Kapitalizmin ana
zihniyetini oluşturan menfaat ve onu ayakta tutan sermaye sahipleri
gerektiğinde karşı oldukları kurumlara dahi menfaat gereği
yönelebilmektedirler. Dinî hassasiyeti olanların dinî sebeplerden ötürü
sistemin faiz çarkına girmediğini gören bazı sözde uyanık para babaları,
kendilerince yeni bir olanak elde ettiklerini zannederek (Müslümanların)
“İslâmi” sermayeye gözlerini dikti. Aslında bu kişilerin kapitalizmin ana
ruhunu teşkil eden “Para için babamı dahi satarım” diyenlerden hiç bir
farkı yok. Lakin dikkat çekmemek için her alanda olduğu gibi bu alanda da sözde
dindarları görev başına getirdiler. Yani namaz kılan, oruç tutan hatta
tesettürlü, sakallı elemanlar tuttular. Yine bu kişiler Batı’ya yani paranın
değerli olduğu mekânlara ve orada yaşayan muhafazakâr kesimin parasına
özellikle yöneldiler. İşte bu minvalde Türkiye’de 80’li yılların sonlarında
özellikle Milli Nizam (20.01.1970 – 20.05.1971), Milli Selamet (11.10.1972 –
26.01.1974) ve Refah Partisi (19.07.1983 – 16.01.1998) döneminde “Yeşil
sermaye” diye adlandırdığımız bir çevre oluştu. Bu çevre özellikle
Avrupa’da yaşayan muhafazakâr gurbetçilerin paralarına gözlerini dikti.
Neticede bu Müslümanlar haram olduğu için paralarını faize yatırmak
istemiyorlardı. Yatırım konusunda fazla becerikli oldukları da söylenemezdi.
Dolayısıyla 80’li yılların başlarında başlayan bu Yeşil Sermayeli süreç, 2001
yılına yani Türkiye’deki ekonomik krize kadar sürdü. Daha sonra kısmen devam
etse de Yeşil Sermaye rüzgârı 80’li ve 90’lı yıllar gibi güçlü değildi.
Gurbetçilerin
Avrupa’daki tarihî süreci ve “İslâmî” sivil toplum kuruluşlarının oluşumunu, bu
Yeşil Sermayedarların alanına giren bir mesele olduğu için kısaca ele almak
durumundayız. Çünkü Avrupa’daki dinî yapıların, 70’li yıllarda Erbakan Hoca’nın
siyasi hareketi ile paralel olarak var olmaları ile “Yeşil Sermaye” olarak
bilinen şirketleşmelerin aynı zamana denk gelmesi bence tesadüf olamaz.
Avrupa’ya Müslüman
Türk ve Kürt halkların ayak basması 1961 yılına dayanmaktadır. Nitekim Avrupa
İkinci Dünya Harbi’nde yıkık, dökük ve iş gücünün neredeyse kalmadığı bir
dönemde yeni kalkınma hamlesi yapabilmesi için iş gücüne ihtiyaç duyduğundan,
Avrupa’nın birçok ülkesi ile Türkiye arasında işçi alımı antlaşması imzalandı.
O dönemlerde Türkiye de daha yeni kurulmuştu ve halk darbelerle boğuşuyor,
açlık ve sefalet içinde kıvranıyordu. Müslüman halkın dinî hassasiyetlerinden
dolayı gördüğü baskıyı da unutmamak gerek. Neticede Türkiye kalkınamadığı için
2-3 yıllığına giden gurbetçiler “6-7 yıl kalalım” dediler ve bu süreç
böyle uzayarak devam etti. Ardından gurbetçiler, 1967 yılında Berlin’de “Mehmet
Akif” adını verdikleri ilk camilerini açtılar. Bu camii ile beraber Milli Görüş
Teşkilatı’nın da temelleri atılmaya başlandı. İlk olarak “Türk Birliği” adı
altında örgütlendiler. Sonra 1977 yılında “İslâm Birliği” (Union İslâm) olarak
ismi değiştirildi. Ardından 1985 “AMGT” (Avrupa Milli Görüş Teşkilatı) adı ile
faaliyetlerine devam ettiler. Son halini ise 1994 yılında “İGMG” (İslâmische
Gemeinschaft Milli Görüş) olarak aldı. Bu arada tabii ki Milli Görüş haricinde
Türkiye Devleti’nin desteği ile 1984 yılında DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslâm
Birliği) kuruldu ve mücadelesini sürdürdü. Lakin konumuz ile alakalı olarak
Yeşil Sermaye’nin yoğunlaştığı kurum İGMG olduğu için ona dikkatlerimizi
çekiyoruz.
80’li yılların
sonlarında başta Almanya olmak üzere Türk göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı
Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan Jet-Pa, Kombassan, Yimpaş gibi onlarca holding,
yüksek kar vaadiyle ki bu 30-40% kadar çıkabilmekteydi, genelde muhafazakâr
insanlardan büyük miktarda para topladılar. Bunu yaparken de özellikle İGMG
teşkilatlarının mekânlarını kullandılar. Camilerde takım elbiseli, elinde para
dolu çantalarla gelen holding elemanları görmek o günlerde olağan dışı değildi.
Bu şirketlerin büyük bir bölümü 2001 ekonomik krizinden sonra zarar görerek ya
battı ya da batmanın eşiğine geldi. Sermaye olarak verdikleri tutarı geri
alamayan ve “dolandırıldıklarını” düşünen vatandaşlar da büyük bir mağduriyet
yaşadı. Değişik verilere göre 20 yıla yakın bir süre içerisinde 1 milyon Türk
ve Kürt göçmenin ödediği yaklaşık 30 milyar doların, “dolandırıcıların” ortadan
yok olması, holdinglerin kapanması ile kayıplara karıştığı düşünülüyor. Ödenen
bu paraların akıbeti meçhulken, kapanan holdinglerin mağdurları AKP
hükümetinden hâlâ ciddi destek görmediklerinden yakınmaktadır. Erdoğan Başbakan
iken Mayıs 2006 yılında Almanya’ya gerçekleştirmiş olduğu bir ziyarette Avrupa
Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci ile dernek üyesi bir
kadının, “holdingzedelerin sorununun çözülmesini, holdinglere para kaptıran
vatandaşların mağduriyetinin giderilmesini” istemesi üzerine Erdoğan şu
çarpıcı açıklamayı yaptı: “Kullandığınız
rakamlar o kadar tutarsız ki… ‘1 milyon kişi para verdi’ deniliyor. 1 milyon
kişi bu parayı verirken, hangi evrak karşılığında verdi? Hukuki geçerliliği var
mı? Burada duygu sömürüsüne girmeyelim. Yüzde 30-35, hatta yüzde 40 nema
alanların hoşuna gidiyor muydu bu? Nema adı altında bunlar da alındı. Bunları
da bilen birisiyim ben. Yüzde 40’ların alındığı zamanda dünyada hiçbir yerde
faiz oranı yüzde 6-7’den fazla değildi.”
Erdoğan bu çıkışı
ile aslında geçmişte sahip olduğu Refah Partisi kimliğini, gömleğini
çıkardığını ima etmekle beraber yeni bir sürecin de oluştuğunu ve faiz vurgusu
ile Yeşil Sermaye üzerinden insanların faize nasıl alıştırıldığını da göstermiş
oldu. Hatta faiz oranlarının o günün faiz oranlarına göre çok yüksek olduğunu
ve bunların gayri resmi kanallarla oluştuğunu dillendirerek aslında bir takım
başka mesajlar da vermek istediğini anlamak zor değil. Bu mesajları, Erdoğan
döneminde 10 kat büyüyen ve güçlenen MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları
Derneği) ile beraber onlarca –sözde- “İslâmcı” şirketin
(Cengiz-Limak-Kolin-Albayraklar-Sancak vs.) oluşumu şeklinde yorumlamak mümkün.
9 Mayıs 1990
tarihinde İstanbul’da kurulan MÜSİAD’ın aslında laik, Kemalist kesimi temsil
eden ve 1971 yılında İstanbul’da kurulan TÜSİAD’a (Türk Sanayicileri ve
İşadamları Derneği) rakip olarak kurulmuş olduğu aşikâr. Yani TÜSİAD
Avrupa/İngiliz zihniyetinin temsilcisi iken MÜSİAD’ın ABD zihniyetinin bir
yansıması olarak karşımıza çıktığı söylenebilir. ABD’nin, Erdoğan üzerinden
İslâmcı kesimi de kontrol altına almak istediği düşünüldüğünde, AKP’nin
güçlen(diril)mesi kaçınılmak olmaktadır. Bunun sağlanması için de ekonomik bir
hamle gerekliydi. Bu hamlelerden biri, Ocak 2005 yılında TL’den 6 sıfırın
atılması olmuştur. Yine ABD’nin ekonomik mızrak uçlarından biri olan IMF ile
iplerin “göstermelik” olarak koparılması da Erdoğan’ın yıllardır dillendirdiği
mevzulardan birisidir. İşte bu istikamette kendisine güvenebileceği zenginler
heyetinin oluşturulması veya var olan kurumun güçlendirilmesi gerekiyordu.
MÜSİAD 1990 yılında
1.100 üyeye sahipken, bu sayı 1995 yılında 1.717’ye, 2010’da 4.750’ye ve
2018’de 11.000’e yükselmiş durumda. MÜSİAD’ın üye sayısı 28 sene içinde 10
katına çıkarken, bugün 1 milyon 600 bin kişilik bir istihdamı oluşturmakta.
MÜSİAD ile TÜSİAD’ın rakip oluşları ve AKP’nin bu süreçte İslâmcı kesimi
sisteme entegre edebilmesi için MÜSİAD gibi bir oluşuma ihtiyaç duyduklarını
2006 yılında ulusalcı yazar Enis Berberoğlu Hürriyet gazetesinde şu şekilde
dillendirmiş; “İslâmi sermaye ne kadar
büyüdü, örneğin TÜSİAD’la boy ölçüşür hâle geldi mi? Peşinen söyleyelim, TÜSİAD
ile MÜSİAD kıyas bile kabul etmez. TÜSİAD’ın birkaç yüz üyesi, milli gelirin
yaklaşık yüzde 35’ini yaratıyor. Büyük şirketlerin cirosu 100 milyar dolara
yaklaşıyor. Buna karşılık Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD)
2 bin 600 üyesi ve 8 bin şirketiyle ürettiği değerin büyüklüğü ne kadar biliyor
musunuz? Sadece 30 milyar dolar veya milli gelirin yüzde 10’u. Demek ki
Cumhuriyet’in sermaye birikimi, kamuoyunda şakayla karışık ‘Müslüman İşadamları
Derneği’ olarak anılan ve yükselen Anadolu zenginini temsil eden MÜSİAD’ı üçe
katlıyor.”[Ekim 2006 –
Hürriyet]
İşte o zamanlar
fazla ciddiye alınmayan MÜSİAD ile AKP bugünlerde ağır sanayide, medyada,
inşaat ve benzeri alanlarda varlıklarını her geçen gün daha da arttırdılar. Bu
esnada TÜSİAD’dan bireysel transferlerin yapıldığını ve TÜSİAD işadamlarının
menfaatleri gereği mevcut iktidara göz kırptığını da unutmamak lazım. Neticede
bunun en güzel örneği ABD’nin başında bulunan dünyanın en önde gelen
işadamlarından biri olan Trump ile verilebilir. Trump dünyayı bir pazar olarak
görüyor ve siyasi gücünü ise bu pazardan en fazla pay kapmak için kullanıyor.
Onun için yıllardır “ekonomik savaş” terimini duymaktayız. Global anlamda olan
bu durum milli sınırlar, TÜSİAD’a bağlı işadamları için de geçerli. Bu ilişkiyi
Mayıs 2019 tarihinde İç Güvenlik Birimleri’nin tertiplediği iftar programına
katılan Erdoğan şu sözlerle ima etmiş oldu: “Beyefendi! 17 yıl önce
Türkiye’nin kişi başına
milli geliri neydi, bugün
Türkiye’nin kişi başına
milli geliri ne? Sen
ekonomik olarak o gün neredeydin? Bugün neredesin? O günden bu güne
sadece firman ne kadar büyüdü, arkadaşların ne kadar güçlendi, onu hiç masaya
yatırmıyor musun?’’
Günümüzde İslâmi
kesimin geldiği vahim tablo ise içler acısı. Geldiğimiz döneme kadar yani 2019
yılına kadar İslâmi kesimin değil faizden uzaklaşmasını bilakis daha güçlü bir
şekilde faiz ile hemhal olduğunu görüyoruz. Bunun önde gelen sebepleri ise
örnek aldıkları siyasetçilerin faiz ile alakalı yaptıkları açıklamalar ve
destekledikleri –sözde- İslâmi şirketlerin çalışma şekilleri olmuştur. Bununla
alakalı bir kaç örnek verelim: Erdoğan, 2004 yılında muhafazakâr kesimin
katılımı ile gerçekleşen MÜSİAD 13. Olağan Genel Kurul toplantısında şu
açıklamayı yaptı: “Yıllarca ‘Biz
geldiğimiz gün faizi kaldıracağız’ diyen anlayışlar vardı. Buna aklımız
yatıyor muydu? O zamanlar maalesef aldanarak, yatıyordu. Ama bu dünyanın
gerçeği değildi. Çünkü siz bunları ödemek zorundaydınız.” Şimdi bu
açıklamayı yapan Erdoğan’ın iktidarı döneminde yıl içinde faize giden bütçe
miktarına bakalım. Rakamlar miktarın azalmadığını bilakis çoğaldığını
gösteriyor. Yıl 2003’te 58 milyar TL olan faize giden bütçe miktarı, 2019
yılında 121 milyar TL’ye yükselmiş olması, Erdoğan’ın faizi hâlâ “bir dünya
gerçeği” olarak düşündüğünü bize gösteriyor.
Yine AKP döneminin
önemli isimlerinden biri olan dönemin Başbakanı ve AKP Genel Başkanı Ahmet
Davutoğlu’nun Yeni Türkiye Buluşması’nda ‘faiz’ ile ilgili sarf ettiği cümleler
çok çarpıcıydı: “2002’de %56 faizdi, %12
sübvansiyon yapılıyordu, %47 esnaftan faiz alınıyordu. Şimdi %50 sübvansiyon,
%4-5 civarında faizlere kadar düştü. 2002’de faiz eeee... kredi kullanan
esnafımızın sayısı 63 bin civarında idi ve gittikçe düşüyordu. Şimdi 317 bin
geçen sene kredi kullanan esnafımız. Toplamda da 1 milyon 100 bin esnafımız
kredi kullandı bizim dönemimizde. HELALİ HOŞ OLSUN. Allah sayısını,
bereketini artırsın. Kredi tutarının toplamı 2002’de 153 milyondu (eski
parayla 153 trilyon), şimdi 2014’te kullanan 12.5 milyar (yeni parayla 12 buçuk
katrilyon). Yani 81 kat arttı. İŞTE BEREKET BUDUR!”[Mayıs 2015] Şimdi bu açıklama
bile aslında tablonun ne kadar vahim olduğunu göstermeye yeter. İşin garip olan
tarafı ise bunları sarf eden Davutoğlu’nun her iki cümlesinden birisinde İslâmi
söylemler sarf etmesidir; helali hoş olsun, Allah sayısını artırsın, bereketini
artırsın, işte bereket budur, gibi…
Bu ve benzeri
açıklamaları çoğaltabiliriz lakin siyasetçilerin söylem ve eylemlerini
göstermek için yeterli olduğu kanaatindeyim. Şimdi ise bu algının zamanla
Müslüman halka nasıl sirayet ettiğini ve büyük bir haram olan faiz anlayışını
Müslüman halkın nasıl normal karşıladığını anlamaya çalışalım. Olayı psikoloji
açısından ele alacak olursak karşımıza şu çıkıyor: Hocalara, dini bilen
insanlara sorulduğunda hemen hemen hiçbiri “faiz helaldir” demez.
Neticede hüküm net ve haramın seviyesi herkesçe malum. Allah Celle Celalehu
Kur’an-ı Kerim’inde faiz haricinde şu lafzı hiçbir yerde kullanmamıştır: Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten
sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı
bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü’yle savaşa girdiğinizi
bilin.”[Bakara
278-279]
Yani “Allah ve Rasulü’yle savaş” lafzı
sadece faiz haramında kullanılmıştır. Şimdi bu gerçeklere rağmen bugün
neredeyse hiçbir esnaf ve vatandaş kredi kullanmadan ne iş yapıyor, ne bir ev
veya araba alabiliyor. Bunun sebeplerini şu şekilde özetleyebiliriz: Sistem
insanların birbirlerine güvenmelerini ve birbirlerine faizsiz borç vermelerini
tamamen yok etmiş durumda. İnsanlar en yakını olan kişilere dahi
güvenmemektedir. Bu menfi gerçekler haricinde bir de insanlar maddi kıtlık
yaşamakta ve işsizlik oldukça yüksek durumda. Ticaret yapmak isteyen lakin
peşin parası olmadığı için kredi çekmek zorunda kalan ve bu şekilde kısırdöngüye
dâhil olan bir kişi, bu hatayı bir kez yapınca neredeyse bir ömür o çarkı terk
edememektedir. Çarkın dönebilmesi için her defasında yine kredi bataklığına
çekilmektedir. Yüksek kira ödemek zorunda olan bir kişi ise kredi ile
kandırılarak “kira öder gibi ev sahibi ol” saçmalığına kanmaktadır ve bu
şekilde yine kredi bataklığına saplanmaktadır. Bu ve benzeri olaylar artık
toplum içerisinde hemen herkes tarafından normal hatta zorunlu görülmektedir.
Hatta bunu yapanların içerisinde namazlı, oruçlu, dini bütün insanlar da yok
değil. Bunların birçoğu ise yaptığı işin haram olduğunu biliyor ve teyit de
ediyor fakat –sözde- “İslâmi”(!) iktidarı örnek almakta ve ekonominin
güçlenmesi için bu kredilerin zorunlu olduğunu savunmaktadırlar. Örneğin son
iki yıldır ekonominin kötü gitmesi neticesinde bankaların faiz oranlarını
yükselmesi insanların kredi almamalarına neden oldu. Buna mukabil insanların
paralarını bankaya faiz almak için vadeli yatıranların sayısı da arttı.
Bankalar yine biriken bu paralarla yüksek faiz ile büyük şirketlere hatta
devlete kredi vermektedir. Bu tabii ki bir yere kadar devletin işine
gelmektedir. Lakin aynı zamanda halkın alım gücü düştüğünden orta ve küçük
esnafın zarar görmesine neden olmaktadır. Kredi faizlerinin özellikle emlak
kredilerinin düşmesi ile, “halk rahat bir nefes aldı” diyenler çıkmadı
değil. İşte tüm bu gidişat halkı öyle veya böyle insanları kredi almaya sevk
ediyor.
Sonuç itibariyle
Müslümanların, gerek “Yeşil Sermaye” olma sürecinde, gerekse de “İslâmi” şirket
ve holdingler aracılığıyla kendi zenginlerini oluşturma sürecinde halkın
“İslâmi söylemleri olan” siyasiler eliyle nasıl da manipüle edildiğini görmüş
olduk. Müslüman ve mütedeyyin halk bu zevat eliyle bırakın haramlardan
kurtulmayı, giderek daha da dibe batıyor.
Rabbim Müslümanlara
bu gerçekleri görme feraseti ve basireti versin. Rabbim biz Müslümanları
sistemin her türlü hile ve tuzaklarından korusun. (Âmin).
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış