öncesi Türkçeyi dahi konuşamıyordur. Olsun! Türk
ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu ispatladı ya gerisinin ne önemi var,
öyle değil mi?
Cumhuriyet kadını
doğal, kendiliğinden oluşmuş bir kadın tiplemesi değildir. Bilakis yapay
oluşturulmuştur. Okullarda, sokaklarda, gazete manşetlerinde, resmî kurumlarda,
balolarda…
Vakit ilerledikçe
rol model de zamanla birlikte değişti. Cumhuriyet kadını Batı kadını ile uyumlu
bir şekilde farklılaştı ve başkalaştı…
Tam da burada
sizlere farklılaşan Cumhuriyet kadınından ve tabii ki ideal Müslüman kadından
bahsetmek istiyorum.
Bütün kadınlar
fıtrat gereği eşit şekilde yaratılmıştır. Hiçbiri diğerinden farklı veya üstün
değildir. Onu farklı kılan ve davranışlarını şekillendiren tek şey
zihniyetidir. Sahip olduğu fikirlere göre giyinir, konuşur ve bir takım ameller
sergiler. Yani sahip olduğu fikirlere göre cesaretlidir, korkaktır, atılgandır
veya çalışkandır. Onu iyi yapan da zihniyetidir, kötü yapan da. Yine o
zihniyeti ile güzelleşir veya çirkinleşir.
Her iki kadında
üzülür, ağlar, sevinir. İkisi de yer, içer. Ama ikisini birbirinden ayıran tek
şey hayata olan bakış açılarıdır. Bu bağlamda ikisi de üzülür ama üzüntü
sebepleri farklıdır. İkisi de yer, içer, çalışır ama ölçüleri farklıdır.
Bugünün Cumhuriyet
kadını evliliği gönül eğlendirdikten, istediği kişilerle dost hayatı
sürdürdükten sonra gerçekleştirmesi gereken bir olgu olarak görür. Kendi
deyimleri ile “hayatı yaşadıktan sonra”… Kocaya itaati gericilik,
geleneksel bir sapkınlık ve eşitsizlik olarak görür. Çocuk sahibi olmayı
olabildiğince erteler, çünkü çocuk onun için hayatı yaşama hususunda büyük
engeldir. Kariyer sahibi olmak onun için daha önemlidir. Giyimi, bulunduğu
ortamlar, yediği, içtiği hepsi hevasına, hevası da içinde bulunduğu hayata
göredir. Ahiretini hesaba katmadan sadece bu dünya için yaşar. Onun için
Allah’ın kendisi hakkında ne düşündüğünün pek de önemi yoktur. Önemli olan
insanların onun hakkında ne düşündüğü, nasıl bir gözle baktığıdır.
Cumhuriyet kadını
açık giyinmeyi, anne, baba, abi ve kocanın sözünü dinlememeyi, kapalı mekânlarda
yabancı erkeklerle bir arada olmayı, dilediği erkekle nikâhsız beraber olmayı,
yine nikâhsız çocuk doğurmayı, -bir adım daha ileri gidersek- eşcinsel olmayı vb.
aklınıza gelecek tüm çirkeflikleri özgürlük ve çağdaşlık olarak görür. Oysa
değerlerini aldığı Batılılar, kadınları öyle değersiz görüyorlardı ki,
kadınların neden yaratıldığını araştırmaya koyulmuşlardı. Çünkü onların gözünde
“bu kadar değersiz ve bir işe yaramayan bir varlığı Allah neden yaratır”
akılları almıyordu.
Ünlü Filozof
Eflatun kadını, “kadın orta maldır ve herkes dilediği gibi kullanabilir”
sözü tarihlerinde kadına olan bakış açısını ortaya koymaktadır. Aslında bugün de
kadına olan bakış açısı hiç değişmedi. Bugün kadın hâlen bir meta gibi kullanılmakta.
Değişen tek şey kullanılan terimler aslında…
Müslüman kadın ise,
hevasına göre değil, Allah’ın nizamı doğrultusunda yaşar. Annelik vasfı onun
için her şeyden önce gelir. Çocuklarını İslâm’a göre eğitir. Okur, çalışır,
eğitim alır, meslek sahibi olur, ticaret yapar ama tüm bunları Allah’ın kendisi
için belirlediği ölçü ve düzen doğrultusunda yapar. Kocasına Allah’ın emrettiği
alanlarda itaat eder ama bunu dahi Allah’ın bir emri olduğu için yapar.
Müslüman kadın
kocasına emanet edilirken, hiçbir işe yaramadığı veya beceriksiz olduğu için
değil, korunması gereken değer (mesela eşsiz bir pırlanta) olduğu için emanet
edilmiştir. “Emanet” kavramı altında derin bir anlam yattığını bilmemiz
gerekir. Kadını erkeğin malı yapan Batı kültürü ile taban tabana zıt bir
kavramdır aslında kanının emanet olması. Zira emanet hükümleri ile, kişinin
sahip olduğu mal ile alakalı hükümler birbirinden farklıdır. Kişi sahip olduğu
bir malda istediği şekilde tasarrufta bulunabilir. Ancak kendisine emanet
edilen bir malda, aynı tasarruf yetkisi yoktur. Ancak ve ancak emanet edenin
kendisine çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, o mal hakkında tasarrufta
bulunabilir. Kadın, Allah’ın emanetidir! Kadınlara yönelik davranışların
sınırlarını da Allah belirlemiştir. Bu ne kadar mükemmel bir dengedir! Ne
muazzam bir yardımlaşmadır! Keşke bunun farkında olabilselerdi…
Cumhuriyet kadını -
Müslüman kadın ayrımı yaptığımızda sanki Cumhuriyet kadınları Müslüman değilmiş
gibi algılanmasın. Elbette Cumhuriyet kadınları da Müslüman kadınlardan
oluşuyor fakat yaşam tarzlarını Batılılardan aldıkları için onlar gibi
yaşıyorlar, onlar gibi düşünüyorlar. Yani örümceğin tuzağına düşmüş zavallı
kadınlardır onlar. Şöyle ki:
Batı, Müslüman
kadını ezilen, hor görülen, şiddete maruz kalan, hiçbir hakka sahip olmayan,
özgür olmayan, eğitimsiz, cahil ve “kurtarılması gereken” bir kadın olarak
gösterdi. Pek tabii kurtarıcı da kendisiydi. Kadına yönelik her şey bu mizansenin
bir parçası olarak medyatikleştirildi. İşte bu tuzakların en şiddetlisiydi. İnanan
inandı ve inandığı şeyi diğer insanlara taşıdı. Böylece örümceğin ağı gün
geçtikçe büyüdü, büyüdü, büyüdü…
Bugün “İstanbul
Sözleşmesi”ni konuşuyorsak, ona sımsıkı sarılanları görüyorsak örümceğin ağının
ulaştığı boyutları da görmüş oluyoruz demektir.
Batı kültürünü
örümcek ağına benzetmek teşbihlerin en hakikatlisidir. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
bize öğrettiği bir teşbihtir. Örümceğin salgılamış olduğu ip kuvvetli bir iptir
ama o iple oluşturduğu ağ en zayıf ağdır. İşte kendi içinde böyle bir çelişkiyi
barındırmaktadır. Güçlü gibi görünen zayıf…
Batı kültürü de
aynı örümcek ağı gibidir. Baktığınızda güçlü gibi görürsünüz ancak onun
yıkılışı o kadar kolaydır ki sadece üflemek gerekir.
Günümüzde kadına
yönelik şiddet, cinsel istismar, aşağılanma kapitalist sistemin bir parçası hâline
gelmiştir. Onurlar zedelenmiş, kadın aşağılanmıştır. İbre artık kapitalizmin
sonunu göstermektedir. Onun yıkılışıyla birlikte kapitalist tuzaklara düşen
kadınlar da hakikati göreceklerdir. İşte o zaman özgürlüğün “dilediğini
yapabilme” değil de, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya
kendi rızasıyla, kendi aklıyla iman etmek ve O Subhanehu’nun hükümlerine tâbi
olmak olduğunu da göreceklerdir.
O hâlde söyleyin:
şimdi bu örümceğin ağına kim üfleyecek?
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış