KADIN BEYANINI ESAS ALAN 6284 SAYILI KANUN MAĞDURLARI

Haluk Özdoğan

11 Mayıs 2011 tarihinde “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adı altında bir sözleşme İstanbul’da imzaya açılmıştı. Bunun en temel gerekçesi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından 2009 yılında Nahide Opuz davası kararıyla, sanki Avrupa ülkelerinde “kadına yönelik şiddet” sıfırlanmış gibi, AİHM tarafından Türkiye’nin “kadını korumadığı” iddiasıyla mahkûm edilen ilk ülke olmasıydı. Bu mahkûmiyet sonrası AB Konseyi’nin dayattığı ve İstanbul’da imzaya açılması nedeniyle “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan sözleşmenin de ilk imzacısı, Türkiye oldu. Bu sözleşmeye bağlı olarak, birkaç ay sonra 2012 yılı Mart ayında 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. İşte bu kanundan sonra Türkiye Müslüman halkının toplumsal yapısına dinamit konuldu. Artık aile ile özdeş yuva, mezkûr kanundaki adıyla “paylaşılan hane” adını alıyordu. Kanunun başlığında her ne kadar “Aile” kelimesi geçse de kanun aileden çok “kadının korunması”na odaklanan bir yasa olarak, içtimai hayatımızda baş köşede yerini aldı.

Peki Türkiye her AİHM kararını, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi dikkate alıyor mu? Tabii ki hayır. Zira Gezi Davası tutuklusu Osman Kavala ve HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında da AİHM kararı var. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan “bizi bağlamaz” diyerek, istediğinde bu kararı uygulamayabiliyor. İstendiğinde ya da pragmatist siyaset gerektirdiğinde “Ey! Avrupa” denilerek üst perdeden salvolar adrese teslim gönderilebiliyor. O hâlde bu sözleşmeye bağlı kalmaktaki ısrar neden, anlamak mümkün değil!

Kadına yönelik “pozitif ayrımcılık” adı altında uygulanan kadın-erkek ilişkilerine dair bozuk bakış ve mezkûr yasanın mağdur ettiği babalar, çocuklar hatta bu yasaya dayalı olarak, eşini şikâyet ettiği için bin pişman olmuş binlerce “kadın” mağdur var etti toplumumuzda. Ancak seslerini duyan olmadığı gibi bu kanuna karşı çıkanlara “kadın düşmanı” yaftası vuruluyor bazı aklı evvel çevreler tarafından. Hâlbuki içler acısı bir durum var ortada. Sadece “Süresiz Nafaka Platformu”, “Boşanmış İnsanlar ve Aile Platformu” gibi toplulukları toplumumuza “kazandırmış?” olması bile başlı başına, 6284 sayılı yasanın doğurduğu mağduriyetler hakkında bir ipucu veriyor.

Öte yandan mer’i/yürürlükteki kanunların her birinde kanuna ilişkin tanımlamalar bölümü yer alır. Tabii ki önce 6284 sayılı yasanın amaç bölümünde şu ifade ediliyor: “Kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.” Tanımlamalar bölümünde ise “Bakanlık” yani hangi bakanlığın yetkili olduğu, “Ev içi şiddet”, “Hâkim”, “Kadına yönelik şiddet”, “Şiddet”, “Şiddet mağduru”, “Şiddet önleme ve izleme merkezleri”, “Şiddet uygulayan” ve “Tedbir kararı” gibi tanımlara yer veriliyor. Ancak görüldüğü üzere aileye ilişkin herhangi bir tanımlamaya yer yoktur. Bu açıdan aileyi korumak gibi bir dert yoktur. Kanunun başlığı ile içeriği arasında “ailenin korunması” açısından bir bağ yoktur. Eğer aile kavramının tanımlaması yapılmış olsaydı en azından ailenin resmî olarak nasıl tasavvur edildiğini net bir şekilde görmüş olacaktık.

Bu kanuna bakarsanız sanki aile, kanun zoruyla bir araya getirilmiş bireylerin, birbirlerine şiddet uygulamadan aynı “haneyi paylaşanlar” olarak anlaşılıyor. Çünkü kanunun “Ev içi şiddet” tanımlamasına göre aileyi anımsatacak bir ortamdan çok “şiddet mağduru” ile “şiddet uygulayan” tabirleriyle sanki her an birbirine şiddet uygulamaya hazır “birey”lerden bahsediliyor. Ayrıca kanun “Aynı haneyi paylaşmasalar bile” istisnasını da getirerek -sözde- tüm “birey”leri güvence altına almış oluyor. Şiddet dediğimiz olgu, sadece birbirleri aralarında kan bağı veya medeni evlilik gereği kanuni bağ bulunanlar arasında gerçekleşmiyor ki sözde aileyi ilgilendiren bu yasada yer alsın. Asayişi sağlamak üzere var olan kanunlar yeterli değil mi ki bu 6284 sayılı yasaya ihtiyaç duyuldu? Bu kanunun “aynı haneyi paylaşma-paylaşmama” tabirlerinden, erkek ve kadının evlilik bağı ile bir arada bulunmadığı yani bizzat zina amaçlı nikâhsız birliktelikleri de kapsamına aldığını anlıyoruz. Bunun da dayanağı elbette 2004 yılında zinanın suç olmaktan çıkarılmış olmasıdır.[1] Bu nedenle de bir aile tanımı ortaya çıkmıyor.

Bugünün Batı toplumlarında olduğu gibi toplumumuzdaki erkek ve kadın arasındaki ilişkilere bakış da dişilik ve erkeklik esası, yani cinsellik egemen olduğu için, kadın erkek arasındaki ilişkilerin gerçekleşmesi için karşılanması olmazsa olmaz görülen cinsel arzuların tahriki, cinsel düşüncelerin icadı zorunlu hâle gelmiş oluyor. İşte bu kadın-erkek ilişkilerine bakıştaki bozukluktur. Bu bakışa göre evlilik, bireylerin dilediği kişi ile sadece cinselliğe odaklanmış bir ilişki kurması önündeki en büyük engel, yani “bireysel özgürlüğü” kısıtlayan bir kurum olmaktadır. Neslin devamının garantisi olan evlilik ve aile kavramlarının anlamını yitirdiği ve gereksiz addedildiği bir ortamda aileye ilişkin bir tanım nasıl ortaya çıksın ki?

Madem ki aileden çok “bireyler arası şiddet”i, bilhassa “kadına yönelik şiddet”i önlemeye matuf böyle bir kanun var hayatımızda, o hâlde sonuç bakımından sözü edilen şiddetin ya tamamen ortadan kalkmış olması ya da geçmiş yıllara göre düşüş göstermesi gerekmiyor mu? Tabii ki tüm laik ülkelerde olduğu gibi kanunlar ancak kâğıt üzerinde kalmaktadır. Çünkü rakamlar “şiddet”in düşüş eğiliminde olmadığını bilakis giderek artmakta olduğunu gösteriyor. Nitekim aileyi de koruyacağını iddia eden yasa gerçekte aileyi korumak yerine yıkıyor. Avrupa’nın istatistik kurumu Eurostat'a göre 2017 yılında Türkiye'de her 100 evlilikten 22,5'i boşanmayla sonuçlandı. 2007 yılındaysa her 100 evlilikten 14,8'i boşanmayla sonuçlanmıştı. “Giderek Avrupa standartlarını yakalıyoruz” diye “Ey yöneticiler seviniyor musunuz?” diye sormak gerekir. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre de Türkiye'de her geçen yıl evlenme oranları düşüyor, boşanma oranları ise artıyor. 2019 verileri Mart ayında açıklanacak olsa da geçen yılın verileri resmi ortaya koyuyor. Zira Türkiye'de 2018 yılında boşanan çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 10,9 artış göstererek 142 bin 448'e yükseldi.

Norveç Büyükelçiliği tarafından finanse edilen bir programda konuşan Öz İplik-İş Sendikası Proje Koordinatörü ve Kadın Komitesi Başkanı Funda Pınar Özcan şu tespitleri paylaşmıştı “Ocak ayından Kasım’a kadar 2019’da 324 günde en az 302 kadın öldürüldü. 532 kadın şiddete uğradı. 2019’un ilk yarısında 31 kadın tecavüze uğradı. 288 kadın seks işçiliğine zorlandı. 138 kadın tacize uğradı. 139 çocuk istismar edildi.”[2] Eurostat’ın rakamlarına göre kadına şiddetin her alanda yaygın olarak görüldüğü Fransa’da 2019 yılı başından bu yana en az 130 kadın eski eşi ya da sevgilisi tarafından öldürüldü. Bu rakam 2017 yılında 123 kadın iken, geçtiğimiz sene ise 108 olarak kayıtlara geçti. Fransa'da her yıl yaklaşık 200 bin kadının şiddet mağduru olduğu ifade ediliyor.

Almanya’da ise 2018 yılında tecavüz, taciz ve zorla fuhuş mağduru 114 binden fazla kadın olduğu belirtilirken, yine 2018 yılında üç günde bir kadının yani 122 kadının öldürüldüğü duyuruldu.[3]

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay da TBMM Genel Kurulu’ndaki Bütçe sunumunda, “81 ilde hizmete açtığımız Şiddeti Önleme Merkezleri (ŞÖNİM)’den bugüne kadar toplamda 514 bin kişi yararlanmıştır.” açıklamasında bulunmuştu. Buradan hareketle 7 yılda 514 bin kadın şiddet gördüğü için bu merkezlerden yararlanmış. Bu, yılda en az yaklaşık 73 bin 500 kadının, ayda 6 bin 100 kadının, günde 204 kadının, saatte 8 kadının şiddete uğradığını ortaya koyuyor. O hâlde nerede kaldı iddia edilen “kadının korunması”?

Öte yandan bu uğursuz kanunun toplumda açtığı başka yaralar da var elbette. Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre, tamamen kadının beyanını esas alan 6284 sayılı yasa doğrultusunda son 5 yılda 1 milyon 973 bin yani yaklaşık 2 milyon kişi evden uzaklaştırılmıştır.[4]

Boşanmalarda ülkemizin sıçrama yaşamasının diğer bir nedeni de 4721 nolu Türk Medeni Kanunu’nun 175. maddesi gereği 1 yıl olan yoksulluk nafakasının, 1988 yılında süresiz hâle getirilmesiyle boşanmalarda ortaya çıkan süresiz nafaka meselesidir. “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşen tarafa boşandığı eş ömür boyu yardım etmelidir!” gerekçesiyle “eşit kusurlu da nafaka öder” maddesi eklenerek bir yoksulun geçimi, ömür boyu başka bir yoksulun sırtına yüklendi. Böylece devlet kimi nasıl mağdur ettiğine bakmadan sadece nafakayı ödemeyenleri hapse atmakla mükellef olup, asli sorumluluğu olan yoksula sahip çıkma sorumluluğunu da sırtından atmış oldu. Boşanmış İnsanlar ve Aile Platformu Başkanı İlknur Birsel Büyükakça, süresiz nafaka konusunun toplumsal bir çıkmaza dönüştüğünü ve çiftlerin boşanmasının ardından nafakanın ancak, kadının yeniden evlenmesi, ölmesi, ahlaksız bir hayat sürmesi ya da iş bulması gibi durumlarda düştüğünü ifade ediyor. Yasaya göre asgari ücret ile çalışan eşe -sözde- nafaka verilmemesi gerekiyor. Ancak devlet asgari ücreti “geçim sağlamaya uygun?” kabul ediyor olmalı ki akla ziyan bir asgari ücret takdir ederken mahkemeler, devletin aksine asgari ücretle çalışan bir kadının kendine bakamayacağına inanıyor. Bu nedenle de 3 bin 200 TL’yi baz alıyor ve eğer kadın bu miktarın altında bir maaşla çalışıyorsa kocanın nafaka vermesine karar veriyor. Öte yandan başka bir erkekle hayatına devam eden kadının fotoğrafları ve videoları mahkemeye sunuluyor. Mahkeme bu kez de kanıtları “özel hayatın ihlali” olarak yorumluyor ve nafakanın ödenmesinin devamına karar veriyor. İnsanlar ve Aile Platformu Başkanı İlknur Birsel Büyükakça’nın şu ifadesi ise vahim bir tabloyu gözler önüne seriyor: “Bir kadınla 10 gün evli kalıp, 29 yıldır nafaka ödeyen mağdurlar var. Kadının yüzünü dahi unutmuş ama her ay maaşından bir kısmını o kadına yollamak zorunda. Yollamazsa hapis yatacak. Eğer hapse girse de çıkınca borçlar silinmiyor. Aksine mahkeme ve avukat masrafları da mağdur kişinin sırtına yükleniyor.”

Bu kanunun bazı işverenler açısından faydası da var tabii ki. Zira boşanan kadın nafakası kesilmesin diye kayıt dışı çalışmayı kabul ediyor. Dolayısıyla yasa insanları ömür boyu birbirine bağımlı yaşamaya mahkûm edip ayrıca nikâhsız yaşamın da önünü açıyor. Kaldı ki erkekleri evlilikten soğutan bu yaklaşım, evlenmesi durumunda erkeğin yeni eşiyle kurduğu yuvasında da çok ciddi huzursuzluğa neden oluyor.[5]

2012 yılında Anayasa Mahkemesi’nin “Süresiz nafaka” uygulamasının kaldırılmasına ilişkin yapılan başvuruyu reddettiği kararında garip bir şekilde “nafaka talep edilen eşin de nafaka ödeyebilecek ekonomik gücünün bulunması gerekmektedir” ifadesi de yer alıyor. Süresiz Nafaka Platformu yöneticilerinden İlhan Engincan’ın açıklamasına göre nafaka/tazyik hapsinden dolayı 25.000 kişi içeride yatıyor. [6]

Sonuç olarak süresiz nafaka ile “Fırsat Evlilikleri” kavramı hayatımıza girdi. Boşanma sonrası yeni kurulan evliliklerde de zincirleme olarak yıkım başladı. Dolayısıyla devletin Medeni Kanun yoluyla süresiz nafaka zulmü sonucu, cinnet vakalarındaki artış da 6284 sayılı kanuna daha fazla işlerlik kazandırmış görünüyor. Zira Medeni Kanun’un dayattığı süresiz nafaka ile insanları çıldırma noktasına taşıyıp, -sözde- korunması öngörülen kadınların 6284 sayılı yasa kapsamında ŞÖNİM’e koşturması sağlanıyor. Tıpkı “tavşan kaç, tazı tut” misali. Dolayısıyla Medeni Kanun ve 6284 sayılı kanun birbirini besleyen ve toplumu temelinden yıkan birer dinamittir.

Yine ülkemizde uygulanan Medeni Kanun’a dayalı evlilik nedeniyle, küçük yaş olarak kabul edilen 18 yaşına girmemiş kimseler, daha önce ailenin muvafakati ve hâkimin onayı ile evlenebilirken bugün 18 yaşından küçük yaşta evlenmiş olanlar, resmî evlilik yapmış olsalar bile, yıllar sonra “nitelikli cinsel istismar” suçlamasıyla, muvafakat veren aile büyükleri de eşler de 20 yıla kadar hapis cezalarına çarptırılarak gerçek tecavüzcülerle aynı yere kapatılıyor. Bu mağduriyeti yaşayan bugün 8000 aile bulunmaktadır. Bu konunun çözümüne ilişkin 2016 yılında meclise bir kanun teklifi getirilmiş, kanuna göre yasal evlenme alt sınırı olan 18 yaşından küçük yaşta evlenenlerin bir kereye mahsus serbest bırakılması öngörülmüştü. Ancak feminist kadın dernekleri ve aile düşmanları olayı çarpıtarak, “kadınlar tecavüzcüleriyle evlendiriliyor” yaygarası koparmış, bu bir avuç feministin tepkileri dolayısıyla hükümet tarafından geri adım atılarak, masum insanların cezaevinde kalmasına göz yumuldu. Devlet böylece “cinsel istismar”la mücadeledeki “azmini?” göstermiş oldu. Bu öyle garip bir konu ki yaşı resmî olarak “küçük” de olsa, ailelerinin haberi olsun-olmasın, eğer kendi rızalarıyla kızlar ve erkekler bir evde nikâhsız yaşasalar ya da zina etseler sorun olmazken ailelerin ve evlenenlerin rızasıyla resmî evlilik gerçekleştirilince “nitelikli cinsel istismar” kabul ediliyor.

Yaşanan bu mağduriyetlerin asıl sebebine değinmek gerekiyor ki bunun kökleri “Batılılaşma mikrobu” ile toplumumuza dayatılan hastalıklı bakıştan kaynaklanıyor. Zira İslâm ümmetinde fikrî zafiyetin başladığı 18. yy’da dahi “aydınlanma” dönemini yaşayan Avrupa’da “kadın”ın adı yoktu aslında. Fakat aynı dönem Batı yeni icat ettiği fikirlerle ve hadaratıyla, yaşam tarzıyla İslâm ümmetine meydan okumaya yöneldi. İçimizden devşirdiği hayranları vasıtasıyla “Batılılaşma mikrobunu” veya Avrupa’ya uygun deli gömleğini İslâm ümmetine çağdaşlık adı altında pazarlamaya koyuldular. 1839 Tanzimat Fermanı esas alınarak 1840’da mahkemelerin fiilen şer’î ve medeni mahkemeler şeklinde ayrılmasıyla başlayan batış/Batılılaşma süreci ile Avrupa halkları için kilise otoritesinin tahakkümünden bir kurtuluş olan “dinin hayattan ayrılmasının”/laikliğin ilk adımı atılmış, cumhuriyetin kurulmasıyla da laiklik artık, devletin esasını oluşturmuştur. 17 Şubat 1926’da İsviçre’den ithal edilen Medeni Kanun’un, kabulü ile de kişiler hukuku, aile, miras, eşya hukuku ilişkilerinde İslâmi hukuk yerine laik hukuk kabul edilmiştir.

Burada Orta Çağ hadaratı ya da Orta Çağlardaki yaşam tarzı ve Orta Çağlardaki sistem üzerinde detaylıca duracak değilim. Velakin, genel olarak çağımız Batı hadaratının içerdiği hususların tamamı, yaşam tarzı, kanun koyma biçiminden, kanunlarına kadar, Orta Çağların var ettiği ilahi yetkilendirme nizamından, dini devletten, kilise sisteminden, ilahi yetkilendirme adı altında hükmeden krallık sisteminden yani insanların hayatına hükmeden dinden vazgeçmesidir. Günümüz Batı yaşantısı Hristiyanlık akidesine değil, “dini hayattan ayırma” akidesine, laiklik akidesine dayanmaktadır. Zira dinin fertlerin mabet ya da evlerdeki uygulamalarından başka, kanun koyma, devlet düzeni ve toplumsal ilişkiler bakımından kamu hayatında bir varlığı yoktur.

18. asrın sonlarındaki Fransız Devrimi’nden sonra insanlar, kilise kabusundan kurtulunca daha dakik bir tabirle, Orta Çağ hadaratına galip gelinince, yönetim alanında demokratik sistem, iktisat alanında kapitalizm, bireysel durumlara ilişkin ise genel hürriyetler şeklinde yeni düzenlemeler var edildi. Batı dünyası ve Batı toplumu için yeni kanunları benimseme işini üstlenen yeni kanun koyucular, yeni sistemde çıkardıkları yasaların içine, evlilik için de yeni bir sistem ortaya koymaları gerekiyordu. Çünkü onlar, evlilik akdi meselesinin kilise tarafından üstlenilmesini reddetmişlerdi. Böylece Avrupalılar “dini nikâh” fikrinden “medeni nikâh” fikrine geçtiler. Hatta dinî nikâha bağlı olanlar da devletin otoritesine dayanarak ilgili makamlar önünde medeni nikâhlarını yapmak zorunda kaldılar. Medeni nikâhtan sonra kilise ya da mabetlere gidip dinin emirlerine göre özel törenlerle nikâhlarını gerçekleştirmek isterlerse de bu, kişisel bir mesele oldu. Devlet, ancak devletin kanunlarına göre yapılan medeni evlilik akitlerini kabul eder oldu. Burada medeni evlilikten kastedilen de basitçe, kiliseden ve din adamlarının egemenliği, tasallutu veya vesayetinden uzak bir şekilde mevcut hukukun kontrolünde olan evlilikti.

Terminoloji olarak artık kullanılmasa bile, kilisenin sırrı veya ilahi sır olarak isimlendirilen “dini nikâh”, iki taraf arasında kıyılan nikâh değildir. İki tarafın kabulüne ek olarak kilise tarafından yetkilendirilen din adamı tarafından kurulan evlilik, dinî evliliktir. Zira kilise evlilik müessesesi olarak isimlendirdikleri yeni müesseseyi kuran otoritedir. Bu evlilikler kilisenin vesayeti altında sürer. İlk başlarda zinanın ispatlanması dışında, bu iki eşin kilisede evlilik akdini bozma veya boşanma hakkı yoktu. Daha sonra, bu şarttan da vazgeçtiler ve boşanma yasaklandı. Bundan sonra belirli durumlar için küçük bir alan açıldı. Velakin bunda da ne erkeğin ne de kadının kendi aralarında anlaşarak boşanmaya hakkı vardı. Çok kısıtlı bir keyfiyette olmak koşuluyla, yani din adamı izin verirse boşanmayı gerçekleştiren kiliseydi. Bu evlilik, kiliseye göre iki taraf arasındaki anlaşmadan doğan bir akit değildir. Evlilik, ancak kilisenin inşa ettiği kilisenin feshetmesiyle feshedilebilen bir meseledir. Dolayısıyla bu akit üzerinde vasilik yapan kilise otoritesidir ve işte bu dinî evliliktir. Medeni evlilik ise dediğimiz gibi nikâh akdi ve bununla ilgili çıkarılan, evliliğin üzerine bina edilen akitleşmedir. Daha sonra boşanma olduğunda yetki kilise otoritesinden, siyasi meseleleri üstlenen siyasi sultayı üstlenen medeni devlete yani laik devlete verildi.

Fransız Devrimi’nden sonra laik devletler adına kanun koyma işini üstlenen medeni kanun koyucuların yaptığı tek şey ancak, kilise kanunlarını alıp, bu kanunlar üzerinde bazı tadilatlar yapmak olmuştur. Başlangıçta bu tadilatların önemsiz olduğu görülür. Evlilik hakkında ilk düzenledikleri kanunda laik yasa koyucular evliliği, erkeğin ailenin reisi olduğu eşlerin ortaklığı gibi düzenliyorlardı. Ancak günümüzde, görevlerde, haklarda ve nafakada eşitlik ve bunun gibi eşitlik namesi dillendirildiği için Avrupa toplumuna daha çok günümüz Avrupa toplumunun şeytanlarına uyması için değişikliğe uğradı. Medeni kanun, kilise nikâhından esasi mesele olarak sadece çoklu evliliği yasaklayan kilise yasasını korumuştur. Bu yönde kilise ile aynı fikirdedir. Peki ihtilaf ettikleri konu nedir? O da talak konusudur. Bazı kiliseler boşanmaya kesinlikle izin vermezken, bazısı da sınırlı bir şekilde izin veriyordu. Ancak medeni kanunun Avrupa toplumunun baskısı altında ve Avrupa toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda evlilik konusunda çıkardığı en önemli husus, boşanmanın mubah oluşudur. Daha sonra zamanla kanunlar değişmeye başlamıştır. Dolayısıyla tadilata uğrayan kilise kanunları, Fransız Devrimi’nin üzerinden birkaç yüzyıl geçince, medeni kanun olmuş oluyor. Tabii ki medeni evlilik kanunundaki esasi fark, sadece evliliğin kilise rahibinin yetkisinden alınıp, medeni-laik rahibin yetkisine verilmesidir yani, medeni-laik otoritenin yetkili adamlarına devredilmiş olmasıdır. Uygulamada laik “rahipler”, kilise rahiplerinin yerini aldı. Medeni kanun ve kilise kanunu arasındaki fark bu yönden çok azdır. Laik “rahiplerin” tek farkı, ruhi bir sorumluluk hissetmemesidir. Kendi gibi insanların çıkardığı kâğıt üzerinde kalan yazılı kanunlarla işlem yapmaktadır. Bu yüzden kesinlikle hiçbir kutsallığı da yoktur. Çünkü meclisin kendini Allah Azze ve Celle’ye eş tutarak, Allah’ın hükmünü reddetmeye binaen konulan kanunlarının, kesinlikle hiçbir kutsallığı yoktur. Hiçbir değere önem vermeyen, davranışlarında caydırıcı herhangi bir faktöre, ruhi bir zemine sahip olmayan rahiplere nikâh işleminin transfer edilmesidir. Bu uygulama ülkemizde de Batı’dan ithal edilmiş, vekillerin çeşitli şekillerde kararlaştırdığı kanunlarla benimsendi. Onlar nezdinde cennet-cehennem, hesaba çekilme, din, kamuoyu ne düşünüyor diye bir mesele yoktur ve mukaddesatın hiçbir varlığı yoktur. Ya da artık ülkemizde imamlara da bu resmi yetki tanınmıştır. Yani mevcut laik yasalara belediye memurunun kullandığı cübbe yerine sarık ve cübbesiyle imam oturtularak sözde “İslâmi nikâh” süsü verilmiş olacak. Hâlbuki yapılan işlem, medeni kanuna göredir.

Sonuç olarak “dinî evlilik” ve “medeni evlilik” kavramları, Batı hadaratından doğmuş, Orta Çağlardaki hadarata intikal etmiş, sonra da çağımızdaki hadarata intikal etmiş çift yumurta ikizidir.

Hâlbuki İslâmi nikâhın “dini evlilik ve medeni evlilik” kavramlarıyla kesinlikle bir ilişkisi yoktur. İslâm evlilik akdini, akitleşen iki iradenin bir araya gelmesi olarak tayin etmiş, belirlemiştir ki kadın ile koca arasında veya erkeğin vekili ve kadının veli ya da vekili arasındaki icap ve kabuldür. Herhangi bir kimsenin ya da otoritenin kesinlikle eşler üzerinde vesayeti yoktur. Kaldı ki asıl itibarıyla İslâm’da dinî otorite yoktur. İslâm’da insanların işlerini Allah’ın şeriatıyla güden/gözeten siyasi bir otorite vardır. Dolayısıyla İslâm’da dinî bir otorite yoktur. İslâm’da otorite, insanlardan kendi iradeleriyle biat alan bir beşerdir. Halifenin bir kutsallığı da yoktur, masum/günah işlemez de değildir. Allah’ın şeriatı ile insanların işlerini yürütmek için, ümmete vekâlet eder. Bu yüzden İslâm’da dinî otorite yoktur. Halife ve vali gibi yönetici sınıfı, dinî liderler de değildir, dinî yöneticiler de değildir. Nitekim İslâm Devleti’nde dinî ve medeni diye bir yargı sistemi de yoktur. Dinî ve medeni yargı ayrımı, İslâm Devleti’nin tanımlaması değildir. Evlilik de biat akdi, kiralama, şirket akdi gibi iki taraf arasındaki akitleşmedir. Yalnızca küçük yaştaki eşler ya da kararlarında/herhangi bir konuda tasarrufta bulunurken başkasının yardımına muhtaç/sefih kimseler dışında, kamu otoritesinin evlilik akdinde vesayeti yoktur. İnsanların çoğu, İslâmi nikâhın ancak imamın gözetiminde Allah katında makbul olacağını zannediyor. Bu da bir hatadır. Zira insanlar, imamı nikâh kıyarken, kocaya “şöyle söyle” derken ve kadına “şöyle söyle” derken görmeye alışmışlardır. İmamın tüm yaptığı, işlerin düzgün yapılmasını sağlamaktır. İşlerin doğruluğunu kontrol eder, bir “şahit” olarak bulunur. İslâm Devleti’nde nikâh akdi sadece devlet kayıtları için kayda geçirilip, belgelendiriyordu.

İslâmi evlilik iki taraf arasında, evlilik akitleşmesindeki icap ve kabuldür. Bu akdin üzerinde bir otorite yoktur. Dolayısıyla bu yönüyle, dinî nikâh ya da medeni nikâh gibi değildir. Zira ister dinî nikâh olsun ister medeni evlilik olsun ancak yetkili bir kilise rahibi ya da dinsiz ve hiçbir değere önem vermeyen laik “rahip” huzurunda kabul edilir.

Müslümanlara gelince Müslümanlar Allah’a itaat ve Allah’ın hükmüne bağlanmak bakımından İslâmi evliliğe bağlılıklarını sürdürüyorlar. Çünkü Müslümanlar, İslâmi evlilik/nikâh dışında bir ilişkinin zina olduğunu bilirler. Ayrıca Müslümanlar İslâm’daki evlilik ahkâmındaki pratikte, İslâmi evliliğe bağlılıkları nedeniyle herhangi bir problemle karşılaşmazlar, herhangi bir problem hissetmezler. Evlilik karşılıklı anlaşmayla, karşılıklı rıza ile gerçekleşir. Talak/boşanmanın ise kocanın isteği ya da iki tarafın boşanma üzerinde anlaşması ya da kadının boşanma veya ayrılma talebi doğrultusunda da gerçekleşme imkânı vardır ve aylarca vakit almaz.

Kilise kadına da erkeğe de başka din mensuplarıyla evliliği yasaklarken, İslâm’a göre Müslüman erkekler ehl-i kitap kadınlarıyla evlenebilmektedir. Öte yandan İslâm Devleti’de gayrimüslimler, kendi dinlerine göre evlenebilmeleri için serbest bırakılır.

O hâlde dinî evlilik olarak tabir edilen kilise kanununun kabuk değiştirmiş hâli olan ve insanların hayatını, aileleri darmadağın eden medeni evlilik kaynaklı problemlere İslâmi evlilik hükümlerinde kesinlikle rastlanmaz. Zira Allah’ın şeriatı evlilik nizamını çok dakik bir şekilde tanzim ederek, toplumun aile yapısını koruma altına almıştır. Kadını da “Allah’ın emaneti” olarak Batılıların ya da Batı’dan ithal kanunları uygulayan yöneticilerin asla idrak edemeyecekleri bir konuma yükseltmiştir. Allahu Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُٓوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.”[7]

Görüldüğü üzere emanetlere ihanet, Rabbimiz Subhanehu ve Teâlâ ve Rasul’ü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ihanetle aynı mesabededir.

Sonuç olarak; laik devletler, bir otorite olarak, -sözde- aileyi ve kadını korumak adına evlilik hayatına müdahil oldukça, aile kurumunu darmadağın ettiği gibi, kadını da koruyamamaktadır. Laik devletin acı meyvesi olan Medeni Kanun ve ele aldığımız 6284 sayılı kanunun doğurduğu mağduriyetler, ancak farzların tacı olan İslâm’ın hükümlerini topyekûn uygulayacak olan Peygamberlik metodu doğrultusunda İkinci Râşidî Hilâfet’in kurulması için çalışmakla ortadan kaldırılabilir.


Yorumlar

Yorum Yaz