11 Mayıs 2011
tarihinde “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla
Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adı altında bir sözleşme İstanbul’da
imzaya açılmıştı. Bunun en temel gerekçesi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) tarafından 2009 yılında Nahide Opuz davası kararıyla, sanki Avrupa
ülkelerinde “kadına yönelik şiddet” sıfırlanmış gibi, AİHM tarafından
Türkiye’nin “kadını korumadığı” iddiasıyla mahkûm edilen ilk ülke olmasıydı. Bu
mahkûmiyet sonrası AB Konseyi’nin dayattığı ve İstanbul’da imzaya açılması
nedeniyle “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan sözleşmenin de ilk imzacısı,
Türkiye oldu. Bu sözleşmeye bağlı olarak, birkaç ay sonra 2012 yılı Mart ayında
6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. İşte bu kanundan sonra Türkiye
Müslüman halkının toplumsal yapısına dinamit konuldu. Artık aile ile özdeş
yuva, mezkûr kanundaki adıyla “paylaşılan hane” adını alıyordu. Kanunun
başlığında her ne kadar “Aile” kelimesi geçse de kanun aileden çok “kadının
korunması”na odaklanan bir yasa olarak, içtimai hayatımızda baş köşede yerini
aldı.
Peki Türkiye her
AİHM kararını, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi dikkate alıyor mu? Tabii ki hayır.
Zira Gezi Davası tutuklusu Osman Kavala ve HDP Eş Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş hakkında da AİHM kararı var. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan “bizi
bağlamaz” diyerek, istediğinde bu kararı uygulamayabiliyor. İstendiğinde ya da
pragmatist siyaset gerektirdiğinde “Ey! Avrupa” denilerek üst perdeden salvolar
adrese teslim gönderilebiliyor. O hâlde bu sözleşmeye bağlı kalmaktaki ısrar
neden, anlamak mümkün değil!
Kadına yönelik
“pozitif ayrımcılık” adı altında uygulanan kadın-erkek ilişkilerine dair bozuk
bakış ve mezkûr yasanın mağdur ettiği babalar, çocuklar hatta bu yasaya dayalı
olarak, eşini şikâyet ettiği için bin pişman olmuş binlerce “kadın” mağdur var etti
toplumumuzda. Ancak seslerini duyan olmadığı gibi bu kanuna karşı çıkanlara
“kadın düşmanı” yaftası vuruluyor bazı aklı evvel çevreler tarafından. Hâlbuki
içler acısı bir durum var ortada. Sadece “Süresiz Nafaka Platformu”, “Boşanmış
İnsanlar ve Aile Platformu” gibi toplulukları toplumumuza “kazandırmış?” olması
bile başlı başına, 6284 sayılı yasanın doğurduğu mağduriyetler hakkında bir
ipucu veriyor.
Öte yandan
mer’i/yürürlükteki kanunların her birinde kanuna ilişkin tanımlamalar bölümü
yer alır. Tabii ki önce 6284 sayılı yasanın amaç bölümünde şu ifade ediliyor:
“Kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan
kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru
olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla
alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.” Tanımlamalar
bölümünde ise “Bakanlık” yani hangi bakanlığın yetkili olduğu, “Ev
içi şiddet”, “Hâkim”, “Kadına yönelik şiddet”, “Şiddet”,
“Şiddet mağduru”, “Şiddet önleme ve izleme merkezleri”, “Şiddet
uygulayan” ve “Tedbir kararı” gibi tanımlara yer veriliyor. Ancak
görüldüğü üzere aileye ilişkin herhangi bir tanımlamaya yer yoktur. Bu açıdan aileyi
korumak gibi bir dert yoktur. Kanunun başlığı ile içeriği arasında “ailenin
korunması” açısından bir bağ yoktur. Eğer aile kavramının tanımlaması yapılmış
olsaydı en azından ailenin resmî olarak nasıl tasavvur edildiğini net bir
şekilde görmüş olacaktık.
Bu kanuna
bakarsanız sanki aile, kanun zoruyla bir araya getirilmiş bireylerin,
birbirlerine şiddet uygulamadan aynı “haneyi paylaşanlar” olarak anlaşılıyor.
Çünkü kanunun “Ev içi şiddet” tanımlamasına göre aileyi anımsatacak bir
ortamdan çok “şiddet mağduru” ile “şiddet uygulayan” tabirleriyle sanki her an
birbirine şiddet uygulamaya hazır “birey”lerden bahsediliyor. Ayrıca kanun
“Aynı haneyi paylaşmasalar bile” istisnasını da getirerek -sözde- tüm
“birey”leri güvence altına almış oluyor. Şiddet dediğimiz olgu, sadece
birbirleri aralarında kan bağı veya medeni evlilik gereği kanuni bağ bulunanlar
arasında gerçekleşmiyor ki sözde aileyi ilgilendiren bu yasada yer alsın.
Asayişi sağlamak üzere var olan kanunlar yeterli değil mi ki bu 6284 sayılı
yasaya ihtiyaç duyuldu? Bu kanunun “aynı haneyi paylaşma-paylaşmama”
tabirlerinden, erkek ve kadının evlilik bağı ile bir arada bulunmadığı yani
bizzat zina amaçlı nikâhsız birliktelikleri de kapsamına aldığını anlıyoruz.
Bunun da dayanağı elbette 2004 yılında zinanın suç olmaktan çıkarılmış
olmasıdır.[1]
Bu nedenle de bir aile tanımı ortaya çıkmıyor.
Bugünün Batı
toplumlarında olduğu gibi toplumumuzdaki erkek ve kadın arasındaki ilişkilere
bakış da dişilik ve erkeklik esası, yani cinsellik egemen olduğu için, kadın
erkek arasındaki ilişkilerin gerçekleşmesi için karşılanması olmazsa olmaz
görülen cinsel arzuların tahriki, cinsel düşüncelerin icadı zorunlu hâle gelmiş
oluyor. İşte bu kadın-erkek ilişkilerine bakıştaki bozukluktur. Bu bakışa göre
evlilik, bireylerin dilediği kişi ile sadece cinselliğe odaklanmış bir ilişki
kurması önündeki en büyük engel, yani “bireysel özgürlüğü” kısıtlayan bir kurum
olmaktadır. Neslin devamının garantisi olan evlilik ve aile kavramlarının
anlamını yitirdiği ve gereksiz addedildiği bir ortamda aileye ilişkin bir tanım
nasıl ortaya çıksın ki?
Madem ki aileden
çok “bireyler arası şiddet”i, bilhassa “kadına yönelik şiddet”i önlemeye matuf
böyle bir kanun var hayatımızda, o hâlde sonuç bakımından sözü edilen şiddetin
ya tamamen ortadan kalkmış olması ya da geçmiş yıllara göre düşüş göstermesi
gerekmiyor mu? Tabii ki tüm laik ülkelerde olduğu gibi kanunlar ancak kâğıt
üzerinde kalmaktadır. Çünkü rakamlar “şiddet”in düşüş eğiliminde olmadığını
bilakis giderek artmakta olduğunu gösteriyor. Nitekim aileyi de koruyacağını
iddia eden yasa gerçekte aileyi korumak yerine yıkıyor. Avrupa’nın istatistik
kurumu Eurostat'a göre 2017 yılında Türkiye'de her 100 evlilikten 22,5'i
boşanmayla sonuçlandı. 2007 yılındaysa her 100 evlilikten 14,8'i boşanmayla
sonuçlanmıştı. “Giderek Avrupa standartlarını yakalıyoruz” diye “Ey yöneticiler
seviniyor musunuz?” diye sormak gerekir. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu)
verilerine göre de Türkiye'de her geçen yıl evlenme oranları düşüyor, boşanma
oranları ise artıyor. 2019 verileri Mart ayında açıklanacak olsa da geçen yılın
verileri resmi ortaya koyuyor. Zira Türkiye'de 2018 yılında boşanan çiftlerin
sayısı bir önceki yıla göre yüzde 10,9 artış göstererek 142 bin 448'e yükseldi.
Norveç
Büyükelçiliği tarafından finanse edilen bir programda konuşan Öz İplik-İş
Sendikası Proje Koordinatörü ve Kadın Komitesi Başkanı Funda Pınar Özcan şu tespitleri
paylaşmıştı “Ocak ayından Kasım’a kadar 2019’da 324 günde en az 302 kadın
öldürüldü. 532 kadın şiddete uğradı. 2019’un ilk yarısında 31 kadın tecavüze
uğradı. 288 kadın seks işçiliğine zorlandı. 138 kadın tacize uğradı. 139 çocuk
istismar edildi.”[2] Eurostat’ın
rakamlarına göre kadına şiddetin her alanda yaygın olarak görüldüğü Fransa’da
2019 yılı başından bu yana en az 130 kadın eski eşi ya da sevgilisi tarafından
öldürüldü. Bu rakam 2017 yılında 123 kadın iken, geçtiğimiz sene ise 108 olarak
kayıtlara geçti. Fransa'da her yıl yaklaşık 200 bin kadının şiddet mağduru
olduğu ifade ediliyor.
Almanya’da ise 2018
yılında tecavüz, taciz ve zorla fuhuş mağduru 114 binden fazla kadın olduğu
belirtilirken, yine 2018 yılında üç günde bir kadının yani 122 kadının
öldürüldüğü duyuruldu.[3]
Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Fuat Oktay da TBMM Genel Kurulu’ndaki Bütçe sunumunda, “81 ilde
hizmete açtığımız Şiddeti Önleme Merkezleri (ŞÖNİM)’den bugüne kadar toplamda
514 bin kişi yararlanmıştır.” açıklamasında bulunmuştu. Buradan hareketle 7
yılda 514 bin kadın şiddet gördüğü için bu merkezlerden yararlanmış. Bu, yılda
en az yaklaşık 73 bin 500 kadının, ayda 6 bin 100 kadının, günde 204 kadının,
saatte 8 kadının şiddete uğradığını ortaya koyuyor. O hâlde nerede kaldı iddia
edilen “kadının korunması”?
Öte yandan bu
uğursuz kanunun toplumda açtığı başka yaralar da var elbette. Adalet Bakanlığı
Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre, tamamen kadının beyanını
esas alan 6284 sayılı yasa doğrultusunda son 5 yılda 1 milyon 973 bin yani
yaklaşık 2 milyon kişi evden uzaklaştırılmıştır.[4]
Boşanmalarda
ülkemizin sıçrama yaşamasının diğer bir nedeni de 4721 nolu Türk Medeni Kanunu’nun
175. maddesi gereği 1 yıl olan yoksulluk nafakasının, 1988 yılında süresiz hâle
getirilmesiyle boşanmalarda ortaya çıkan süresiz nafaka meselesidir. “Boşanma
yüzünden yoksulluğa düşen tarafa boşandığı eş ömür boyu yardım etmelidir!”
gerekçesiyle “eşit kusurlu da nafaka öder” maddesi eklenerek bir yoksulun
geçimi, ömür boyu başka bir yoksulun sırtına yüklendi. Böylece devlet kimi
nasıl mağdur ettiğine bakmadan sadece nafakayı ödemeyenleri hapse atmakla
mükellef olup, asli sorumluluğu olan yoksula sahip çıkma sorumluluğunu da
sırtından atmış oldu. Boşanmış İnsanlar ve Aile Platformu Başkanı İlknur Birsel
Büyükakça, süresiz nafaka konusunun toplumsal bir çıkmaza dönüştüğünü ve
çiftlerin boşanmasının ardından nafakanın ancak, kadının yeniden evlenmesi,
ölmesi, ahlaksız bir hayat sürmesi ya da iş bulması gibi durumlarda düştüğünü
ifade ediyor. Yasaya göre asgari ücret ile çalışan eşe -sözde- nafaka
verilmemesi gerekiyor. Ancak devlet asgari ücreti “geçim sağlamaya uygun?”
kabul ediyor olmalı ki akla ziyan bir asgari ücret takdir ederken mahkemeler,
devletin aksine asgari ücretle çalışan bir kadının kendine bakamayacağına
inanıyor. Bu nedenle de 3 bin 200 TL’yi baz alıyor ve eğer kadın bu miktarın
altında bir maaşla çalışıyorsa kocanın nafaka vermesine karar veriyor. Öte
yandan başka bir erkekle hayatına devam eden kadının fotoğrafları ve videoları
mahkemeye sunuluyor. Mahkeme bu kez de kanıtları “özel hayatın ihlali” olarak yorumluyor
ve nafakanın ödenmesinin devamına karar veriyor. İnsanlar ve Aile Platformu
Başkanı İlknur Birsel Büyükakça’nın şu ifadesi ise vahim bir tabloyu gözler
önüne seriyor: “Bir kadınla 10 gün evli kalıp, 29 yıldır nafaka ödeyen
mağdurlar var. Kadının yüzünü dahi unutmuş ama her ay maaşından bir kısmını o
kadına yollamak zorunda. Yollamazsa hapis yatacak. Eğer hapse girse de çıkınca
borçlar silinmiyor. Aksine mahkeme ve avukat masrafları da mağdur kişinin
sırtına yükleniyor.”
Bu kanunun bazı
işverenler açısından faydası da var tabii ki. Zira boşanan kadın nafakası
kesilmesin diye kayıt dışı çalışmayı kabul ediyor. Dolayısıyla yasa insanları
ömür boyu birbirine bağımlı yaşamaya mahkûm edip ayrıca nikâhsız yaşamın da
önünü açıyor. Kaldı ki erkekleri evlilikten soğutan bu yaklaşım, evlenmesi
durumunda erkeğin yeni eşiyle kurduğu yuvasında da çok ciddi huzursuzluğa neden
oluyor.[5]
2012 yılında
Anayasa Mahkemesi’nin “Süresiz nafaka” uygulamasının kaldırılmasına ilişkin
yapılan başvuruyu reddettiği kararında garip bir şekilde “nafaka talep edilen
eşin de nafaka ödeyebilecek ekonomik gücünün bulunması gerekmektedir” ifadesi
de yer alıyor. Süresiz Nafaka Platformu yöneticilerinden İlhan Engincan’ın
açıklamasına göre nafaka/tazyik hapsinden dolayı 25.000 kişi içeride yatıyor.
[6]
Sonuç olarak süresiz
nafaka ile “Fırsat Evlilikleri” kavramı hayatımıza girdi. Boşanma
sonrası yeni kurulan evliliklerde de zincirleme olarak yıkım başladı.
Dolayısıyla devletin Medeni Kanun yoluyla süresiz nafaka zulmü sonucu, cinnet
vakalarındaki artış da 6284 sayılı kanuna daha fazla işlerlik kazandırmış
görünüyor. Zira Medeni Kanun’un dayattığı süresiz nafaka ile insanları çıldırma
noktasına taşıyıp, -sözde- korunması öngörülen kadınların 6284 sayılı yasa
kapsamında ŞÖNİM’e koşturması sağlanıyor. Tıpkı “tavşan kaç, tazı tut” misali.
Dolayısıyla Medeni Kanun ve 6284 sayılı kanun birbirini besleyen ve toplumu
temelinden yıkan birer dinamittir.
Yine ülkemizde
uygulanan Medeni Kanun’a dayalı evlilik nedeniyle, küçük yaş olarak kabul
edilen 18 yaşına girmemiş kimseler, daha önce ailenin muvafakati ve hâkimin
onayı ile evlenebilirken bugün 18 yaşından küçük yaşta evlenmiş olanlar, resmî evlilik
yapmış olsalar bile, yıllar sonra “nitelikli cinsel istismar” suçlamasıyla,
muvafakat veren aile büyükleri de eşler de 20 yıla kadar hapis cezalarına
çarptırılarak gerçek tecavüzcülerle aynı yere kapatılıyor. Bu mağduriyeti
yaşayan bugün 8000 aile bulunmaktadır. Bu konunun çözümüne ilişkin 2016 yılında
meclise bir kanun teklifi getirilmiş, kanuna göre yasal evlenme alt sınırı olan
18 yaşından küçük yaşta evlenenlerin bir kereye mahsus serbest bırakılması
öngörülmüştü. Ancak feminist kadın dernekleri ve aile düşmanları olayı
çarpıtarak, “kadınlar tecavüzcüleriyle evlendiriliyor” yaygarası koparmış, bu
bir avuç feministin tepkileri dolayısıyla hükümet tarafından geri adım
atılarak, masum insanların cezaevinde kalmasına göz yumuldu. Devlet böylece
“cinsel istismar”la mücadeledeki “azmini?” göstermiş oldu. Bu öyle garip bir
konu ki yaşı resmî olarak “küçük” de olsa, ailelerinin haberi olsun-olmasın,
eğer kendi rızalarıyla kızlar ve erkekler bir evde nikâhsız yaşasalar ya da
zina etseler sorun olmazken ailelerin ve evlenenlerin rızasıyla resmî evlilik
gerçekleştirilince “nitelikli cinsel istismar” kabul ediliyor.
Yaşanan bu
mağduriyetlerin asıl sebebine değinmek gerekiyor ki bunun kökleri “Batılılaşma
mikrobu” ile toplumumuza dayatılan hastalıklı bakıştan kaynaklanıyor. Zira İslâm
ümmetinde fikrî zafiyetin başladığı 18. yy’da dahi “aydınlanma” dönemini
yaşayan Avrupa’da “kadın”ın adı yoktu aslında. Fakat aynı dönem Batı yeni icat
ettiği fikirlerle ve hadaratıyla, yaşam tarzıyla İslâm ümmetine meydan okumaya
yöneldi. İçimizden devşirdiği hayranları vasıtasıyla “Batılılaşma mikrobunu”
veya Avrupa’ya uygun deli gömleğini İslâm ümmetine çağdaşlık adı altında
pazarlamaya koyuldular. 1839 Tanzimat Fermanı esas alınarak 1840’da
mahkemelerin fiilen şer’î ve medeni mahkemeler şeklinde ayrılmasıyla başlayan
batış/Batılılaşma süreci ile Avrupa halkları için kilise otoritesinin tahakkümünden
bir kurtuluş olan “dinin hayattan ayrılmasının”/laikliğin ilk adımı atılmış,
cumhuriyetin kurulmasıyla da laiklik artık, devletin esasını oluşturmuştur. 17
Şubat 1926’da İsviçre’den ithal edilen Medeni Kanun’un, kabulü ile de kişiler
hukuku, aile, miras, eşya hukuku ilişkilerinde İslâmi hukuk yerine laik hukuk
kabul edilmiştir.
Burada Orta Çağ
hadaratı ya da Orta Çağlardaki yaşam tarzı ve Orta Çağlardaki sistem üzerinde
detaylıca duracak değilim. Velakin, genel olarak çağımız Batı hadaratının içerdiği
hususların tamamı, yaşam tarzı, kanun koyma biçiminden, kanunlarına kadar, Orta
Çağların var ettiği ilahi yetkilendirme nizamından, dini devletten, kilise
sisteminden, ilahi yetkilendirme adı altında hükmeden krallık sisteminden yani
insanların hayatına hükmeden dinden vazgeçmesidir. Günümüz Batı yaşantısı
Hristiyanlık akidesine değil, “dini hayattan ayırma” akidesine, laiklik
akidesine dayanmaktadır. Zira dinin fertlerin mabet ya da evlerdeki
uygulamalarından başka, kanun koyma, devlet düzeni ve toplumsal ilişkiler
bakımından kamu hayatında bir varlığı yoktur.
18. asrın
sonlarındaki Fransız Devrimi’nden sonra insanlar, kilise kabusundan kurtulunca
daha dakik bir tabirle, Orta Çağ hadaratına galip gelinince, yönetim alanında
demokratik sistem, iktisat alanında kapitalizm, bireysel durumlara ilişkin ise
genel hürriyetler şeklinde yeni düzenlemeler var edildi. Batı dünyası ve Batı
toplumu için yeni kanunları benimseme işini üstlenen yeni kanun koyucular, yeni
sistemde çıkardıkları yasaların içine, evlilik için de yeni bir sistem ortaya
koymaları gerekiyordu. Çünkü onlar, evlilik akdi meselesinin kilise tarafından
üstlenilmesini reddetmişlerdi. Böylece Avrupalılar “dini nikâh” fikrinden
“medeni nikâh” fikrine geçtiler. Hatta dinî nikâha bağlı olanlar da devletin
otoritesine dayanarak ilgili makamlar önünde medeni nikâhlarını yapmak zorunda
kaldılar. Medeni nikâhtan sonra kilise ya da mabetlere gidip dinin emirlerine
göre özel törenlerle nikâhlarını gerçekleştirmek isterlerse de bu, kişisel bir
mesele oldu. Devlet, ancak devletin kanunlarına göre yapılan medeni evlilik
akitlerini kabul eder oldu. Burada medeni evlilikten kastedilen de basitçe,
kiliseden ve din adamlarının egemenliği, tasallutu veya vesayetinden uzak bir
şekilde mevcut hukukun kontrolünde olan evlilikti.
Terminoloji olarak
artık kullanılmasa bile, kilisenin sırrı veya ilahi sır olarak isimlendirilen
“dini nikâh”, iki taraf arasında kıyılan nikâh değildir. İki tarafın kabulüne
ek olarak kilise tarafından yetkilendirilen din adamı tarafından kurulan
evlilik, dinî evliliktir. Zira kilise evlilik müessesesi olarak
isimlendirdikleri yeni müesseseyi kuran otoritedir. Bu evlilikler kilisenin
vesayeti altında sürer. İlk başlarda zinanın ispatlanması dışında, bu iki eşin
kilisede evlilik akdini bozma veya boşanma hakkı yoktu. Daha sonra, bu şarttan
da vazgeçtiler ve boşanma yasaklandı. Bundan sonra belirli durumlar için küçük
bir alan açıldı. Velakin bunda da ne erkeğin ne de kadının kendi aralarında
anlaşarak boşanmaya hakkı vardı. Çok kısıtlı bir keyfiyette olmak koşuluyla,
yani din adamı izin verirse boşanmayı gerçekleştiren kiliseydi. Bu evlilik,
kiliseye göre iki taraf arasındaki anlaşmadan doğan bir akit değildir. Evlilik,
ancak kilisenin inşa ettiği kilisenin feshetmesiyle feshedilebilen bir meseledir.
Dolayısıyla bu akit üzerinde vasilik yapan kilise otoritesidir ve işte bu dinî
evliliktir. Medeni evlilik ise dediğimiz gibi nikâh akdi ve bununla ilgili
çıkarılan, evliliğin üzerine bina edilen akitleşmedir. Daha sonra boşanma
olduğunda yetki kilise otoritesinden, siyasi meseleleri üstlenen siyasi sultayı
üstlenen medeni devlete yani laik devlete verildi.
Fransız Devrimi’nden
sonra laik devletler adına kanun koyma işini üstlenen medeni kanun koyucuların
yaptığı tek şey ancak, kilise kanunlarını alıp, bu kanunlar üzerinde bazı
tadilatlar yapmak olmuştur. Başlangıçta bu tadilatların önemsiz olduğu görülür.
Evlilik hakkında ilk düzenledikleri kanunda laik yasa koyucular evliliği,
erkeğin ailenin reisi olduğu eşlerin ortaklığı gibi düzenliyorlardı. Ancak
günümüzde, görevlerde, haklarda ve nafakada eşitlik ve bunun gibi eşitlik
namesi dillendirildiği için Avrupa toplumuna daha çok günümüz Avrupa toplumunun
şeytanlarına uyması için değişikliğe uğradı. Medeni kanun, kilise nikâhından
esasi mesele olarak sadece çoklu evliliği yasaklayan kilise yasasını
korumuştur. Bu yönde kilise ile aynı fikirdedir. Peki ihtilaf ettikleri konu
nedir? O da talak konusudur. Bazı kiliseler boşanmaya kesinlikle izin
vermezken, bazısı da sınırlı bir şekilde izin veriyordu. Ancak medeni kanunun
Avrupa toplumunun baskısı altında ve Avrupa toplumunun ihtiyaçları
doğrultusunda evlilik konusunda çıkardığı en önemli husus, boşanmanın mubah
oluşudur. Daha sonra zamanla kanunlar değişmeye başlamıştır. Dolayısıyla
tadilata uğrayan kilise kanunları, Fransız Devrimi’nin üzerinden birkaç yüzyıl
geçince, medeni kanun olmuş oluyor. Tabii ki medeni evlilik kanunundaki esasi
fark, sadece evliliğin kilise rahibinin yetkisinden alınıp, medeni-laik rahibin
yetkisine verilmesidir yani, medeni-laik otoritenin yetkili adamlarına
devredilmiş olmasıdır. Uygulamada laik “rahipler”, kilise rahiplerinin yerini
aldı. Medeni kanun ve kilise kanunu arasındaki fark bu yönden çok azdır. Laik “rahiplerin”
tek farkı, ruhi bir sorumluluk hissetmemesidir. Kendi gibi insanların çıkardığı
kâğıt üzerinde kalan yazılı kanunlarla işlem yapmaktadır. Bu yüzden kesinlikle
hiçbir kutsallığı da yoktur. Çünkü meclisin kendini Allah Azze ve Celle’ye
eş tutarak, Allah’ın hükmünü reddetmeye binaen konulan kanunlarının, kesinlikle
hiçbir kutsallığı yoktur. Hiçbir değere önem vermeyen, davranışlarında
caydırıcı herhangi bir faktöre, ruhi bir zemine sahip olmayan rahiplere nikâh
işleminin transfer edilmesidir. Bu uygulama ülkemizde de Batı’dan ithal edilmiş,
vekillerin çeşitli şekillerde kararlaştırdığı kanunlarla benimsendi. Onlar
nezdinde cennet-cehennem, hesaba çekilme, din, kamuoyu ne düşünüyor diye bir
mesele yoktur ve mukaddesatın hiçbir varlığı yoktur. Ya da artık ülkemizde
imamlara da bu resmi yetki tanınmıştır. Yani mevcut laik yasalara belediye
memurunun kullandığı cübbe yerine sarık ve cübbesiyle imam oturtularak sözde “İslâmi
nikâh” süsü verilmiş olacak. Hâlbuki yapılan işlem, medeni kanuna göredir.
Sonuç olarak “dinî
evlilik” ve “medeni evlilik” kavramları, Batı hadaratından doğmuş, Orta Çağlardaki
hadarata intikal etmiş, sonra da çağımızdaki hadarata intikal etmiş çift
yumurta ikizidir.
Hâlbuki İslâmi nikâhın
“dini evlilik ve medeni evlilik” kavramlarıyla kesinlikle bir ilişkisi yoktur. İslâm
evlilik akdini, akitleşen iki iradenin bir araya gelmesi olarak tayin etmiş,
belirlemiştir ki kadın ile koca arasında veya erkeğin vekili ve kadının veli ya
da vekili arasındaki icap ve kabuldür. Herhangi bir kimsenin ya da otoritenin
kesinlikle eşler üzerinde vesayeti yoktur. Kaldı ki asıl itibarıyla İslâm’da
dinî otorite yoktur. İslâm’da insanların işlerini Allah’ın şeriatıyla
güden/gözeten siyasi bir otorite vardır. Dolayısıyla İslâm’da dinî bir otorite
yoktur. İslâm’da otorite, insanlardan kendi iradeleriyle biat alan bir
beşerdir. Halifenin bir kutsallığı da yoktur, masum/günah işlemez de değildir.
Allah’ın şeriatı ile insanların işlerini yürütmek için, ümmete vekâlet eder. Bu
yüzden İslâm’da dinî otorite yoktur. Halife ve vali gibi yönetici sınıfı, dinî
liderler de değildir, dinî yöneticiler de değildir. Nitekim İslâm Devleti’nde
dinî ve medeni diye bir yargı sistemi de yoktur. Dinî ve medeni yargı ayrımı, İslâm
Devleti’nin tanımlaması değildir. Evlilik de biat akdi, kiralama, şirket akdi
gibi iki taraf arasındaki akitleşmedir. Yalnızca küçük yaştaki eşler ya da
kararlarında/herhangi bir konuda tasarrufta bulunurken başkasının yardımına
muhtaç/sefih kimseler dışında, kamu otoritesinin evlilik akdinde vesayeti
yoktur. İnsanların çoğu, İslâmi nikâhın ancak imamın gözetiminde Allah katında
makbul olacağını zannediyor. Bu da bir hatadır. Zira insanlar, imamı nikâh
kıyarken, kocaya “şöyle söyle” derken ve kadına “şöyle söyle” derken görmeye
alışmışlardır. İmamın tüm yaptığı, işlerin düzgün yapılmasını sağlamaktır.
İşlerin doğruluğunu kontrol eder, bir “şahit” olarak bulunur. İslâm Devleti’nde
nikâh akdi sadece devlet kayıtları için kayda geçirilip, belgelendiriyordu.
İslâmi evlilik iki
taraf arasında, evlilik akitleşmesindeki icap ve kabuldür. Bu akdin üzerinde
bir otorite yoktur. Dolayısıyla bu yönüyle, dinî nikâh ya da medeni nikâh gibi
değildir. Zira ister dinî nikâh olsun ister medeni evlilik olsun ancak yetkili
bir kilise rahibi ya da dinsiz ve hiçbir değere önem vermeyen laik “rahip”
huzurunda kabul edilir.
Müslümanlara
gelince Müslümanlar Allah’a itaat ve Allah’ın hükmüne bağlanmak bakımından İslâmi
evliliğe bağlılıklarını sürdürüyorlar. Çünkü Müslümanlar, İslâmi evlilik/nikâh
dışında bir ilişkinin zina olduğunu bilirler. Ayrıca Müslümanlar İslâm’daki
evlilik ahkâmındaki pratikte, İslâmi evliliğe bağlılıkları nedeniyle herhangi
bir problemle karşılaşmazlar, herhangi bir problem hissetmezler. Evlilik
karşılıklı anlaşmayla, karşılıklı rıza ile gerçekleşir. Talak/boşanmanın ise
kocanın isteği ya da iki tarafın boşanma üzerinde anlaşması ya da kadının
boşanma veya ayrılma talebi doğrultusunda da gerçekleşme imkânı vardır ve
aylarca vakit almaz.
Kilise kadına da
erkeğe de başka din mensuplarıyla evliliği yasaklarken, İslâm’a göre Müslüman
erkekler ehl-i kitap kadınlarıyla evlenebilmektedir. Öte yandan İslâm Devleti’de
gayrimüslimler, kendi dinlerine göre evlenebilmeleri için serbest bırakılır.
O hâlde dinî
evlilik olarak tabir edilen kilise kanununun kabuk değiştirmiş hâli olan ve
insanların hayatını, aileleri darmadağın eden medeni evlilik kaynaklı
problemlere İslâmi evlilik hükümlerinde kesinlikle rastlanmaz. Zira Allah’ın şeriatı
evlilik nizamını çok dakik bir şekilde tanzim ederek, toplumun aile yapısını
koruma altına almıştır. Kadını da “Allah’ın emaneti” olarak Batılıların ya da Batı’dan
ithal kanunları uygulayan yöneticilerin asla idrak edemeyecekleri bir konuma
yükseltmiştir. Allahu Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا
تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُٓوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
“Ey iman edenler!
Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize
hainlik etmiş olursunuz.”[7]
Görüldüğü üzere
emanetlere ihanet, Rabbimiz Subhanehu ve Teâlâ ve Rasul’ü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e ihanetle aynı mesabededir.
Sonuç olarak; laik
devletler, bir otorite olarak, -sözde- aileyi ve kadını korumak adına evlilik
hayatına müdahil oldukça, aile kurumunu darmadağın ettiği gibi, kadını da
koruyamamaktadır. Laik devletin acı meyvesi olan Medeni Kanun ve ele aldığımız
6284 sayılı kanunun doğurduğu mağduriyetler, ancak farzların tacı olan İslâm’ın
hükümlerini topyekûn uygulayacak olan Peygamberlik metodu doğrultusunda İkinci
Râşidî Hilâfet’in kurulması için çalışmakla ortadan kaldırılabilir.
[1]
https://www.youtube.com/watch?v=4anol-8k35w
(Cumhurbaşkanı Erdoğan; “AB’nin talepleri
doğrultusunda orada (zina konusu) böyle bir adım attık.Ama yanlış yapmışız”
diye itirafta bulunmuştu.)
[7]
Enfal Suresi 27
Yorumlar