Sosyal bir varlık
olma özelliği ile insan, her canlı gibi varlığını korumak ve yaşamını devam
ettirmek ister. Varlığını korumak ve sürdürmek için de araçlara muhtaçtır ve
bunları tek başına sağlayamaz. Yaşamın bir düzen içinde sürmesi ve
devamlılığını sağlayabilmesi için insanlar arası ilişkileri tüm yönleriyle
düzenleyen bir yapıya muhtaçtır. Toplumsal ve toplumlar arası ilişkilerde bu
işlevi gören mekanizma hukuktur. Hukuk kurallarının insanlar arasında eşit
uygulanmasını sağlayan ve birinin diğeri karşısında haksızlığa uğramasına engel
olan şey de adalettir. Bununla birlikte adalet; doğruluk, dürüstlük gibi adil
olmayı gerektiren ahlaki vasıfları da kapsar.
Allah Subhânehû
ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ
اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً
فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ
تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً] “Ey iman
edenler! Kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için
şahit olarak adaleti gözetin. İster zengin ister fakir olsun; onları Allah'ın
koruması daha uygundur. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer dilinizi büker
veya yüz çevirirseniz; Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[1]
[يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ
شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ
وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ] “Ey iman
edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.
Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun! Bu,
Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah'a isyandan sakının.
Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”[2]
Hukuk ve Adalet
Hukuk ve adalet
kavramı, toplumun huzuru, sükûnu, devlete olan güvenini ve saygısını ifade eden
bir kavramdır. Hukuk ve adalet kavramı ile insanların hem birbirlerine hem yöneticilerine
hem de üzerlerine tatbik edilen nizamlara olan güven tesis edilir. Ancak ve
ancak adaletle devletler ayakta kalır.
İslâm hukukunu
uygulamakla yükümlü olan yöneticiler, herhangi bir konu ile ilgili hükmü uygulamak
istedikleri zaman Allah korkusunu dikkate alırlar. Meseleyi sadece dünya ve
dünyevi çıkarlarla sınırlı tutmaz, meseleye maddi boyutu ile bakmazlar.
Yaptıkları uygulamaların ve verdikleri hükümlerin hakka uygun olmaması hâlinde
ahirette cehennem azabı ile cezalandırılacaklarını bilirler. Bu nedenle hüküm
verirken, herhangi bir mesele ile ilgili olarak insanların sorunlarını çözüme
kavuştururken Allah’ın rızasını dikkate alırlar. "Adalet mülkün
temelidir." ve "Devletin temeli adalettir.” gibi veciz
sözler, söz olarak kalmadan devlet eliyle hayatın her alanına
ulaştırılabilmelidir. Eğer bir devlette “adalet yoksa” o devletin temeli
çürüktür. Devlet "ebed-müddet" yaşayan bir kurum olmaktan
uzaktır.
Yargıya Güven
Sorunu
Türkiye’nin
ekonomi, sağlık, eğitim, tarım, sosyal ve siyasal sorunlarının yanında temel
sorun alanlarından birini de yargı oluşturmaktadır. Son yıllarda yapılan
kamuoyu araştırmalarında yargıya yönelik güven duygusunun her geçen gün daha da
azaldığı tespit edilmektedir. Yargının işleyişine ilişkin kamuoyunda oluşan
yaygın güvensizlik duygusu ve toplumda güçlü bir şekilde kendisini hissettiren
adalet arayışı ve beklentisi, yargının kendisinden beklenen adil olma, adalet
dağıtma işlevini gereği gibi yerine getirememesinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyet
yargısının, var oluş sebebine uygun bir biçimde görev icra edememesi, anayasal
ve yasal düzenlemelerin eksikliğinden ya da yanlışlığından ziyade, yargının
siyasal iktidarlar karşısında bağımsız ve tarafsız olamamasına dayanmaktadır.
Gerek anayasada
gerekse de diğer kanunlarda dünden bugüne sayısız düzenlemeler yapılmak
suretiyle suçun önlenmesi, toplumda yasalara ve adalete güvenin sağlanması
hedeflenmiştir. Fakat ne suçlar önlenebilmiş ne de toplumda yargıya, adalete
güven sağlanabilmiştir. Ulusalcı-Kemalist kliklerin, sonra Gülen yapılanmasının
ve ardından hükümete yakın “yerli ve milli” bakış açısına sahip hâkimlerin,
savcıların taraflı, önyargılı ve siyasi karakterli kararlarının, toplumda
böylesi olumsuz bir kanaatin oluşmasında etkisi büyüktür.
İstiklal
Mahkemeleri
Türkiye
Cumhuriyeti, İstiklal Mahkemeleri’nden Sıkıyönetim, DGM ve Özel Yetkili
mahkemelere varana kadar topluma yönelik birçok hukuk dışı uygulamalar
gerçekleştirirken, bunun yanı sıra ülke tarihi
askerî darbelerle de doludur. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül doğrudan askerî
darbe, 28 Şubat ise post-modern darbe olarak tarihe geçmiştir. Son olarak
bundan tam dört yıl önce 15 Temmuz da, ordu içerisindeki klikler yeniden
harekete geçerek cumhuriyetin karanlık tarihine yeni bir darbe daha
eklemişlerdir.
Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte Türkiye’de, hukuk ve yargı alanında çok ciddi sorunların
yaşandığı bilinmektedir. Tüm kurumlar gibi yargı da, Cumhuriyeti korumayı
kendine görev edinmiş bir kurumdur. Osmanlı Hilâfeti’nin yıkılmasına giden yolda
“üç dönemi” kapsayan İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Çıkarılan özel bir
kanunla ilk olarak 18 Eylül 1920 tarihinde kurulan ve Şubat 1921 tarihinde
kapatılan mahkemelerdir. İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri, 30 Temmuz 1921'de
çalışmalarına başladı ve 1923'ün Ekim ayına dek faaliyetlerini sürdürdü. Üçüncü
ve son dönem İstiklal Mahkemeleri ise 1923 ile 1927 yılları arasında etkin
oldu. Her üç dönemdeki İstiklal Mahkemeleri’nin ortak özelliği şudur: İslâm’a
ve Müslümanlara karşı girişilen mücadelede halkın dinini, inancını, kültürünü
ve Hilâfet kurumuna bağlılığını tamamen söküp atmak ve cumhuriyetle özdeşleşen
Batılı değerleri zorla kabul ettirmektir.
Hilâfet
Tartışmaları İstiklal Mahkemeleri’ne Taşınıyor
İstiklal
Mahkemeleri’nin hukuk kurallarını alt üst ettiği kararı, Aralık 1921 tarihinde
gerçekleşti. Saltanat ve Hilâfet’in kaldırılacağının konuşulduğu bir dönemde,
Konya’da bir yürüyüş gerçekleşir. Halk Hilâfet’in kaldırılması ihtimaline karşı
tepki gösterir. İlk dönem İstiklal Mahkemeleri’nin aslî görevi asker kaçakları
iken, o gün devreye girer ve meclisten korkunç bir karar çıkartılır. Kararda, “Bütün
bir Konya bölgesi irticaya müsait bir bölge olduğundan, gericiliğe müsait bir
zemin oluşturulduğundan Konya halkının bütünüyle tutuklanmasına!”
ifadeleri yer alır. İstiklal Mahkemesi o emir üzerine ivedilikle harekete
geçer. Konya merkezde 2 bin 300 kişi tutuklanır. Üç gün içerisinde 805 kişi
idam edilir, diğerlerine de ömür boyu da olmak üzere çeşitli cezalar verilir.
Resmî tarihe yazılmayan bu zulümler, halkımızın hafızasından da hiçbir zaman
silinmedi.
Hilâfet’in ilga
edilmesiyle başlayan süreçte rejimi koruma refleksiyle devrim mahkemeleri
olarak bilinen İstiklal Mahkemeleri kuruldu (1923-1927). O dönemde Tevfik
Rüştü, Mustafa Kemal’e “İhtilal Mahkemeleri” kurulması için bir öneri
sunar. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde düzenin sağlanamaması
üzerine, 1793’te Fransa’da kurulan olağanüstü yetkilere sahip “Fransız Devrim
Mahkemeleri” esas alınarak “İstiklal Mahkemeleri” kurulur. Bu mahkemeler
Hilâfet ve saltanatın yıkılmasına itiraz edenleri, kılık kıyafet ve şapka
kanununu reddedenleri ve cumhuriyetin ilanını eleştirenleri yargılamak için
Diyarbakır, İstanbul ve Ankara'da kurulmuştur. İstiklal Mahkemeleri’nde savunma
makamı da, tanık da yoktu. Verilecek kararlar daha mahkeme başlamadan belliydi.
Bu nedenle duruşmalar genelde “Sanıkların idamına, tanıkların bilahare
dinlenmesine…” cümlesiyle bitiyordu.
Türkiye
Cumhuriyeti, resmî tarihinde İstiklal Mahkemeleri’ni hiç öne çıkarmadı. Hatta yıllar
yılı adını anmaktan bile imtina etti ve hiç kimse tarafından sorgulanmadı,
gündeme getirilmedi. İstiklal Mahkemeleri’nin nasıl kurulduğu, kimleri
darağacına nasıl gönderdiği bugüne kadar çok az kaleme alındı. Hâkimlerinin
hukukçu olmadığı İstiklal Mahkemeleri’nin üç celladından biri olan Kel Ali’nin “Sadece
ben 5 bin 216 kişiyi idam ettim!” beyanı dışında kaç kişinin asıldığı,
öldürüldüğü bugüne kadar hiç açıklanmadı.
İslâmi Camia Hep
Mağdur Edildi
Cumhuriyetin
kuruluşundan bugüne, İstiklal Mahkemeleri’nden Anayasa mahkemelerine kadar çok
farklı çevrelerden ve İslâmi cemaatlerden kişi ve gruplar, yargı mağduru olarak
mahkeme zabıtlarındaki yerlerini aldılar. Bunlardan kimisi, memleketin
doğusunda bir Kürt ailenin çocuğu olmaktan başka suçu(!) olmayan biri olurken,
kimisi İslâm’a olan sadakati sebebiyle cezalandırılırken kimisi de 28 Şubat
sürecinde yanlış zamanda yanlış yerde olan mütedeyyin insanlar olabiliyor. Kimi
zaman bir sosyalist, kimi zaman bir milliyetçi, kimi zaman bir tarikatçı, kimi
zaman da bir “radikal dinci” olarak bu memleketin insanları, yasaların terör
suçu olarak vasfetmediği faaliyetlerin mahkeme heyetlerince, “terörist
olduklarında şüphe etmediklerinden” cezalandırılıp ömürlerini zindanlarda
çürütebilmekteler maalesef.
Cumhuriyet Dönemi’nde
Türkiye’de, zaman zaman iktidarların oy devşirmek ve halkın teveccühünü
kazanmak adına af kanunları çıkartılmış ve cezaevleri boşaltılmıştır. Kısa
sürede tekrar dolan cezaevlerinin müdavimleri yine maalesef özellikle İslâmi
hassasiyetleri olan Müslümanlar olmuştur. Yasal değişiklikler, kısmi ve genel
af uygulamaları halkı -bir nevi- “tavlama” tekniği olarak kullanılırken;
özellikle Diyarbakır Cezaevi ve Ankara’daki Mamak Cezaevi gibi bazı meşhur
cezaevi ve karakollarda görülen işkence uygulamaları da -kimi zaman doğrudan
kimi zaman da dolaylı bir şekilde yargı mekanizmasının bilgisi ve kontrolünde
bir “sindirme” aracı olarak mevcut statüko tarafından kullanılmıştır.
Baskıcı rejimlerin
ortak özelliği halkını potansiyel tehlike olarak görmesidir. Bu psikoloji, her
an tetikte olmayı ve her an varlığını hissettirmeyi gerektirir. Bu nedenle -adı
ister İstiklal Mahkemesi ister Sıkıyönetim Mahkemesi ister Devlet Güvenlik
Mahkemesi isterse de Ağır Ceza Mahkemesi olsun fark etmez- adları değişmiş olsa
da yargı/mahkemeler, diktatör rejimlerin vazgeçilmez savunma silahıdır.
Cumhuriyette
Darbeler Dönemi
27 Mayıs darbesi
sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanı gibi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri
sonrasında kurulan Sıkıyönetim askerî mahkemeleri, adaletli yargıç ve hâkim
güvencesinden yoksun mahkemeler olma unvanına sahiptir. Bu dönemde çıkarılan
bir kanun ile sivillerin askerî mahkemelerde yargılanabilmesinin önü açılırken,
bu yıllarda işkence, gündelik yaşamın parçası hâline getirildi. Sıkıyönetim
askerî mahkemeleri, hiçbir hukuk eğitiminden geçmemiş kıta subayı başkanlığında
kurulmuş mahkemelerdir. Kuruluş maddelerinde “subay üyenin muharip sınıftan
ve en az yüzbaşı rütbesinde olması, subay üyenin nezdinde askerî mahkeme
kurulan komutan tarafından seçileceği” şeklinde beyan edilmektedir.
Sıkıyönetim komutanının istediği yönde karar vermeyen mahkeme üyeleri başka
görevlere atanmış, hatta mahkemenin toptan kapatılması yoluna bile gidilmiştir.
Tarihe geçmiş bir örnek olarak, 1971 yılında İstanbul Sıkıyönetim 1 No.lu Askerî
Mahkemesi, 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün
emriyle kapatılmış ve üyeleri çeşitli illere sürgüne gönderilmiştir.
12 Mart askerî
darbesinden sonra yeni bir darbeyle ülkede yönetime gelen 12 Eylül Askerî
Cuntası, bir yandan sıkıyönetimin kaldırılmasını değerlendiriyor diğer yandan
da Sıkıyönetim Askerî mahkemelerinin devam etmesini istiyordu. Ama sivil dönemde
askerî mahkemenin faaliyet sürdürmesinin sakıncalı olacağı da kabul ediliyordu.
Bu sakıncayı ortadan kaldırmak için, bu mahkemelere sivil bir görünüm
kazandırılması düşünüldü ve bunun için yeni bir model arayışına gidildi. Bu
arayış neticesinde, Fransa'nın Cezayir halkının kurtuluş mücadelesini bastırmak
için kurduğu “Devlet Güvenlik Mahkemesi” modeli, o dönemde örnek alındı. 12
Eylül'den sonra anayasal güvence ile kurulan DGM'leri meşru göstermek isleyen
laik Kemalist kesim, Fransa'yı örnek aldıklarını söylüyorlardı. Hâlbuki Fransa
da, Mussolini İtalyası'nın DGM'lerini örnek almıştı. Türk Ceza Kanunu doğrudan
İtalya'dan alındığı hâlde, DGM'ler’in, dolaylı olarak alınması tercih
edilmişti.
28 Şubat: Post
Modern Darbe
28 Şubat 1997’de
TSK içerisindeki güçler, “1000 yıl sürecek” denilen iklimin kalıcılığı için bir
kez daha harekete geçmişti. 28 Şubat dönemine ait “ordu-yargı-medya”
kıskacındaki hak ihlalleri, izlerini bugün de hâlen taşıyor. O döneminde sırf
camide Kur'an-ı Kerim dersi verdiği için binlerce mütedeyyin kişi gözaltına
alınıp türlü türlü işkencelere maruz kaldı. Üniversitelerde okuyan binlerce
genç kız, başörtüsü yasağından ötürü ya okullarını bırakmak zorunda kaldı ya da
ikna odalarından geçerek başını açmak durumunda bırakıldı. İslâmi sembollerin
yasaklandığı bu yıllar, toplumun psikolojik bir travmadan geçtiği yıllar oldu.
2005 yıllarında
askerî cunta hareketi tarafından “Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven” isimleriyle
yeni darbe planları yapılmış, kamuoyunda çokça tartışılan bu darbe hazırlıkları
fiiliyata geçirilemeden engellenmiştir. Hukuk dışı yollarla darbe planlayan bu
yapılara karşı Ergenekon, Balyoz davaları kapsamında “Özel Yetkili Mahkemeler
“oluşturulmuş ancak AK Parti iktidarı tarafından gerekli cezalandırma iradesi
gösterilememiştir. 28 Şubat’ın aktörleri gibi diğer darbeciler de kısa süreli
cezaevi esaretinden sonra serbest bırakılmışlardır. Fakat onların mağdur etmiş
olduğu aileler, kumpaslar sonucu cezaevlerine konulan ve yıllardır haksız yere
tutuklu bulunan Müslüman mahkûmlar, eşler, aradan yıllar geçmesine rağmen
maalesef bugün hâlen cezaevindeler. ÖYM'lerin yerini ise kapatıldığı 2012
tarihinde Terörle Mücadele Kanunu'nun 10. maddesi ile yetkili Bölge Ağır Ceza
Mahkemeleri aldı. Bu mahkemelere temel teşkil eden mevzuat ise aynı kaldı.
Kurumsal olarak birbirinin devamı olarak görülen DGM, ÖYM ve TMK 10 ile Yetkili
Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri’ne ilişkin dile getirilen değerlendirmelerin en
başında "hüküm bağımsızlığının genel olarak bulunmadığı, hâkim ve
savcıların devleti koruma refleksiyle hareket ettiği ve terör mevzuatı
nedeniyle de delil bulunmaksızın kanaatle ağır hapis cezalarının
verilmesi" gelmektedir.
“FETÖ” Yargısı ve
15 Temmuz Darbesi
2002’de iktidara
gelen AK Parti ile sırt sırta veren “FETÖ”, yargıda hâkim ve savcıları ile söz
sahibi oldu. “FETÖ”, bu dönemde laik Kemalistleri aratmayacak bir tarzda
Müslümanlara yönelik operasyonlara girişmiş, uydurma deliller, sahte belgelerle
hazırlanan dosyalar ile cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen hukuksuzluklara
yeni yeni halkalar eklemiştir. Tahşiye Davası, Selam-Tevhid Davası, İhya-Der ve
Hizb-ut Tahrir davaları kurulan kumpasların en açık örneklerdir. “FETÖ”
yargısının yuvalandığı Yargıtay 9. Ceza dairesi, Hizb-ut Tahrir davaları
kapsamında yaklaşık 500 kişi hakkında 1800 yıllık cezalar vererek yargıdaki
Kemalist zulmün devamı niteliğinde “Düşman Ceza Hukuku” prensibini kaldığı
yerden uygulamaya devam etmiştir.
15 Temmuz 2016
yılında gerçekleşen başarısız darbe girişimine de kısaca değinecek olursak; o gün
Türkiye’de meydana gelen olaylar iyi etüt edildiğinde, darbecilerin YAŞ
kararlarıyla ordudan atılacak olan topun ağzındaki İngiliz yanlısı maceraperest
subaylar olduğu görülür. Darbe girişimin arkasında Gülencilerin olduğunu
söylemek, doğru değildir. Çünkü Gülenciler, daha çok yargı ve STK’larda
öbekleşmişlerdir. Birincisi, sömürgecilerin desteği olmadan darbe yapabilecek
askerî kapasiteleri yoktur. İkincisi, Amerika’nın komutu ile hareket
etmelerinden dolayı onun izni olmadan kıpırdayamazlar. Gülen hareketi, 15
Temmuz darbe girişiminin düzenleyicisi değil, özellikle bireysel çapta
yargıdaki unsurları ile darbe girişimine iştirak etmişlerdir. Dolayısıyla başta
yargı kurumlarına olmak üzere tüm devlet bünyesindeki yapılara ve özel sektöre
yönelik yapılan operasyonlar, tutuklamalar, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren
yuvalanmış İngiliz yanlısı hedefleri zayıflatmaya, etkisizleştirmeye yönelik
girişilen bir çabadır.
Cuntacıların açık
laiklik bildirisi Türkiye Müslümanlarının duygularını ajite etmiştir. Hain 15
Temmuz darbe girişimine karşı Müslüman halkın “abdest alarak” meydanlara
çıkması, “Ya Allah, bismillah, Allahu Ekber” sloganları atarak sokakları
doldurması, “salavatlarla, tekbirlerle” tanklara karşı gelmesi AK Parti
iktidarı tarafından “laik rejimin bekası” açısından bir sorun olarak görülüp,
darbe girişimi sonrası yapılan tüm etkinliklere “demokrasi” kılıfı
giydirilmiştir.
Fedakâr halkımız;
demokrasi için mi, laiklik için mi, küfür sistemi için mi canlarını feda etti?
Sonuç olarak
olaylar, acı vericidir. Çünkü akan kanlar, İngiliz ya da Amerikan kanları
değil, Müslümanların kanlarıdır. Yıkılan havaalanları, binalar ve meydanlar,
Amerika ya da İngiltere değil, bizim ülkemizin hava alanları, binaları ve
meydanlarıdır. Böylece diğerlerinde olduğu gibi bu darbe girişiminin de her
saati, ülkemiz ve halkımız için zifiri karanlıktır.
AK Parti Yargısı
Bu darbe girişimi cumhuriyet
tarihi için de bir milat niteliği taşımaktadır. Zira o tarihten sonra AK Parti
hükümeti, başta yargı olmak üzere tüm devlet kurumlarından “FETÖ” iddiasıyla
kendisine muhalif görüşte olan tüm kesimlere yönelik ciddi bir taarruz
başlattı. AK Parti hükümeti, oluşan darbe atmosferi içerisinde ipleri eline
geçirebilmek adına “ordu, yargı ve emniyet” üçgeninde yapısal değişikliklere
gitti. AK Parti iktidarı, yargı ile alakalı tüm günahları "FETÖ"
yargısının üzerine yıkarken, "FETÖ"nün verdiği cezaları AK Parti
yargısı onamaya devam ediyor. “FETÖ”nün yuvalandığı Yargıtay 9. Ceza Dairesi
kapatıldı. 9. Ceza Dairesi’nin yürüttüğü dosyalar Yargıtay 16. Ceza Dairesi’ne
devredildi. Yukarıda belirttiğim Hizb-ut Tahrir davaları kapsamında Yargıtay 9.
Ceza Dairesi’nin yaklaşık 500 kişi hakkında vermiş olduğu 1800 yıllık cezayı,
görevi devralan Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin onaylamasıyla binlerce Müslüman
cezalandırılmış, bir o kadar aile de çocuklarıyla birlikte mağdur edilmiştir.
97 yıl önce
İstiklal Mahkemeleri’yle başlayan "Düşman Ceza Hukuku" uygulaması, AK
Parti’nin 18 yıllık iktidar geçmişine rağmen, yapılan onlarca değişikliğe,
çıkarılan yüzlerce KHK’lere rağmen, aradan geçen bunca süreye rağmen ilk günkü
gibi Müslümanlar için hâlen devam ediyor. 28 Şubat, Balyoz, Ergenekon ve darbe
sanıkları “siyasetin müdahalesiyle” beraat ederken, bunların sahte delillerle
cezaevine attığı mazlumlar, aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ cezaevinde. Yüz
binlerce mağdur ise mahkeme kapılarında hak arama ve suçsuzluklarının ispatı
için hukuk mücadelesini sürdürüyorlar. Adalet arayışı, Türkiye’de her kesim
için değişmeyen bir ihtiyaç. “Hukuk siyasetin köpeğidir” sözü, 97 yıldır cumhuriyet
Türkiye’sinde geçerliliğini hâlâ koruyor.
İstiklal Mahkemeleri
tarafından çıkarılan “Hiyanet-i Vataniye” kanunu normalde savaştan kaçan
askerler için çıkarılmış bir kanun olmasına rağmen her türlü muhalif yapı için
kullanıldı. Hilâfet isteyenler, saltanat isteyenler, Kemalizm karşıtı olanlar
hep bu yasa çerçevesinde mahkûm edildi. Bugün de bu düşünce çerçevesinde sözde
“terörle mücadele” kapsamında Müslümanlar cezalandırılmaya devam edilmekledir.
Sonuç olarak:
Günümüz dünyasında
beşerî ideolojiler ve bunların temsil edildiği devletlerde adalet, genellikle
“egemenlerin adaleti” şeklinde bir mahiyet arz etmiştir. Hukuklarını
oluştururken her ne kadar “ilkeli” ve idealist ifadeler yasa kitaplarına
konmuşsa da uygulamada siyasi konjonktürün ya da olağanüstü hâllerin etkisi
görülmüştür. Bu sebeple hukukun üstünlüğü ilkesini, diline pelesenk etmiş yargı
erkinin, üstünlerin hukukunun bir aracı olduğunu da burada tespit etmek
gerekir. Zira Türk yargı tarihi, mahkeme heyetlerinin kulaklarına fısıldanmış
ya da sanıklar hakkında başka odalarda kapalı kapılar ardında verilmiş nice
kararları sadece bir tasdik makamı gibi onayladıklarına da şahittir. Laik
demokratik sistemin Müslümanlar üzerine tatbik edilmesiyle başlayan zulümlerden
ne yazık ki hiç ders çıkarılmıyor. Özellikle -laik demokratik sistemin
uygulayıcısı- olarak AK Parti iktidarı, zulüm ediyor ve zulmedenlere
meylediyor. Hâlbuki Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى
الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ] “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş
size de dokunur.”[3]
Bugün yeryüzünün
hiçbir yerinde Allah’ın hükümleri uygulanmıyor. Yani hak değil, batıl olan
laiklik ve demokrasi hâkimdir. Müslümanları adalet ve ihsanla siyaset edecek,
aralarında Allah’ın hükümleri ile hükmedecek, Allah yolunda onlarla birlikte
omuz omuza cihat edecek, bu dünyada izzet, ahirette de kurtuluşa eriştirecek
Râşidî Hilâfet Devleti olsa bu zulümler yaşanır mı? Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle
buyuruyor:
[وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ
وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا
تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ عَمَّا جَٓاءَكَ مِنَ الْحَقِّۜ لِكُلٍّ جَعَلْنَا
مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاًۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً
وَاحِدَةً وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَٓا اٰتٰيكُمْ فَاسْتَبِقُوا
الْخَيْرَاتِۜ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا
كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَۙ] “(Rasulüm!) Sana da kendisinden önceki kitapları tasdik
edici ve onları koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen bu gerçeği bırakıp da onların
isteklerine uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol, yöntem verdik. Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek
istedi. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah’adır. Allah size hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”[4]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış