قُلْ هُوَ اللَّهُ
أَحَدٌ اللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ
يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ
يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ
“Deki Allah birdir! O Samed’dir! Doğmamış ve
doğrulmamıştır! O’nun hiçbir dengi yoktur!”[1]
Allah birdir,
O’ndan başka her şey ise çifttir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de [وَمِنْ
كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ] “Düşünüp
ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık!”[2]
şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın dışında her şey kendi nevinden karşı
cinse muhtaçtır; pozitif negatife, yer göğe, gece gündüze, dişi erkeğe…
Bu muhtaçlık
elbette ki tek taraflı bir muhtaçlık değildir. Eksikliklerin birbirini
tamamlaması ve bütünü oluşturabilmesi için gerekli olan bir muhtaçlıktır. Tirmizi’nin naklettiği bir hadis-i şerifte
şöyle geçmektedir:
إِنَّ النِّسَاءَ
شَقَائِقُ الرِّجَالِ
“Kadınlar, erkeklerle birlikte bir bütünü
tamamlayan diğer yandır.”[3]
Ne kadar muhteşem
bir tanımlama değil mi? Kadın ve erkek yalnız başına olduklarında bir fert iken
aile olduklarında bir bütün oluyor.
İşte kadın erkek
ilişkileri bu muhteşem tarif üzerine bina edilmelidir ki sağlıklı ve huzurlu
bir aile ortamı oluşturulabilsin. Nitekim, İslâm kadın ve erkeğin yaratılış
özelliklerine göre görev dağılımı yapmış, bu görev dağılımına uyulduğu takdirde
Allah’ın eşler arasında ülfet, sevgi ve muhabbet vereceğinin garantisini
vermiştir.
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ
اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً لِتَسْكُـنُٓوا اِلَيْهَا
وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ
يَتَفَكَّرُونَ
“O’nun ayetlerinden biri de yanlarında huzur ve sükûn
bulmanız için size, sizin cinsinizden eşler yaratmasıdır. Ve aranıza sevgi ve
şefkat koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için önemli deliller
vardır.”[4]
Kadınlar ile
erkekler arasında olması gereken sınır ortadan kalktığında bütün, tamamlanmamış
olur. Bir bütün oluşturmayan aile ise her türlü dış etkene açık konumda olup
savunmasızdır. En ufak sarsıntıda bu bina sallanır ve zamanla yıkılıp gider.
Dolayısıyla bütünü tamamlayacak olan şey, kadın ve erkeğin fıtri özelliklerine
göre görev dağılımında bulunmaktır. Yani Rabbimiz kadın ve erkeğe sorumluluklar
ve görevler verirken bunları onların fıtratına uygun olarak vermiştir. Örneğin
doğurgan ve erkeğe göre daha merhametli olan kadındır. Rabbimiz fıtrata uygun
olarak çocuğun yemesi, içmesi, giydirilmesi gibi tüm bakımını erkeğe değil,
kadına yüklemiştir. Yine erkeğe nazaran kadın daha kırılgan daha hassas ve daha
zayıftır. Rabbimiz burada da çalışma ve evinin ihtiyaçlarını karşılama
sorumluluğunu kadına yüklememiş aksine erkeğe farz kılmıştır. Bu yüzdendir ki
Allahu Teâlâ’nın cinslere yüklediği tüm görev ve sorumluluklar fıtratla uyumlu
olduğu için bu düzen doğrultusunda hareket eden çiftlerde mutluluk ve huzur
kaçınılmaz olacaktır. Ne zaman ki görev ve sorumluluklar yerine getirilmez veya
yer değiştirir, işte o zaman aile bozulmaya ve ailenin bozulması ile birlikte
toplumda birçok bozukluklar da baş göstermeye başlayacaktır.
İslâm, kadına
hiçbir değer verilmediği bir dönemde hiçbir değer verilmediği bir mekânda hayat
bulduğunda bu bütünü tamamlaması için kadın ve erkeğe ayrı roller biçti.
Müslüman aileler
için Allah’ın verdiği görevleri yerine getirmek, bu görevleri yerine getirirken
Allah’ın hoşnutluğunu bilmek mutluluk vesilesiydi. Zira Müslüman şahsiyetler
için mutluluğun yegâne kaynağı Allah’ı razı etmektir.
Eskiden bir kadına
mutluluk nedir diye sorulduğunda bunun resmini çizmesi hiç zor değildi.
Mutluluk denince aklında canlanan, kendisine Allah’ın emaneti olarak bakan biri
ile evlenmek, onunla birlikte Allah’ı razı ve hoşnut edecek ameller yapmak,
anne olmak, İslâm’a bağlı ve Allah’ın razı olduğu çocuklar yetiştirmekti. Böyle
bir zihniyet vardı o zamanın kadınlarında. Çünkü temelde mutluluğa ulaşmanın
yolunun Allah’ın rızasını kazanmaktan geçtiğini biliyorlardı.
O zamanki
kadınların sahip oldukları mutluluk anlayışını tasavvur edebilmemiz için
sizlere şanlı tarihimizden kısa bir örnek vermek istiyorum.
Hz. Ömer zamanında
(637), dört oğlu ile birlikte Kadisiye Savaşı’na katılan, oğullarına ebedî
hayatın nimetlerine erişebilmek için savaşın en şiddetli anında öne
atılmalarını, geri adım atmamalarını ve Allah için şehit oluncaya kadar
savaşmalarını nasihat eden Hansa (Allah ondan razı olsun), muradına kavuşmuş ve
dört oğlu da aynı anda bu savaşta şehit olmuştu.
Oğullarının ölüm
haberini alan Hansa bakın nasıl bir dua ile karşılık veriyor? “Onların şehadetiyle beni şereflendiren
Allah’a hamdolsun. Yüce Rabbim, beni de onlarla beraber rahmetinin gölgesinde
birleştirsin!”
Asr-ı Saadet’teki
bu örneklik sizi uzak geçmişe götürmüş olabilir gelin bir de yakın geçmişe göz
atalım.
Bu kez tarih 1915,
Çanakkale Savaşı... Çanakkale Savaşı’na katılan binlerce yiğitten sadece
birinin hikâyesini anlatmak Çanakkale Savaşı’nın baş kahramanının Müslüman
anneler olduğunu göstermesi açısından kâfi gelecektir.
Çanakkale’de
savaşan mücahitlerden biri olan Hasan saçlarındaki kına ile dikkatleri çeker.
Komutanı çağırıp saçındaki kınayı sorar. Hasan “Bilmiyorum annem beni buraya
gönderirken yaktı ben de nedenini sormadım!” der. Komutanı mektup yazdırır
ve kınanın sebebini sormasını ister. Kınalı Hasan mektubu yazar ve gönderir.
Aradan epey zaman geçtikten sonra cevap gelir. Kınalı Hasan’ın annesi soruya
şaşırmış ve şöyle demiştir: “Bunda
bilmeyecek ne var! Bizim buralarda Allah’a adanmış kurbanlıkların başına kına
yakarlar. Ben de dört kardeşin arasında en çok seni sevdiğim için seni Allah
yolunda kurban seçtim. O yüzden de başına kına yaktım!”
Kınalı Hasan’a ne
mi oldu? Annesinin cevabını alamadan Halep’ten, Şam’dan, Edirne’den, Kars’tan
gelen mücahitlerle birlikte kol kola, omuz omuza, sırt sırta savaştı ve
annesini gururlandırarak şehit düştü.
Mutluluğu Allah’ı
razı etmek olarak tarif eden kadınlar böyle nesiller yetiştirdi. Bu bakış
açısıyla Müslüman kadın evinin çobanlığını üstlendi. Evin işlerini çekip
çevirdi. Kocası cihattayken evin tüm sorumluluğunu sahiplendi. Hayatın tüm zor
şartlarına rağmen bu kadar güçlü bir kadındı Müslüman kadın. Ve çok mutluydu.
İslâm’ın tatbik
edildiği zamanlarda aile kale gibiydi; esen rüzgâr ne kadar sert olursa olsun
dayanıklıydı. Şartlar ne kadar zor olursa olsun evlerde mutluk ve huzur
hakimdi.
Kara bulutlar İslâm
ümmetinin üzerinde dolaşmaya başladığında kalenin surları teker teker yıkılmaya
başladı. Nihayetinde Hilâfet Devleti’nin yıkılışıyla birlikte savunmasız,
korunaksız kaldı.
Batı Müslümanlara
karşı o kadar kindardı ki sadece devletlerini yıkmakla kalmadı. Bir daha ayağa
kalkmaması için içtimai ilişkilerine de saldırıya geçti. Toplumun temel yapı
taşı olan ailenin en önemli öğesi kadını hedef aldı.
Çağdaş Batılı kadın
profilinden aşırma ile cumhuriyet kadını profili çizildi. Bu yeni profilin
görünürlüğü balolarla sağlanmaya çalışıldı. Balolara gidip erkeklerle vals
yapan modern kadın, ideal kadın tiplemesi olarak tasvir edildi.
Cumhuriyet kadını
hem modern olacaktı hem kültürlü hem de iyi bir anne. Tabii ki böyle olmadı.
Modernizmi açılıp saçılmak ve etek boyu ile ölçen cumhuriyet, kadını kimliksiz,
kişiliksiz hâle getirirken nesilleri de bu minvalde yetiştirdi ve hâlen
yetiştirmeye devam ediyor.
Batı dünyası,
kapitalist menfaatler uğruna kadını iktisadi bir meta hâline dönüştürdüğünde
Müslüman toplumlarda geri dönülemez ve tedavi edilemez bir yara açmış oldu. Bu
yara öylesine derin ki yetişen nesillerin neredeyse yarısının nesebi belirsiz.
Bu kopuş aile ilişkilerini de yok etmiş ve aile diye bir şey bırakmamıştır.
Her şey ama her şey
tüketime endekslenmiştir. Kadının anne olduğu unutulup reklam malzemesi
yapılmış yahut karşı cinsi etkileme, ikna etme aracı olarak kullanılmıştır. Bu
bakış açısı elbette ki yaşadığımız coğrafyayı da etkilemiş, iletişim ve medya
araçlarının korkunç boyutlara gelmesiyle köylerimizdeki kadınları dahi kontrolü
altına almış, onlara yeni bir mutluluk resmi çizilmiş ve ellerine verilmiştir.
Bu resimde her şey
maddesel; okumak, kariyer sahibi olmak, çalışmak, para kazanmak, ayaklarının
üzerinde durmak, kendini bir erkeğe asla ezdirmemek, her şeyin en güzeline, en
özeline sahip olmak...
Bu mutluluk resmini
eline alan kadın soluğu iş hayatında aldı. Sabah gün ağarmadan yola çıkıyor,
toplu taşıma araçlarında cinsel istismara maruz kalmamak için bir köşeye
sıkışarak yolculuk yapıyordu. İş yerinde amirinin, şefinin, patronunun emri
altında akşama kadar aralıksız bir şekilde çalışıyordu.
İş yerindeki
yabancı erkeklere saatlerce hizmet edip enerjisi tükenince evdeki kocası,
çocukları, anne babası ona bir yük gibi görünmeye başladı. Ağır geldi! Kocasına yemek hazırlamak ağır geldi.
Kocasına bir kahve yapmak ağır geldi. Bazen çocuklarının başını okşamak bile
ağır geldi. Okumak, çalışmak ağır gelmedi ama sevgisini, saygısını göstermek
ağır geldi.
Kadın öyle bir
kuşatılmıştı ki nasıl bir hayatın içinde olduğunu dahi göremedi. Nasıl görsün
ki? Çünkü meslek sahibi olmak için hırsla sarıldığı okulda çok sinsi ve
tehlikeli fikirler kazıldı zihnine. İlkokuldan itibaren “Toplumsal cinsiyet
eşitliği” fikri verildi. Bu fikre göre, kadın ile erkek her alanda eşit olmalı,
kadın erkeğin yaptığı her işi yapabilmeli, çocuklarla uğraşarak kendini eve
hapsetmemeli, bilakis iş hayatında olmalıydı.
Çünkü televizyonda,
dizilerde, filmlerde taşralı kadın; ezilmiş, kendi ayakları üzerinde duramayan,
evlere temizliğe giden, aldığı maaşı da kocasının eline veren zavallı bir kadın
gibi gösterilip şehirli kadın; okumuş, kendini kanıtlamış, kocasına gerektiği
şekilde karşılık verebilen, kendini kimseye ezdirmeyen güçlü bir kadın olarak
yansıtılıyordu.
Çünkü “Hür doğdum, hür yaşarım, kime ne kime ne,
köle miyim sana ben, sana ne sana ne!” benzeri şarkıları dinleyerek
büyüyordu bu kadınlar. Ve bu tarz şarkılar yine ona özgür olması gerektiğini
öğretmişti.
Peki kadınlar tüm
bunları elde ettiği için mutlu olabildi mi? Tabii ki hayır! Mutluluğa bu bakış
açısıyla bakan kadın, hiçbir zaman mutluluğu yakalayamamıştır. Aksine daha çok
mutsuzlaşmış ve daha çok istismara maruz bırakılmıştır.
İzlediği
dizilerden, dinlediği şarkılardan, aldığı eğitimden sonra kadının zihniyeti
kirletildi. Onun amacı ve gayesi Allah’ın rızası iken, yerini sadece kariyer
sahibi olmak aldı. Onun için en büyük meslek annelik iken, o çalışmayı tercih
etti. Kocayı razı etmenin/itaat etmenin huzurunu bir eziyet olarak görmeye
başladı.
Bunun en önemli
sebebi elbette ki örnek alınan, idealleştirilen Batılı kadındır. Batı iş
hayatına attığı kadını korumak için türlü kanunlar çıkartmakta ama kadına
şiddet ve cinsel tacizin önüne geçememektedir. Benzer durumlar ülkemizde de
yaşanmakta yaşanan sorunların çözümü her zaman olduğu gibi Batı’dan
alınmaktadır. Oysaki sorunun kaynağı bizzat Batı kültürünün kendisidir. Böyle
olduğu hâlde bu kültürden çözüm almak apaçık intihardır. İşte İstanbul
Sözleşmesi ortada. Bizim kültürümüzle uzaktan yakından ilişkisi olmayan çözüm
önerileri olduğu gibi kabul edilmiş ve uygulamaya konulmuştur.
Sözde kadına karşı
ayrımcılığın önüne geçilecek ve kadına şiddet engellenecekti. Lakin şu kısa
zamanda dahi bu sözleşmenin hiçbir kanayan yaraya merhem olmayacağı açıkça
görülmekle birlikte bu sözleşme yeni sorunları da beraberinde getirmiştir.
Çocuk istismarını
önlemek için yapılan düzenleme aileyi parçalamış ve yeni mağduriyetler ortaya
çıkarmıştır. Bu konu hakkında öyle çok haber vardır ki bir tanesi örnek olması
için yeterlidir.
Konya’da, 7 yıl
önce anne ve babalarının rızasıyla 15 yaşındaki teyzesinin kızıyla şer’î nikâhla
evlenen, eşi 18 yaşına girince de resmî olarak nikâhlanan kişi, evlendiği
tarihte eşi 15 yaşında olduğu için açılan davada “Çocuğun nitelikli cinsel
istismarı” suçundan 8 yıl 4 ay hapis cezası alarak cezaevine gönderildi.
Ne gariptir ki
hırsızlara, vergi kaçakçılarına, dolandırıcılara, eşcinsel evliliklere göz
yuman devlet, doğum için hastaneye gelen kızın yaşının küçük olduğunu rapor
edip savcılığa bildirmiş. Savcılık şikâyet olmamasına rağmen kamu davası açmış
ve mahkeme ceza vermiş. Gencin eşi şu an hamile ve 2 çocuğu ile çaresiz ortada
kalmış durumda.
Şimdi bu tabloda
korunan kim söyler misiniz? Ailesinin ve kendisinin rızasıyla evlenen genç kız
korunmuş mu oldu? Öyleyse neden gözü yaşlı bir şekilde kocasının tahliyesini
istiyor? Kocasının tutuklanması bu genç kıza verilmiş bir ceza değil midir?
Bu olayda görüldüğü
üzere İstanbul Sözleşmesi’ndeki gaye, bahsettikleri gibi kadını korumak
değildir. Zira kadını korumak, onu sahipsiz, çocukları ile çaresiz bir başına
bırakmak değildir. Amaç; çocuğu aileden, kadını kocadan uzaklaştırıp aile
birliğini parçalamak ve İslâmi aile yapısını mahvedip Avrupai bir düzen
getirerek tamamen Batılılaşmaktır. Ne yazık ki amaçlarına, zehirlerini
damarlarımıza yavaş yavaş akıtarak ulaşmakta, aile kurumumuzu Batı’nın
sınırlarını belirlediği şekle dönüştürmektedir. Bu ise büyük bir felakettir!
Peki ne yapmalıyız?
Müslüman kadınlar
olarak bizler, mutluluğun resmini yeniden çizmeliyiz ve her şeyi aslına
döndürmeliyiz. İslâm kültürünü yeniden hayatımızın merkezine yerleştirmeli ve
bu kültür ile aile ilişkilerini düzenlemeliyiz.
Batı kültürü sadece
kadını değil, erkeği, çocuğu ve aileyi de ifsat etmiştir. Aile arasında sevgi
ve saygı yok olmuş âdeta menfaat birlikteliği hâline dönüşmüştür. Bu nedenle
her şeye yeni baştan başlamalıyız. Müslüman erkek, kadına Allah’ın emaneti
olarak bakacak, onu her şeyden gözü gibi koruyacak, onun ihtiyaçlarını
karşılayacak, saygı gösterecek. Aynı şekilde Müslüman kadın, kocasını razı
etmenin Allah’ın kendisine verdiği görevlerden bir görev olduğunun idrakine
varacak. Üzerine farz olmasa da onun tüm ihtiyaçlarını karşılamak için elinden
geleni yapacak, ona gereken saygıyı gösterecek ve birlikte Allah’ın razı olduğu
bir hayat yaşamak için gayret gösterecek.
İşte böyle olursa
yıkılan surlar tamir edilecek ve aile kalesi yeniden inşa edilecektir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış