“Mağlup, ebedi
olarak galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, ahval ve âdetlerini taklit
etmeye düşkünlük gösterir. Bunun sebebi şudur: Nefis daima kendisine galip
gelen şeyde bir mükemmellik bulunduğuna inanır ve onun hizmetine girer. Mağlup
ya galip olana saygı göstermek istediği için ve onu mükemmel (kemal sahibi)
olarak gördüğü için bunu yapar. Ya da kendisindeki boyun eğme (inkiyad) hâlinin
“tabii bir galebe (gerçek bir yenilgi)”den değil galipteki mükemmellikten ileri
geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır.”[İbn Haldun]
İbn Haldun’un
asırlar öncesinden yaptığı bu tespit, ta o günden bugünün fotoğrafını çekiyor.
Sanki söyledikleri, kelimesi kelimesine, cümlesi cümlesine bugünü yansıtıyor.
Tunuslu mütefekkir ve devlet adamı İbn Haldun’un 7 asır önce ortaya koyduğu bu
tespiti makalem için alıntılarken, 7 asır sonra bugün bu makaleyi kaleme
aldığım gün başka bir Tunuslu düşünür ve devlet adamı Raşid Gannuşi TRT World
Forum’un İstanbul’da düzenlediği konferansta konuşuyordu. Tunus’un “İslâmcı”
partisi olarak bilinen Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi “Demokratik İslâm dediğimiz de; o, Arap dünyasındaki bütün sorunlara
çözüm olacak.” diyerek
Batılı siyaset ve düşünce sistemine hayranlığını gösteriyordu. Arap
coğrafyasında gençlerin, adalet, özgürlük, onur gibi değerlerin yanı sıra,
sosyal adaletin tesisini de istediklerini belirten Gannuşi, demokrasi
hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etti: “Bu gençlik hareketinin
hedeflerini gerçekleştirebileceğine inanıyoruz. Gençler sadece demokrasinin
tesis edilmesinin yeterli olmadığını düşünüyor, sosyal adaletin de tesis
edilmesini istiyorlar. Bunu da başaracaklarına inanıyoruz.”
Dünyadaki bütün
kötülük, kaos ve terörün kaynağının Batılı siyaset düşüncesi olduğunda hiçbir
şüphenin olmadığı bugün “demokrasinin mükemmelliğinden(!)” bahsetmek İbn
Haldun’un dediği gibi ancak bir aşağılık kompleksi ile yani galibin
mükemmelliğine duyulan bir hayranlık ile açıklanabilir.
İbn Haldun açıkça
belirtmemiş olsa da dünya kuruldu kurulalı süregelen mücadelenin varlığını
yukarıdaki tespitinde mana olarak ortaya koymuştur. Dolayısıyla herhangi bir
mücadelede galip ve mağlubun ruh hâli nasılsa hak-batıl mücadelesinde de
aynıdır. Bugün hak-batıl mücadelesinde mağlup kim, hak olan İslâm mı? Peki ya
galip kim, batıl olan kapitalist demokrasi mi? Kime ve neye göre belirleyeceğiz
galip ve mağlubu? “Tarihin Sonu” tezini yazan Fukuyama’ya göre mi? Yoksa
Fukuyama’nın galip ilan ettiği kapitalizmin şiarını benimseyen, onun elbisesini
giyen ve onu taklit etmeye çalışırken gülünç duruma düşen mağlup kişiye göre
mi?
Tunus’ta 7 milyon
seçmenin sadece yüzde 41,32’sinin sandığa gittiği 2019 parlamento seçimlerinde
oyların %17,5’ini alıp seçimlerden birinci parti olarak galip çıkan Nahda
hareketi lideri Raşid Gannuşi esasen tam da İbn Haldun’un sözlerindeki mağluba
tekabül geliyor. Çünkü Tunus halkının yarısından fazlasının meşru görmediği,
inanmadığı, kendisinden bir fayda beklemediği demokrasiden medet umuyor ve
Müslüman gençliği ona çağırıyor.
Fukuyama, Soğuk
Savaş sonrası kapitalizm ve demokrasiyi insanlığın ideolojik evriminin
mükemmele ulaşmış noktası olarak gördü. Batı’nın ekonomik ve siyasal düzeninin
yani kapitalizm ve demokrasinin kesin olarak bu mücadeleden galip geldiğini ve
tarihin sona erdiğini iddia etti. Fukuyama tarihsel olayların devam
edebileceğini ancak temel çatışmanın bittiğini söyledi. Ona göre artık dünyayı
kapitalist Batı liberalizmi yönetecekti. Fukuyama’ya göre Batılı ekonomik ve
liberal sistem kendi içinden alternatif ekonomik ve siyasal sistemler çıkartabilir
ama dışarıdan Batı’ya alternatif bir ekonomik ve siyasal sistem asla tehdit
oluşturamaz.
Raşid Gannuşi aynen
Fukuyama’nın iddia ettiği bu tezin hayat bulması için bir çağrı yapıyor; Batılı
kapitalist liberal sistem içinde demokrasinin yeterli olmadığını sosyal
adaletin de tesis edilmesi gerektiğini söylüyor. Mükemmel olarak gördüğü
kapitalist demokrasinin sorunlarını, açıklarını sosyal adalet ile yani içerden
üretilen alternatif formüller ile çözmeye çalışıyor. Dışarıdan alternatif bir
düşünce ve siyasal sistem iddiasında bulunmuyor. Hâlbuki dışarıya baksa orada
İslâm siyaset düşüncesi ve yönetim sistemini görecek.
“Tarih’in Sonu”
fikri, Batı sisteminin karşısına başka hiçbir rakip sistemin alternatif olarak
çıkmamasını hedeflemiş ve bu bizzat tarihsel sürece karşı çıkan bir iddia
olmuştur. Ve aslına bakılırsa Gannuşi gibi katıldığı seçimlerin galibi ama
gerçekte mağlup olanlar üzerinde bu tez tesirli de olmuştur. Ancak gerçekler
galibin mükemmelliğine duyulan hayranlığın tabii bir galebeden (gerçek bir
yenilgi) ileri gelmediğini gösteriyor, zira eğer tersi olsaydı sadece Gannuşi
ve onun gibi düşünen Tunuslular değil tüm Tunus halkı ve hatta tüm Müslümanlar
galibin mükemmelliğini kabul ederlerdi. Yani bu yenilgi İslâm’ın yenilgisi
değildir. Çünkü bu yenilgi İslâm ümmetiyle kâfirler arasında hiç kesilmeden on
üç asır boyunca devam eden fiilî savaşta alınmış bir yenilgi değildir. Bilakis
Batılı kapitalizm karşısında fikrî savaşta alınan bir yenilgidir. Yani mağlup
olan İslâm değildir, aksine “Müslümanız” diyen fakat İslâm’ı hayata
hâkim kılmak için mücadele etmeyip galibi alkışlayan kimsedir, mağlup… İslâm,
hiçbir zaman hezimete uğramayacaktır! Fakat süvarisi yenik düşmüş bir at, yarış
meydanında ne kadar kalabilir?
Her ne kadar
Fukuyama tarihin kapitalizm ile biteceğini iddia etse de biz yirminci yüzyılın
sonunda biten Soğuk Savaş’tan sonra çatışmanın hızlanarak devam ettiğini
görüyoruz. Hem artık Batı kapitalizminin karşısında çok güçlü bir rakip var.
Batı, kendisinin İslâm ile mücadele edecek bir siyasal düşünceye sahip
olmadığını çok iyi biliyor ancak İslâm’ı temsil eden Doğu bu gücün, İslâm
düşünce sistemi ve yönetim modelinin farkında değil. Ya da şöyle dersek daha
doğru olur: “Tarihin Sonu” tezine Batılılardan daha çok inananlar, Batılı
düşünce sistemine layık olmadığı mükemmellik sıfatını yükleyenler ve örümcek
ağına benzeyen o “devasa”(!) güç karşısında boyun bükenler bunun farkında değil
maalesef.
Biz hem doğu hem
batı ve hem de tüm zamanlar için İslâm’ın ideal bir siyasal sistem olduğunu
iddia ediyor, buna inanıyor ve “bu sistemi hâkim ve egemen kılmaya talibiz”
diyoruz.
Çünkü bizler, her
şeyden münezzeh olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın vaadine güveniyoruz.
Herhangi bir şek ve şüpheye düşmeden kesin olarak Allah’ın şu sözü bizim en
büyük güvencemizdir:
وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ ٱلْمُؤْمِنِينَ
“Müminlere zafer
vermek bizim üzerimize bir haktır.”[Rum Suresi 47]
Öyleyse bu vaat
gerçekleşecektir. Çünkü Allah Subhanehû ve Teâlâ bu ayet-i kerimede
müminlere zafer vermeyi kendisine vacip kıldığı gibi zaferi onlara kendisinden
bir ikram ve lütuf olarak da hak kılmıştır. Bunu şüpheye ihtimal vermeyen kesin
bir ifade ile de teyit etmiştir.
Allah’ın bu sözüne
rağmen kapitalizmin galibiyetine hayran kalan bazı insanlar, İslâmi hayatı
başlatacak bir siyasal sistem ve devletin yeniden dünya sahnesinde var
olmasının mümkün olmadığını, bunun bir hayal olduğunu söylüyorlar. Bu onların
İslâm’a ve Allah’ın vaadine olan güvenlerinin sarsıldığını veya yok olduğunu
gösteriyor. Aynı zamanda bu, Batılı devlet ve sistemlerin galip ve güçlü
olduğuna, sarsılmaz ve yıkılmaz olduğuna dair Müslümanlarda kötü bir algının
oluşmasına da sebep oluyor. Dolayısıyla ümmette oluşturulan bu ümit kırıcı
yanlış algıların değişmesi için İslâm’ın şu özelliklerine tekrar bakmayı gerekli
görüyoruz:
Tüm zamanların en
ideal siyasal sitemi İslâm’dır! Çünkü İslâm ümmeti sahih ve akli bir
akideye sahiptir. Bu akide maddeye değil ruhi esasa dayanmakta ve madde ile
ruhu mezcetmektedir. Toplumdaki ruhi, ahlaki, insani ve maddi değerleri herhangi
bir çelişki olmaksızın karşılayan İslâm akidesi derinlere kök salan bir çınar
gibidir. İslâm akidesindeki bu nitelikler diğer ideolojilerin hiçbirinde
yoktur. İslâm ideolojisinde amellerin ölçüsü, Allah’ı razı eden helaller ve
Allah’ı öfkelendiren haramlardır. Diğer ideolojilerde ise amellerin ölçüsü
dünyadaki maddi lezzetleri maksimum seviyede tatmak yani maddi maslahat ve
menfaattir. Dünyaya baktığımızda bu ideolojilerin insanların hayat ile ilgili
sorularına cevap veremediğini görürüz. Yine bu ideolojilerin egemen olduğu
dönemlerde insanlar hayattan hiç mutlu olamadılar olamıyorlar. İslâm ise onlara
dünya ve ahiret mutluluğunu vadeden bir mesaj taşımaktadır. İnsanlığın bu
mesajı görmesi ve bu mesaja koşması imkânsız değil aksine yakın bir gelecektir.
Kapitalist ideolojinin çalkantı, kaos ve buhranlarından bıkmış olan insanlık
güvenli bir liman aramaktadır. İşte bu liman İslâm’dır.
Tüm
zamanların en ideal siyasal sitemi İslâm’dır! Çünkü İslâm, tüm renk, dil, millet
ve halkların farklılığına rağmen ümmeti toplum yapmada başarılı ve muvaffak
olmuştur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Arap yarımadası ve
civar bölgedeki şirk unsurlarını kazımış ve kısa sürede bu toprakları İslâm
dârı hâline getirmişti. Sonrası dönemde ise İslâm, Arap ve İranlıların yaşadığı
çoğu Zerdüşt, bir kısmı Hristiyan ve Yahudilerin olduğu Irak ve İran
topraklarını, Fars diyarını tüm bu çeşitliliğine rağmen İslâm potasında
eritmiştir. Yine Ermenilerin, Yahudilerin ve Süryanilerin yaşadığı Şam
toprakları fethedilip İslâmlaştırılmıştır. Emevi Hilâfeti döneminde doğuda ta
Çin Seddine kadar ulaşan İslâm Semerkant’ı fethetmiş, Batı’da ise Endülüs’e
ulaşmıştır.
Birbirinden sadece
coğrafi olarak değil âdet, gelenek, din, dil, kültür ve kanun olarak da uzak
olan ve hatta birbirlerine zıt olan bu milletlerden bütün farklılıklarına
rağmen din, dil, kültür ve yasalar çerçevesinde tek bir ümmet çıkarmak kolay
bir iş olabilir mi? Evet, bunu ancak İslâm başarmıştır; bu ancak İslâm
akidesinin, İslâm siyaset düşüncesinin ve İslâm Devleti’nin başarısıdır. Dün
bütün bu halkları tek bir çatı ve tek bir sancak altında toplayan, ferdî,
ahlaki ve içtimai, iktisadi, siyasi tüm toplumsal işlerini çözüme kavuşturan
İslâm, bugün de en ideal siyasal sistemdir. Tekrar bu birliği oluşturacak
siyasi fikir İslâm’dan başka hiçbir ideoloji de bulunmamaktadır.
Bugün tüm Batı tek
bir ideoloji etrafında birleşmiş olmasına rağmen milliyetleri farklı olan
halklarını tek bir siyasi varlık etrafından birleştirememiş,
bütünleştirememiştir. Napolyon’un tüm Avrupa’yı birleştirme çabası duvara
toslamıştır. Avrupa’da milliyetçilik çatışmaları iki yıkıcı büyük dünya
savaşına neden olmuştur. Yirminci yüzyılda oluşturulan Avrupa Birliği (AB) ise
sadece iktisadi, askerî ve dış siyaset konularında bile birlik oluşturmayı başaramamıştır.
İşte bugün İngiltere’nin Brexit kararı bunun açık göstergesidir. Sadece
iktisat, ticaret ve askerî alanda sınırlı birlik oluşturabilen AB; sosyal,
içtimai, ahlaki ve siyasî konularda nasıl birlik oluşturabilir ki?
Tüm zamanların en
ideal siyasal sitemi İslâm’dır! Çünkü iktisadi olarak İslâm tarihi bizlere
tarihin çok nadir şahit olduğu adil bir yaşam standardı sunuyor. İslâm iktisat
sistemi tarihî süreç içerisinde insanlara gerçek manada hiçbir iktisadi kriz,
bulanım ya da kaos yaşatmamıştır. Aynı zamanda İslâm, toplumun her bir
bireyinin bütün temel ihtiyaçlarını karşılar ve sonra da lüks ihtiyaçlarını
mümkün olduğu ölçüde karşılamayı garanti altına alan imkân ve olanaklar sunar.
Bu adil dengeyi kuran en önemli iktisadi kurum zekât kurumudur. Allah Subhanehu
ve Teâlâ Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
وَالَّذ۪ينَ ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ
مَعْلُومٌۙ
“Onlar, mallarında;
isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan
kimselerdir.”[Me’âric
24]
Tüm zamanların en
ideal siyasal sitemi İslâm’dır! Çünkü sosyal ve içtimai alanda tüm
farklılıklara rağmen İslâm toplumunda özellikle aile kurumu hiçbir toplumun
tanık olmadığı insicama sahipti. Daha önce bu böyleydi ama İslâm siyasal
hayattan tamamen uzaklaştırılınca aile yapısı ve içtimai hayat bozuldu.
Nesiller birbirine karıştı. Her türlü sapkın ve aşırı ilişkiler demokratik
düşünceler gereği teşvik edildi. Bugün İslâm topraklarında bile insani olmayan
bu sapkın ilişkilerin yaygınlaşması demokratik siyasi düşünce sebebiyledir.
İslâm bu sorunları çözüme kavuşturacak bir fikir ve metoda sahiptir. Aile
kalesine yönelik gelen tüm bu saldırıları karşılayacak ve def edecek olan,
sosyal ve içtimai hayatta tekrar o mutlu müreffeh hayatı tesis edecek olan
İslâm’dan başkası değildir.
Tüm zamanların en
ideal siyasal sitemi İslâm’dır! Çünkü İslâm ümmeti on üç asır boyunca
küresel manada etkili, güçlü bir siyaset ve büyük bir devlete sahipti. Bu
devlet on üç asır boyunca hüküm sürmüş ve dünyanın birinci devleti olmuştur.
İslâm ümmetinin bu özelliği bile tek başına yeniden siyasi alanda egemenliği
elde edeceğini göstermektedir. Aydınlık geçmişini yeniden kazanabilmek isteyen
bu ümmet için parlak tarihimiz çok çok önemlidir. Ecdatların kurduğu büyük
devleti yeniden inşa etmeye yönelik çalışma coşkusu bu parlak tarihten gelir.
Bugün bu devletin yeniden kurulması yönünde İslâm ümmetinde bir teveccüh
görmekteyiz. Böyle bir teveccühün bulunması ve bu devleti kurmak için
çalışanların varlığı, onların hareketleri ve girişimleri İslâm’ın siyasi
egemenliğini çok yakın zamanda elde edeceğini göstermektedir. İşte bu siyasi
egemenlik ancak siyasi bir otoriteyi hâkim kılmak ile gerçekleşebilir. O
otorite devlettir; o devlet, Râşidî Hilâfet’tir!
Ancak ümmetin
yeniden İslâmi bir yönetim altında birleşmesine yönelik taleplerin arttığı ve
Hilâfet’in yeniden ikamesinin ciddi olarak tartışıldığı günümüzde, kasıtlı ve
planlı olarak bazı tezler öne sürülmektedir. Sömürgeci Batı’nın mutfağından
çıkan bu tezlerden birincisi, “İslâm’ın siyasal düzlemde bir etkisinin olmadığıdır”
yani “İslâm’ın siyasi yönünün, devlet otoritesinin olmadığı” iddiasıdır. Bu
iddia direk Batı tarafından hazırlanıyor, yerli laikler ise bu iddianın
propagandasını yapıyorlar. İşte biz bu sebeple bunlara inat, onların çürük ve
kokuşmuş sistemlerine çatıyor ve “İslâm, tüm zamanların en ideal siyasal
sistemidir!” diyoruz.
İkinci tez ise
“Müslümanların İslâm’a hazır olmadığı ve Hilâfet’i istemediği” tezidir. Bu tezi
öne sürenler Batı kültüründen beslenen oryantalistlerdir. Bunlar yaklaşık bir
asırdır sürdürülen fikrî, kültürel, siyasi ve askerî işgaller sebebiyle şunu
söylüyorlar: “Dünya çapında Müslümanlar İslâmi bir hayatı değil, demokrasi
ve özgürlükleri istiyorlar.”
Biz biliyoruz ki bu
düşünce modernist bir düşüncesidir. Zira Batı, Müslümanların İslâm’ı
istediğinden emindir. Bu hakikati herkesten çok kendileri bilmektedir. Hatta şu
anda böyle bir tehdidin ortaya çıktığını görmüştür ve bunu engellemek için tüm
güçlerini harcamaktadırlar.
Bir üçüncü
propaganda ise Müslümanlarda İslâmi Devlet ve Hilâfet’in yeniden inşa
edileceğine dair ümitlerin kırılması için yapılan “Hilâfet’in hayal olduğu”
söylemidir. Hilâfet Devleti’nin kurulmasının hayal olduğunu söyleyenlere Şeyh
Takiyyuddîn en-Nebhânî’nin İslâm Devleti kitabındaki şu sözleri ile Allah’ın
vaadine tam teslimiyet, Rasulullah’ın müjdesinin gerçekleşeceğine iman ve İslâm
ümmetinin fedakârlığına güven duyulmasını hatırlatırız:
“İslâm Devleti
hayalden, rüya görmekten ve sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o, on üç asır
boyunca tarihin her tarafını kaplamıştır. Bu bir hakikattir. İslâm Devleti
geçmişte böyle idi, yakın bir zaman içinde de yine öyle olacaktır. Çünkü onun
varoluş faktörleri, kötürüm kimsenin onu inkâr etmesinden yahut onu yıkmak için
hazırladığı kuvvetten daha güçlüdür. Zira artık günümüzde aydın akıllar onunla
dolmaktadır. Çünkü o, İslâm’ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu, amacı
durumundadır. İslâm Devleti, heva ve hevesten kaynaklanan bir arzu değildir.
Zira o, Müslümanlar üzerine Allah’ın bir farzıdır. Allah Müslümanlara onu kurmalarını
emretti.”
Tüm zamanların en
ideal siyasal sitemi İslâm’dır ve bu siyasal sistemi yeniden egemen kılmak
için kitlesel siyasi bir çalışma yapmak farzdır. Çünkü ümmetin sahip olduğu
ideoloji, motordaki yakıt gibidir ve bu yakıt bitmez, tükenmez bir özelliğe
sahiptir. Yakıtın motoru hareket ettirmesi için bir pilot veya şoföre ihtiyaç
vardır. İşte motoru kumanda edecek İdeolojik siyasi parti pilot/şofördür. Çünkü
o parti İslâm’ın siyasal sistemini egemen kılmak için motoru harekete geçirir.
Böyle bir parti olmadan sahih bir istikamette yürümek, belirlenen hedefe
kilitlenmek mümkün değildir. Böyle bir parti olmadan sömürgeci Batı’ya
hayranlık duyan mağlupların düşüncelerinin yanlışlığını ifşa etmek, Batı’ya
işbirlikçilik ve uşaklık yapan, ümmetin malını çalan ve maslahatını korumayan,
siyasi makam ve mevki için insanları kandıran devlet yöneticilerini muhasebe
etmek ve onların pisliklerini deşifre etmek mümkün değildir. Bugün böyle bir
parti var ve bu parti toplumun düşünce, duygu ve nizamlarını değiştirmek suretiyle
bu ideolojiyi ümmette canlandırmak, üretken ideolojik siyasi devlet adamlarını
yetiştirmek için çalışıyor. Büyük İslâm’ın yeniden egemen olabilmesi ve
dünyanın birinci devleti konumuna yükselebilmesi için böyle bir partinin
bulunması ümmetin en önemli avantajlarındandır. Bu parti Hizb-ut Tahrir’dir.
Hizb-ut Tahrir’in bu konuda başarılı olduğunun en açık göstergesi, sömürgeciler
tarafından çizilen ve ebedîleştirmek için çalışılan suni sınırları aşarak
ümmetin evlatlarının tümünü saflarında toplamış olmasıdır. Batılı ülkelerde
yaşayan Müslümanlar dâhil tüm İslâmi beldelerden ümmetin evlatlarının Hilâfet
için bu parti ile çalışıyor olması, Hilâfet Devleti’nin ikamesinin gerçek
olduğununun, hayal olmadığının açık bir göstergesidir.
İbn Haldun’un
ifadesinde geçtiği şekli ile bakarsak, özetle şunu söyleyebiliriz: Ümmetin
geneli hiçbir zaman kendini galip gösteren Batı’nın mükemmelliğine inanmamış ve
ona hayranlık beslememiştir. Bunu yapanlar ümmet içinde sayılı kimselerdir.
Dolayısıyla onların bu kompleksli hâli ümmete tümüyle sirayet etmemiştir,
bundan sonra da etmeyecektir. Onların bu düşünceleri ile dün de bugün de hep
şaz durumda ve azınlıkta kalmışlardır. Bundan sonra da ümmete tesir etmeleri
zor görünüyor. Neredeyse her gün bir İslâm beldesinde Müslümanlar yönetimlere,
rejimlere, sistemlere başkaldırıyorlar, meydanlara iniyorlar, haksızlığa,
adaletsizliğe ve zulme karşı duruyorlar. Fakirlik ve yoksulluğa mahkûm
edilmelerini kabullenmiyorlar. Bu durum ümmetteki canlılığın göstergesidir. Tüm
zamanların en ideal sistemi İslâm’dır ve bu ümmet Allah’ın yardımı ile İslâm’ı
önce bu topraklarda sonra tüm dünyada çok yakın bir gelecekte hâkim ve egemen
kılacaktır!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış