Her din ya da
ideoloji, kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve mesajını
insanlara ulaştırır. Temel tanımlayıcı kavramlar, nötr değildirler; zihnine
girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki
din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bunlar, o din ya
da ideolojinin, taşıyıcı, inşa edici ve dönüştürücü etkiye sahip olan inanç
eksenli kavramlarıdır. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dinî ve ideolojik boyutu
belirleyici olmayan kavramlar vardır ki onları, her din ya da ideoloji ya
olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Batıla
ait olan, inanç eksenli temel taşıyıcı ideolojik kavramlar, Müslümanlar
tarafından kullanılmamalıdır. Müslüman, kendi özgün temel kavramlarını
kullanmakta ve kendisini onlarla tanımlamakta ısrar etmelidir. Özellikle de
Rabbimizin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise bu tür Kur’ani
kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder.
Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin
muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle
buluşturulmalıdır.
Rabbimiz Bize “Müslim/Müslüman”
Adını Vermiştir
Rabbimiz Kur’an’ın
birçok ayetinde bizi “Müslüman”
olarak, bizim için seçtiği dini de İslâm
olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın
bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul ve doğru değildir. Özellikle son
dönemde daha da yaygınlaşan ve dönüştürücü etkileriyle siyasal yozlaşmaya da
sebep olan “İslâmcılık”la kendimizi tanımlamaktan uzak durmalıyız. Bazı
kardeşlerimiz aşırı bir eğilimle İslâmcılığı o kadar sahiplenmektedirler ki
kendisini İslâmcı olarak tanımlayan bazı yazarların İslâmcı olmadıklarını iddia
ve ispat etme çabası bile gösterebilmektedirler. Hâlbuki üretilmiş bir kavram
olan “İslâmcılığın” kişilere göre değişen içerikleri olabilir, her kişi
kendisini bu kavramla tanımlarken ona farklı anlamlar yükleyerek kullanabilir.
Hiç kimse de “İslâmcılık bu değildir ve sen İslâmcı olamazsın” deme
hakkına sahip değildir. Çünkü “İslâmcılık” ve “İslâmcı” kavramları insan
zihninin ürettiği kavramlar olarak kişi ve bölgelere göre farklı anlamlar da
kazanabilir. Hâlbuki inzal edilmiş olan İslâm ve Müslim/Müslüman kavramları
evrensel olup içerikleri de vahiyle belirlenmiştir. Bu sebeple, Kur’an ile
belirlenmiş ölçüye aykırı olarak hiç kimse Müslim/Müslüman olduğunu iddia
edemez, ederse vahyin ölçüleriyle sahih İslâm’ın ve Müslim olmanın şartları
hatırlatılarak bu iddia çürütülebilir ve bu kişi gerçekten istiyorsa Müslim
olma imkânıyla buluşturulabilir.
Hangi sebeple
olursa olsun kendimizi “İslâmcı” gibi üretilmiş kavramlarla tanımlamak doğru
değildir. Nitekim Kur’an’da “Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da)
size Müslim/Müslüman ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de
insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a sımsıkı
bağlanın. Sizin Mevla’nız O’dur. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.”[1]
hükmü yer almaktadır. Rabbimiz bu ayetiyle, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve
Sellem bize şahit/örnek/model olsun biz de diğer insanlara şahit olalım
diye bize geçmiş kitaplarda olduğu gibi bu son kitapta da “Müslüman” ismini
verdiğini bildirmektedir. Yani insanlara tebliğ ve şahitliğimizi/örnekliğimizi,
söz ve hâl/ahlâkımız ile tebliğimizi “Müslüman” kimliğimizle yapabileceğimiz
ifade edilmiştir. Başka ayetlerde ise Allah katında dinin İslâm olduğu[2]
ve İslâm’dan başka din arayanların o dinlerinin kabul edilmeyeceği ve bunların ahirette
hüsrana uğrayacakları[3]
açıkça ifade edilmiştir. Allah’ın “İslâmcılık” diye bir dini yoktur. Evet,
açıkça vurgulanarak altı çizilmiştir ki Allah bize “İslâmcı” ismini değil “Müslüman”
ismini, din olarak da “İslâmcılığı” değil, tevhid dini olan İslâm’ı seçmiştir.
Vahyin ilk muhataplarıyla sonraki ihya ve ıslah çizgisinin, tevhidî geleneğin
müntesipleri de kendilerini hep ve sadece bu kavramlarla tanımlamışlardır.
Ey Müslümanlar!
Mademki Rabbimiz, daha önce de şimdi de bize Müslüman ismini verdi, öyleyse
adımız sadece Müslüman olsun. Çünkü bu ismi bize Allah verdi. Adımızı
Rabbimizin koymuş olması bizim için büyük bir şereftir. Bu isim kıyamete kadar
gelecek bütün İslâm dini mensuplarının ortak adıdır. Bu ismin dışında kendimize
başka isim ve başka şeref aramayalım. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Allah'tan,
O'na yaraşır şekilde korkup sakının ve ancak Müslimler olarak can verin.”[4] buyurmuştur.
Rabbimiz ayetlerinde
bizim için İslâm’ı din olarak seçtiğini ve dinimizi tamamladığını ve bizim için
hayat tarzı olarak İslâm'dan razı olduğunu bildirmektedir.[5]
Rabbimiz (Maide
Suresi 5/3’te) bize şu mesajı vermektedir: Bugün sizin dininizi kemale erdirdim.
Böylece üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçip
beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım.
Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için hayat tarzı olarak belirledim ve sizin
için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân Suresi 85. ayetin beyanıyla
söyleyecek olursak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim teslimiyet dini olan
İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat tarzıyla Bana gelirse asla
ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz kayıtsız şartsız
teslimiyettir, yani İslâm’a girmek, bütün hayat alanlarında sadece Bana itaat
etmek, bütün hayatınızla Bana teslim olmak, Müslim olmaktır.”
Rabbimiz, “Hiç
şüphesiz din, Allah katında İslâm'dır.” beyanından sonra “Kitap
verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra,
aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa
düştüler.”[6] hatırlatmasını yaparak dinde (aynı zamanda İslâm ve Müslüman kavramlarının
içeriğinde), (bu isimleri açıklayan) içeriğini belirleyen ilme rağmen ayrılığa
düşmemeye çağırmıştır. Bunu, konumuzla bağlantı kurarak ifade edecek olursak,
aynı zamanda bu Kur’ani kavramların yerine anlamı tartışmalı başka kavramları
ikame ederek ayrılık çıkarmamak çağrısını da kapsadığını ilave edebiliriz diye
düşünüyorum. “Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz
(dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.”[7] Rabbimiz buyuruyor ki: “Tevhid dini olan İslâm, bir tek din olarak sizin
dininizdir, bu tek dine iman edenler de tek bir ümmettir ve Ben de Rabbinizim,
artık Bana kulluk edin.” Kur’an’da, “ümmet” kelimesi, hem “din” hem de “aynı
dine inanan insanlar topluluğu” anlamında kullanılmıştır. Rabbimiz, bizim için
seçtiği tek din olan İslâm’a (ümmete) müntesip tek bir ümmet olduğumuzu
hatırlatarak dinimizi ve sonuçta da ümmetimizi parçalamaktan uzak durmaya
çağırmaktadır: “Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça ettiler (din konusunda
aralarında bölük bölük olup parçalandılar); hepsi bize döneceklerdir.”[8] Bu ayette de Rabbimiz şu uyarıyı yapmaktadır: “Yalnız Bana itaat edin,
bu dini ve müntesiplerini bölüp parçalayacak, ayrılıklar oluşturacak
tutumlardan sakının. Ama insanlar, din konusunda aralarında bölüklere
ayrıldılar, hepsi Bize döneceklerdir.”
Kur’an’da
Peygamberlere, birbiriyle örtüşen şu kavramlar kullanılarak mümin ve Müslim
olmaları emredilmiş, bazı ayetlerdeki ifadeyle “Bana müminlerden olmam
emredilmiştir.”[9],
“Bana Müslimlerden olmam emredildi.”[10]
dedirtilmiş ve davet de mümin ve Müslim olmaya çağrı şeklinde
gerçekleştirilmiştir. Rabbimiz Kur’an’da; Hz. İbrahim'in Aleyhi’s Selam
şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim
olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet
(getir)…”[11] İşte bu uyarı, teşvik ve
yönlendirmeler üzerinde düşünmeliyiz ve “İslâmcıyız” yerine onurlu ve ilkeli
bir biçimde ısrarla, en güzel söz olan “Ben
gerçekten Müslümanlardanım.”[12]
ve “Bana müminlerden olmam emredildi.”
demeye her şartta devam etmeliyiz. Tevhidî geleneği oluşturan ve hiçbirisi
kendini “İslâmcı” olarak tanımlamayan bütün Peygamberlerin, ilk Kur’an neslinin
ve tüm ıslah önderlerinin yaptığını yaparak, kendimizi sadece Kur’ani özgün
kavramlarımızla tanımlamalıyız. İnsanları, üretilmiş ve siyasal bir ideoloji
konumuna indirgenmiş “İslâmcılığa” değil, hayatın bütününü kuşatıp teslim alan “İslâm”
dinine, Müslim ve mümin olmaya, tevhid inancına çağırmalıyız.
“Müslüman” kelimesi
“Müslim”in Farsça’daki karşılığı olup Türkçeleşmiş bir kelimedir. Kur’ani
ölçülere uygun biçimde içi doldurulmak kaydıyla “Müslim” kavramının Türkçe
karşılığı gibi kullanılmasında bir mahzur olmayacağı kanaatindeyim. Ancak
maalesef pratikteki “Müslüman” kavramının içeriği Kur’an'daki “Müslim”
kavramıyla asla uyumlu değildir. Ülke halklarının Kur’an eksenli olmaktan ziyade
bir kültürel aidiyet ifade eden Müslümanlaşma sürecindeki kitleler, iyi niyetle
kendilerini “Müslüman” olarak nitelemelerine rağmen, Kur’an'da zikredilen
ölçülerde Müslim olmanın ne olduğundan bile habersiz bir hâli yaşamışlardır;
hâlen de yaşamaktadırlar. Böyle olunca, Kitabi olmayan ve geleneksel ya da
modern bidat ve hurafelere dayalı “Müslümanlık” Kur’an'daki “Müslimlik”le
örtüşememiştir.
İnsanlardan çoğu,
İslâm’a girdiklerini ve Müslüman olduklarını iddia ettikleri hâlde, Allah’a
bütünüyle teslim olmuş bir hayatı yaşamazlar. Aslında gerçek anlamda İslâm
olmuş/teslim olmuş değillerdir. Kur’an’ı “mehcûr”/terk edilmiş bırakıp Rasul’ün
SallAllahu Aleyhi ve Sellem güzel örnekliğinden uzaklaşılınca, Müslim
olmak için ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini bilemez bir duruma
gelinmiştir. Yapılması gereken, inzal edilmiş kavramı terk edip kendimizi
üretilmiş kavramlarla tanımlamak yerine kendisini Müslüman olarak tanımlayan
iyi niyetli ama bilmeyen bu kitlelere, merhametle Kur’an ve Sünnet’e göre
Müslim/Müslüman olmanın şartlarının ne olduğunu anlatmaktır.
Bizler, Kur’an’ı
belirleyici kılarak ve Rasul’ün mücadele sünnetini izlemek suretiyle
kendimizden başlayarak içinde yaşadığımız toplumu vahyin ölçü ve ilkeleri
istikametinde dönüştürmek, çağımızın Kur’an toplumunu inşa etmek ve Rasul’ün şahitliğinde
tevhidî ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istemiyor muyuz? O
halde kendimizi tıpkı Rasulullah’ın ve ilk Kur’an neslinin yaptığı gibi vahyin
özgün kavramlarıyla tanımlamalıyız. Söylem ve eylemlerimizi Kur’ani
kavramlarımızla ifade etmeli, kimliğimizi, amellerimizi özgün olmaktan çıkarıp
bulandıracak, ilkelerimizi flulaştıracak, geleneksel ve modern cahiliyeye ait
üretilmiş değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız.
“İslâmcılık” Batılı
Emperyalistlerce Uydurulmuş Bir Kavramdır
“İslâmcılık”
kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslâmcılık tartışmalı bir kavramdır”
tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslâmcılık”
kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslâmi
uyanış ve direniş çabalarını, İslâm’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları
nitelemek ve “suçlamak” amacıyla,
tıpkı “radikal İslâm”, “fundamentalist
İslâm”, “dinci” kavramı gibi, İslâm karşıtı Batılı emperyalistlerce ve
yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca üretilip kullanılan bir kavram olduğunu
da vurgulamaktadırlar. Bu kavramı kullanmakta ısrar ettikleri halde, kavramın
içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bu kişiler,
birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da
dışarıdan birilerinin akidevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu
kavramı kullandığını da ifade etmektedirler. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslâmcılığı”, “Anadolu İslâmcılığı”, “Osmanlı
İslâmcılığı”, “Türkiye İslâmcılığı”, “Din temelli İslâmcılık”, “Çıkar amaçlı
İslâmcılık”, “Evrensel İslâmcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek
üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.
Tıpkı “dinci”
kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak
içinde yazılan “İslâmcı” kavramı, buna rağmen bazı Müslümanlarca kabullenilip “meşru”
tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Her şeyden önce “İslâmcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir
kavramdır. Bu kavramın, birçok hurafelere inanan kitlelerin kendisini Müslüman
olarak tanımlaması sebebiyle, çağımızın muvahhidlerini onlardan ayırma ihtiyacı
sebebiyle kullanıldığı iddia edilmektedir. Oysa bu kavram, vahiyle konulan
Müslim adımıza aykırı olduğu gibi, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de
kullanmadığı bir kavram olarak onlarla bağımızı koparma riski de taşımaktadır.
Üstelik Müslüman olarak adlandırılıyor olmamız, bizimle kendisini Müslüman
olarak tanımlayan toplum arasında önemli bir ortak payda oluşturmaktadır.
Emperyalistler de işte bu imkânı yok edip kitlelerden koparıp marjinalleştirmek
ve kitlelere yönelik tebliğimizin önünü kesmek amacıyla, bizi “İslâmcı”, “fundamentalist”
ya da “radikal” gibi adlarla tanımlamaktadır.
Ayrıca kimi uzman
raporları istisna edilirse, “İslâmcılık” ya da “siyasal İslâm” denince bütün
dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini
anlıyor ve onları tartışıyor. Yani sonuçta birilerinin kendisini “İslâmcı”
olarak tanımlamaları da bir işe yaramamış, bekledikleri gibi kendini “Müslüman”
olarak tanımlayan yanlış din anlayışlarından ayrıştıramamıştır. Çünkü aynı
kavram laik demokratik siyasi çizgisi olan RP, SP, AKP vb. partiler için de
kullanılmaktadır. Bu kavramı kullanmaya başlarken, sözüm ona “herkesin
kendisini ‘Müslim/Müslüman’ tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını
hurafeci anlayışlardan ayrıştırmak amacıyla ‘İslâmcılık’ kavramını kullanmayı
tercih ettiklerini” söylüyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma
çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslâmcılık” tanımlamaları arasında
göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan “evrensel İslâmcılık” ya da “tevhidî
İslâmcılık” vb. ilave kelimelerle ayrıştırmaya çalışıyorlar.
Ama yukarıda ifade
edildiği ve referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup
kendi tanımlamalarıyla “siyasal İslâmcı laik demokratik partiler”le “yerli, milli, Türk İslâm’ı, Türk-İslâm
sentezi” söylemleriyle oluşturulan kargaşa zemininde ve ortak seküler
siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar. Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir
kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslâmcı olarak
tanımlamakta ısrar ediyorlar. Hâlbuki üretilmiş bir kavramın peşinde
sürüklenenler, diğer “İslâmcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp
konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği
“Müslim” adını kullanmakta ısrar
etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı?
Ama maalesef, “Müslim”
kavramının içini Kur’ani ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak
tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a davet etmek
varken, halkın da tanımadığı, ilahi iradenin de onaylamadığı üretilmiş bir
kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır. Emperyalistler de işte bu imkânı yok
edip kitlelerden kopararak marjinalleştirmek ve kitlelere yönelik tebliğimizin
önünü kesmek amacıyla bizi “İslâmcı”, “fundamentalist” ya da “radikal” gibi
adlarla tanımlamaktadır.
“Müslim” yerine “İslâmcı”
kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile, hem Kur’ani
bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın bereketinden uzaklaşmaya yol
açmaktadırlar; hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslâm’ın, hayatı kuşatan
bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir
ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar ve böylece bu üretilmiş kavramla
zihinlerin bulandırılmasına, tevhidî kesimde savrulmalara müsait bir zemin
oluşmasına sebep olmaktadırlar. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidî olmaktan çok
uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok
onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta düşmanın yakıştırması olan bu
üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına
yol açmaktadırlar. Bu sebeple de, tevhidî davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani
bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.
Bu sebeple, “İslâmcılığı”
özümseyip kullananların çoğunluğunda zamanla önemli değişimler ve sistem içi
siyasete doğru savrulmalar yaşanmış bulunmaktadır. Medyada yer alan, yazıp
konuşan çoğu “İslâmcı” aydınlar, Allah’ın verdiği ismin altını Kur’an’la
doldurarak, tagûtî şirk sisteminden ve ona hayat veren cahiliye toplumundan
bağımsız tevhidî toplum ve İslâmi sistem hedefli bir düşünce ve söylem üretmek
ve bu minvalde örgütlenip şahitlik yapmaktan uzak duruyorlar. Vahyin sosyalleştirilmesini
ve kulluk bütünlüğünü ihmal eden abartılı ve sloganik bir siyasallaşma içinde
oyalanıyorlar. Böyle olunca da, tamamen sistem içi değişim kodlarıyla
belirlenip sınırlanmış, sistemi demokratikleştirmeye endekslenmiş düşünceler
üreterek, topluma bunları yaymakla meşgul bir konumu kanıksamış bulunuyorlar. Kur’ani
kavramları gündemleştirmekten çok uzak bir üslup ve içerikle, “İslâmcılık” adı altında, “kent dindarlığını”, “muhafazakârlığı”, demokrasiyle
uzlaşmış, seküler bir söylemle ifade edilen
“liberal bir Müslümanlığı” ya da “yerli,
milli, Türk İslâmı”nı konuşuyorlar. “İslâmcılık”
adı altında AKP, Saadet Partisi vb. sistem içi siyasetleri tartışıyorlar.
Günübirlik siyasal
gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca,
uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal
tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler
gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslâmi birikimin, şahsiyetleri ve toplumu
topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve
toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve
bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi
söylemi güçlü, ama İslâmi kimlik ve Kur’ani daveti, bütüncül olarak ve hakkıyla
temsil etmekten uzak kalan, vahye şahitliği kuşatıcı biçimde yapamayan
müntesiplerimiz çoğalmaktadır. Bu sebeple de, tevhidî davet ve şahitlik
açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip
örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil
zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz.
Kitap Ehli ve
Müşrikler Kendilerini “İbrahim’in Dini”ne Nispet Ettiklerinde Müslümanlar Bu
Kavramı Onlara mı Bıraktılar?
Köken itibariyle
tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını
tahrif ederek bu kökten uzaklaşıp sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere,
Rabbimiz, köklerindeki İslâmi inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin
esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya davet edilmelerini son elçisine
emretmiştir: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir
kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir
şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı
Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz
gerçekten Müslümanlarız.”[13]
Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış
olanlara, hak din İslâm’ın ve tevhid akidesinin esasları hatırlatılıp tekrar bu
öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak,
direnirlerse, “Müslim” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın
vurgulanması gündeme getiriliyor.
Diğer taraftan, Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in davetinin muhatabı olan toplumda yer alan
neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak
niteliyorlar, Hz. İbrahim Aleyhi’s Selam’a nispet ediyorlardı. Allah
vahyini gönderirken, “madem ‘İbrahim’in dini’ nitelemesi anlam kaybına
uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kâfir olmuş kitap ehli ve müşrikler de
bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme!”
demiyor tam tersine; İbrahim Peygambere ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip
çıkıyor, onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile
müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine davet edilmeleri
gerektiğini bildiriyor. “İbrahim,
ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir
Müslim idi; müşriklerden de değildi.”[14]
İslâm ve Müslim
gibi inzal edilmiş kavramlar hem evrenseldir hem de taşıyıcı, dönüştürücü,
bütünleştirici etkisi ile tanımlayıcı ve kuşatıcı niteliği kıyamete kadar devam
edecektir. O halde, insanlık tarihiyle başlayıp kıyamete kadar devam edecek tüm
süreçlerde bizi tanımlamak üzere Rabbimizin inzal etmiş olduğu evrensel temel
kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, muhtevasını vahyin ölçüleriyle tanımlayıp
toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Ayrıca, cahiliye
toplumunu, ancak bu tür inzal edilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarımızı
kullanmakta ısrar ederek tevhidî istikamette dönüştürüp aydınlığa ve hidayete
kavuşturabileceğimizi unutmamalıyız.
Davetin
Muhataplarıyla Aynı Müslim/Müslüman Adını Kullanıyor Olmak Tebliğde Önemli Bir
Avantaja Dönüştürülebilir
Özellikle de, “Müslim/Müslüman” kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı
taşıyıcı niteliği olan inzal edilmiş bir kavramın yerine, “İslâmcı” gibi
üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı,
kullanmakta ısrar etmek büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilâhî kaynaklı olan kavramın desteğinden,
bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet
edilen tebliğ ve şahitliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu davete icabeti
anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu davete muhatap
olanlar, “Kur’an’ın davet ettiği
‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslâmcı’ olmamız gerekmez”
diye bakabilmektedir. Sonuçta da, kendini İslâmcı olarak tanımlayıp İslâmcılığa
davet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim/Müslüman”
kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın
Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda
kaybetmektedirler. Hâlbuki kitlelerin İslâm ve Kur’an ile irtibatları kesilip
yozlaşmış oldukları halde kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor olmaları
başlangıçta bir dezavantaj gibi görünse de, aslında onları, bu ortak paydayı
kullanarak ortak kitabımız olan Kur’an’ın tanımladığı gerçek Müslümanlığa davet
etmek için avantaj haline dönüştürülebilecek bir imkân da sunmaktadır.
Bu konuda bir
hatıramı paylaşmak isterim. Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk
yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan
Hakları Derneği’nin (İHD) Genel Merkezi’ne bir ziyaret gerçekleştirmiştik. Bu
ziyarette iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı
birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise
İslâmi kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya
koymuştuk. Mazlum-Der olarak görüşlerimizi açıklarken İslâmi kimliğe ve vahyin
ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz
Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda; insan, hak, adalet ve zulüm gibi
kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl
yaklaştığımızı aktarmıştık. Bunun üzerine, İHD yönetiminden birisi, “Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘Biz
Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz
Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti.
Onlara şunu
söylemiştik; “Af edersiniz biz sizi
sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslâm’ın evrensel ilke ve
ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz.” Bunun üzerine “Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum
Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi
ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de
Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ani
ölçülerini ve İslâm’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga
İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi
arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.
Eğer biz kendimizi “İslâmcı”
olarak tanımlamış olsak ve “İslâmcılığın” insan hakları yaklaşımı olarak vahyî
ölçüleri bile anlatsak, onlar bizi “ideolojik bir siyasal kesim” olarak
algılayıp aynı tepkiyi vermeyeceklerdi. Sonuçta da, kendilerini “Müslim/Müslüman”
saymaya, bulundukları gayri İslâmi konumun da “Müslümanlık”la çelişkisi
olmadığını düşünmeye devam edeceklerdi. Hâlbuki bizim kendimizi “İslâmcı”
olarak değil de “Müslim/Müslüman” olarak tanımlamamız ve vahye dayalı insan
hakları yaklaşımımızı da Müslümanlığın bu konudaki ölçüleri olarak sunmamız,
bir hayra vesile olmuş, onlar kendi konumlarının Müslümanlık olmadığını ve
Kur’an’ın tanımladığı Müslümanlığın ne olduğunu öğrenme imkânına kavuşmuşlardı.
Merhum Mevdudi de dirayetle yaptığı
mücadeleyi, Müslüman olduğunu iddia edenleri “Müslüman olmaya” çağrı olarak
tanımlıyor ve “Gelin Müslüman Olalım”
adıyla yayınladığı kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında hemen yasaklanıyordu.
Aynı şekilde, merhum şehidimiz Seyit
Kutup da, kendisini Müslüman zanneden insanları, kendisini Müslüman olarak
tanımlayan cahiliye toplumundan ayrışmaya, Kur’an’a ve Kur’an’ın teklif ettiği
anlamda Müslüman olmaya, ilk Kur’an neslinin oluşturduğu örnekten hareketle
vahyin ölçüleriyle çağın Kur’an neslini,
Kur’an toplumunu oluşturmaya çağıran “Yoldaki
İşaretler” kitabını kaleme aldığı için idam edilmiş ve bu kitabı Türkiye’de
de ilk yayınlandığında yasaklanmıştı. Bu örneklerden de anlaşılmış olmalı ki,
tağuti sistemler bile İslâm’a ve halka yabancı “İslâmcılık” kavramından ziyade,
insanların şok edici bir Kur’ani içerikle Müslüman olmaya davet edilmesinden
rahatsız oluyorlardı.
Zaten Müslümanları,
tebliğin muhatabı halktan koparmak, davetin önünü kesmek amacıyla “İslâmcılık” kavramını tevhidî daveti
yaymaya çalışan Müslümanları karalamak, suçlamak üzere bizzat Batılı ve yerli
tağuti sistemler ve onların payandası Batıcı entelektüeller de özellikle
kullanıyorlar. Bir yandan, İslâm’ın ve Müslümanlığın Kur’an bütünlüğü içinde
doğru algılanıp hayatın bütününü kuşatıcı anlamda sosyalleştirilmesi, “Kur’an toplumu” ve “İslâmi adalet sistemi”nin inşası
çabalarını, içeriğiyle istedikleri gibi oynayabilecekleri bir kavram olan “İslâmcılık”la damgalayıp halka, yani davetin
muhataplarına, Kur’ani ölçülere ve tevhidî geleneğe yabancılaştırıyorlardı.
Diğer yandan da, “İslâmcılığa” yönelttikleri eleştirileri ve saldırıları, baskı
ve zulümleri, İslâm’a ve Müslümanlığa değil de, dinin ideolojileştirilmiş insan
üretimi bir versiyonu olarak “İslâmcılığa” karşı yapılmış gibi göstererek,
halkı aldatmaya ve bu tür saldırılara haklılık kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu
sebeple de, “İslâmcılığı” eleştirip hedef alanlar, İslâm’ı ve Müslümanlığı
hedef alanlar kadar tepki almamışlardır.
İslâm, Müslüman, mü’min vb. Kur’ani
kavramlar, Kur’an var oldukça kıyamete kadar geçerliliklerini koruyacak ve mekânları,
zamanları aşarak bütün ümmeti birleştirecek, tüm ümmetin ortak paydasını
oluşturacak çağlar üstü evrensel ve
kalıcı kavramlardır. O halde, belli maksatlarla üretilmiş ve unutulmaya mahkûm
geçici kavramlarla kendimizi tanımlamaktan, evrensel davamızı bu tür yerel ve
geçici kavramların içine sığdırmaya çalışmaktan uzaklaşıp inzal edilmiş ve
korunmuş özgün, evrensel ve kalıcı Kur’anî kavramlarımızla kendimizi
tanımlamayı ve ifade etmeyi tercih etmeli ve bu tercihte ısrarlı olmalıyız.
Böylece, kendisini iyi niyetle “Müslüman” olarak nitelendiren ancak Kur’an’daki
Müslim/Müslüman olmanın şartlarından haberdar olmadığı için hayatı gerçek
Müslümanlıkla örtüşmeyen insanlarımızı, inşaAllah ortak kitabımız Kur’an’da
buluşmaya ve Kur’an’ın şartlarını belirlediği biçimde gerçek Müslümanlar olmaya
davet edebiliriz.
[1]
Hacc 22/78.
[2]
Âl-i İmran, 3/19.
[3]
Âl-i İmran, 3/85.
[4]
Âl-i İmran, 3/102
[5]
“…Bugün
sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslâm'dan razı oldum.” (Mâide, 5/3)
[6]
Âl-i İmran, 3/19.
[7]
Enbiya, 21/92.
[8]
Enbiya, 21/93.
[9]
Yûnus, 10/104.
[10]
Yûnus, 10/72.
[11]
Bakara, 2/128.
[12]
Ahkâf, 46/15; Fussilet, 41/33.
[13]
Al-i İmran, 3/64.
[14]
Âl-i İmran, 3/67.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış