YEŞİL SERMAYE VE KAPİTAL İSLÂMCILIĞI

Mehmet Aydın

Kapitalizmin ana zihniyetini oluşturan menfaat ve onu ayakta tutan sermaye sahipleri gerektiğinde karşı oldukları kurumlara dahi menfaat gereği yönelebilmektedirler. Dinî hassasiyeti olanların dinî sebeplerden ötürü sistemin faiz çarkına girmediğini gören bazı sözde uyanık para babaları, kendilerince yeni bir olanak elde ettiklerini zannederek (Müslümanların) “İslâmi” sermayeye gözlerini dikti. Aslında bu kişilerin kapitalizmin ana ruhunu teşkil eden “Para için babamı dahi satarım” diyenlerden hiç bir farkı yok. Lakin dikkat çekmemek için her alanda olduğu gibi bu alanda da sözde dindarları görev başına getirdiler. Yani namaz kılan, oruç tutan hatta tesettürlü, sakallı elemanlar tuttular. Yine bu kişiler Batı’ya yani paranın değerli olduğu mekânlara ve orada yaşayan muhafazakâr kesimin parasına özellikle yöneldiler. İşte bu minvalde Türkiye’de 80’li yılların sonlarında özellikle Milli Nizam (20.01.1970 – 20.05.1971), Milli Selamet (11.10.1972 – 26.01.1974) ve Refah Partisi (19.07.1983 – 16.01.1998) döneminde “Yeşil sermaye” diye adlandırdığımız bir çevre oluştu. Bu çevre özellikle Avrupa’da yaşayan muhafazakâr gurbetçilerin paralarına gözlerini dikti. Neticede bu Müslümanlar haram olduğu için paralarını faize yatırmak istemiyorlardı. Yatırım konusunda fazla becerikli oldukları da söylenemezdi. Dolayısıyla 80’li yılların başlarında başlayan bu Yeşil Sermayeli süreç, 2001 yılına yani Türkiye’deki ekonomik krize kadar sürdü. Daha sonra kısmen devam etse de Yeşil Sermaye rüzgârı 80’li ve 90’lı yıllar gibi güçlü değildi.

Gurbetçilerin Avrupa’daki tarihî süreci ve “İslâmî” sivil toplum kuruluşlarının oluşumunu, bu Yeşil Sermayedarların alanına giren bir mesele olduğu için kısaca ele almak durumundayız. Çünkü Avrupa’daki dinî yapıların, 70’li yıllarda Erbakan Hoca’nın siyasi hareketi ile paralel olarak var olmaları ile “Yeşil Sermaye” olarak bilinen şirketleşmelerin aynı zamana denk gelmesi bence tesadüf olamaz.

Avrupa’ya Müslüman Türk ve Kürt halkların ayak basması 1961 yılına dayanmaktadır. Nitekim Avrupa İkinci Dünya Harbi’nde yıkık, dökük ve iş gücünün neredeyse kalmadığı bir dönemde yeni kalkınma hamlesi yapabilmesi için iş gücüne ihtiyaç duyduğundan, Avrupa’nın birçok ülkesi ile Türkiye arasında işçi alımı antlaşması imzalandı. O dönemlerde Türkiye de daha yeni kurulmuştu ve halk darbelerle boğuşuyor, açlık ve sefalet içinde kıvranıyordu. Müslüman halkın dinî hassasiyetlerinden dolayı gördüğü baskıyı da unutmamak gerek. Neticede Türkiye kalkınamadığı için 2-3 yıllığına giden gurbetçiler “6-7 yıl kalalım” dediler ve bu süreç böyle uzayarak devam etti. Ardından gurbetçiler, 1967 yılında Berlin’de “Mehmet Akif” adını verdikleri ilk camilerini açtılar. Bu camii ile beraber Milli Görüş Teşkilatı’nın da temelleri atılmaya başlandı. İlk olarak “Türk Birliği” adı altında örgütlendiler. Sonra 1977 yılında “İslâm Birliği” (Union İslâm) olarak ismi değiştirildi. Ardından 1985 “AMGT” (Avrupa Milli Görüş Teşkilatı) adı ile faaliyetlerine devam ettiler. Son halini ise 1994 yılında “İGMG” (İslâmische Gemeinschaft Milli Görüş) olarak aldı. Bu arada tabii ki Milli Görüş haricinde Türkiye Devleti’nin desteği ile 1984 yılında DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği) kuruldu ve mücadelesini sürdürdü. Lakin konumuz ile alakalı olarak Yeşil Sermaye’nin yoğunlaştığı kurum İGMG olduğu için ona dikkatlerimizi çekiyoruz.

80’li yılların sonlarında başta Almanya olmak üzere Türk göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan Jet-Pa, Kombassan, Yimpaş gibi onlarca holding, yüksek kar vaadiyle ki bu 30-40% kadar çıkabilmekteydi, genelde muhafazakâr insanlardan büyük miktarda para topladılar. Bunu yaparken de özellikle İGMG teşkilatlarının mekânlarını kullandılar. Camilerde takım elbiseli, elinde para dolu çantalarla gelen holding elemanları görmek o günlerde olağan dışı değildi. Bu şirketlerin büyük bir bölümü 2001 ekonomik krizinden sonra zarar görerek ya battı ya da batmanın eşiğine geldi. Sermaye olarak verdikleri tutarı geri alamayan ve “dolandırıldıklarını” düşünen vatandaşlar da büyük bir mağduriyet yaşadı. Değişik verilere göre 20 yıla yakın bir süre içerisinde 1 milyon Türk ve Kürt göçmenin ödediği yaklaşık 30 milyar doların, “dolandırıcıların” ortadan yok olması, holdinglerin kapanması ile kayıplara karıştığı düşünülüyor. Ödenen bu paraların akıbeti meçhulken, kapanan holdinglerin mağdurları AKP hükümetinden hâlâ ciddi destek görmediklerinden yakınmaktadır. Erdoğan Başbakan iken Mayıs 2006 yılında Almanya’ya gerçekleştirmiş olduğu bir ziyarette Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci ile dernek üyesi bir kadının, “holdingzedelerin sorununun çözülmesini, holdinglere para kaptıran vatandaşların mağduriyetinin giderilmesini” istemesi üzerine Erdoğan şu çarpıcı açıklamayı yaptı: “Kullandığınız rakamlar o kadar tutarsız ki… ‘1 milyon kişi para verdi’ deniliyor. 1 milyon kişi bu parayı verirken, hangi evrak karşılığında verdi? Hukuki geçerliliği var mı? Burada duygu sömürüsüne girmeyelim. Yüzde 30-35, hatta yüzde 40 nema alanların hoşuna gidiyor muydu bu? Nema adı altında bunlar da alındı. Bunları da bilen birisiyim ben. Yüzde 40’ların alındığı zamanda dünyada hiçbir yerde faiz oranı yüzde 6-7’den fazla değildi.”

Erdoğan bu çıkışı ile aslında geçmişte sahip olduğu Refah Partisi kimliğini, gömleğini çıkardığını ima etmekle beraber yeni bir sürecin de oluştuğunu ve faiz vurgusu ile Yeşil Sermaye üzerinden insanların faize nasıl alıştırıldığını da göstermiş oldu. Hatta faiz oranlarının o günün faiz oranlarına göre çok yüksek olduğunu ve bunların gayri resmi kanallarla oluştuğunu dillendirerek aslında bir takım başka mesajlar da vermek istediğini anlamak zor değil. Bu mesajları, Erdoğan döneminde 10 kat büyüyen ve güçlenen MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) ile beraber onlarca –sözde- “İslâmcı” şirketin (Cengiz-Limak-Kolin-Albayraklar-Sancak vs.) oluşumu şeklinde yorumlamak mümkün.

9 Mayıs 1990 tarihinde İstanbul’da kurulan MÜSİAD’ın aslında laik, Kemalist kesimi temsil eden ve 1971 yılında İstanbul’da kurulan TÜSİAD’a (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) rakip olarak kurulmuş olduğu aşikâr. Yani TÜSİAD Avrupa/İngiliz zihniyetinin temsilcisi iken MÜSİAD’ın ABD zihniyetinin bir yansıması olarak karşımıza çıktığı söylenebilir. ABD’nin, Erdoğan üzerinden İslâmcı kesimi de kontrol altına almak istediği düşünüldüğünde, AKP’nin güçlen(diril)mesi kaçınılmak olmaktadır. Bunun sağlanması için de ekonomik bir hamle gerekliydi. Bu hamlelerden biri, Ocak 2005 yılında TL’den 6 sıfırın atılması olmuştur. Yine ABD’nin ekonomik mızrak uçlarından biri olan IMF ile iplerin “göstermelik” olarak koparılması da Erdoğan’ın yıllardır dillendirdiği mevzulardan birisidir. İşte bu istikamette kendisine güvenebileceği zenginler heyetinin oluşturulması veya var olan kurumun güçlendirilmesi gerekiyordu.

MÜSİAD 1990 yılında 1.100 üyeye sahipken, bu sayı 1995 yılında 1.717’ye, 2010’da 4.750’ye ve 2018’de 11.000’e yükselmiş durumda. MÜSİAD’ın üye sayısı 28 sene içinde 10 katına çıkarken, bugün 1 milyon 600 bin kişilik bir istihdamı oluşturmakta. MÜSİAD ile TÜSİAD’ın rakip oluşları ve AKP’nin bu süreçte İslâmcı kesimi sisteme entegre edebilmesi için MÜSİAD gibi bir oluşuma ihtiyaç duyduklarını 2006 yılında ulusalcı yazar Enis Berberoğlu Hürriyet gazetesinde şu şekilde dillendirmiş; “İslâmi sermaye ne kadar büyüdü, örneğin TÜSİAD’la boy ölçüşür hâle geldi mi? Peşinen söyleyelim, TÜSİAD ile MÜSİAD kıyas bile kabul etmez. TÜSİAD’ın birkaç yüz üyesi, milli gelirin yaklaşık yüzde 35’ini yaratıyor. Büyük şirketlerin cirosu 100 milyar dolara yaklaşıyor. Buna karşılık Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) 2 bin 600 üyesi ve 8 bin şirketiyle ürettiği değerin büyüklüğü ne kadar biliyor musunuz? Sadece 30 milyar dolar veya milli gelirin yüzde 10’u. Demek ki Cumhuriyet’in sermaye birikimi, kamuoyunda şakayla karışık ‘Müslüman İşadamları Derneği’ olarak anılan ve yükselen Anadolu zenginini temsil eden MÜSİAD’ı üçe katlıyor.”[Ekim 2006 – Hürriyet]

İşte o zamanlar fazla ciddiye alınmayan MÜSİAD ile AKP bugünlerde ağır sanayide, medyada, inşaat ve benzeri alanlarda varlıklarını her geçen gün daha da arttırdılar. Bu esnada TÜSİAD’dan bireysel transferlerin yapıldığını ve TÜSİAD işadamlarının menfaatleri gereği mevcut iktidara göz kırptığını da unutmamak lazım. Neticede bunun en güzel örneği ABD’nin başında bulunan dünyanın en önde gelen işadamlarından biri olan Trump ile verilebilir. Trump dünyayı bir pazar olarak görüyor ve siyasi gücünü ise bu pazardan en fazla pay kapmak için kullanıyor. Onun için yıllardır “ekonomik savaş” terimini duymaktayız. Global anlamda olan bu durum milli sınırlar, TÜSİAD’a bağlı işadamları için de geçerli. Bu ilişkiyi Mayıs 2019 tarihinde İç Güvenlik Birimleri’nin tertiplediği iftar programına katılan Erdoğan şu sözlerle ima etmiş oldu: “Beyefendi! 17 yıl önce Türkiye’nin kişi başına milli geliri neydi, bugün Türkiye’nin kişi başına milli geliri ne? Sen ekonomik olarak o gün neredeydin? Bugün neredesin? O günden bu güne sadece firman ne kadar büyüdü, arkadaşların ne kadar güçlendi, onu hiç masaya yatırmıyor musun?’’

Günümüzde İslâmi kesimin geldiği vahim tablo ise içler acısı. Geldiğimiz döneme kadar yani 2019 yılına kadar İslâmi kesimin değil faizden uzaklaşmasını bilakis daha güçlü bir şekilde faiz ile hemhal olduğunu görüyoruz. Bunun önde gelen sebepleri ise örnek aldıkları siyasetçilerin faiz ile alakalı yaptıkları açıklamalar ve destekledikleri –sözde- İslâmi şirketlerin çalışma şekilleri olmuştur. Bununla alakalı bir kaç örnek verelim: Erdoğan, 2004 yılında muhafazakâr kesimin katılımı ile gerçekleşen MÜSİAD 13. Olağan Genel Kurul toplantısında şu açıklamayı yaptı: “Yıllarca ‘Biz geldiğimiz gün faizi kaldıracağız’ diyen anlayışlar vardı. Buna aklımız yatıyor muydu? O zamanlar maalesef aldanarak, yatıyordu. Ama bu dünyanın gerçeği değildi. Çünkü siz bunları ödemek zorundaydınız.” Şimdi bu açıklamayı yapan Erdoğan’ın iktidarı döneminde yıl içinde faize giden bütçe miktarına bakalım. Rakamlar miktarın azalmadığını bilakis çoğaldığını gösteriyor. Yıl 2003’te 58 milyar TL olan faize giden bütçe miktarı, 2019 yılında 121 milyar TL’ye yükselmiş olması, Erdoğan’ın faizi hâlâ “bir dünya gerçeği” olarak düşündüğünü bize gösteriyor.

Yine AKP döneminin önemli isimlerinden biri olan dönemin Başbakanı ve AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun Yeni Türkiye Buluşması’nda ‘faiz’ ile ilgili sarf ettiği cümleler çok çarpıcıydı: “2002’de %56 faizdi, %12 sübvansiyon yapılıyordu, %47 esnaftan faiz alınıyordu. Şimdi %50 sübvansiyon, %4-5 civarında faizlere kadar düştü. 2002’de faiz eeee... kredi kullanan esnafımızın sayısı 63 bin civarında idi ve gittikçe düşüyordu. Şimdi 317 bin geçen sene kredi kullanan esnafımız. Toplamda da 1 milyon 100 bin esnafımız kredi kullandı bizim dönemimizde. HELALİ HOŞ OLSUN. Allah sayısını, bereketini artırsın. Kredi tutarının toplamı 2002’de 153 milyondu (eski parayla 153 trilyon), şimdi 2014’te kullanan 12.5 milyar (yeni parayla 12 buçuk katrilyon). Yani 81 kat arttı. İŞTE BEREKET BUDUR!”[Mayıs 2015] Şimdi bu açıklama bile aslında tablonun ne kadar vahim olduğunu göstermeye yeter. İşin garip olan tarafı ise bunları sarf eden Davutoğlu’nun her iki cümlesinden birisinde İslâmi söylemler sarf etmesidir; helali hoş olsun, Allah sayısını artırsın, bereketini artırsın, işte bereket budur, gibi…

Bu ve benzeri açıklamaları çoğaltabiliriz lakin siyasetçilerin söylem ve eylemlerini göstermek için yeterli olduğu kanaatindeyim. Şimdi ise bu algının zamanla Müslüman halka nasıl sirayet ettiğini ve büyük bir haram olan faiz anlayışını Müslüman halkın nasıl normal karşıladığını anlamaya çalışalım. Olayı psikoloji açısından ele alacak olursak karşımıza şu çıkıyor: Hocalara, dini bilen insanlara sorulduğunda hemen hemen hiçbiri “faiz helaldir” demez. Neticede hüküm net ve haramın seviyesi herkesçe malum. Allah Celle Celalehu Kur’an-ı Kerim’inde faiz haricinde şu lafzı hiçbir yerde kullanmamıştır: Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü’yle savaşa girdiğinizi bilin.[Bakara 278-279]

Yani “Allah ve Rasulü’yle savaş” lafzı sadece faiz haramında kullanılmıştır. Şimdi bu gerçeklere rağmen bugün neredeyse hiçbir esnaf ve vatandaş kredi kullanmadan ne iş yapıyor, ne bir ev veya araba alabiliyor. Bunun sebeplerini şu şekilde özetleyebiliriz: Sistem insanların birbirlerine güvenmelerini ve birbirlerine faizsiz borç vermelerini tamamen yok etmiş durumda. İnsanlar en yakını olan kişilere dahi güvenmemektedir. Bu menfi gerçekler haricinde bir de insanlar maddi kıtlık yaşamakta ve işsizlik oldukça yüksek durumda. Ticaret yapmak isteyen lakin peşin parası olmadığı için kredi çekmek zorunda kalan ve bu şekilde kısırdöngüye dâhil olan bir kişi, bu hatayı bir kez yapınca neredeyse bir ömür o çarkı terk edememektedir. Çarkın dönebilmesi için her defasında yine kredi bataklığına çekilmektedir. Yüksek kira ödemek zorunda olan bir kişi ise kredi ile kandırılarak “kira öder gibi ev sahibi ol” saçmalığına kanmaktadır ve bu şekilde yine kredi bataklığına saplanmaktadır. Bu ve benzeri olaylar artık toplum içerisinde hemen herkes tarafından normal hatta zorunlu görülmektedir. Hatta bunu yapanların içerisinde namazlı, oruçlu, dini bütün insanlar da yok değil. Bunların birçoğu ise yaptığı işin haram olduğunu biliyor ve teyit de ediyor fakat –sözde- “İslâmi”(!) iktidarı örnek almakta ve ekonominin güçlenmesi için bu kredilerin zorunlu olduğunu savunmaktadırlar. Örneğin son iki yıldır ekonominin kötü gitmesi neticesinde bankaların faiz oranlarını yükselmesi insanların kredi almamalarına neden oldu. Buna mukabil insanların paralarını bankaya faiz almak için vadeli yatıranların sayısı da arttı. Bankalar yine biriken bu paralarla yüksek faiz ile büyük şirketlere hatta devlete kredi vermektedir. Bu tabii ki bir yere kadar devletin işine gelmektedir. Lakin aynı zamanda halkın alım gücü düştüğünden orta ve küçük esnafın zarar görmesine neden olmaktadır. Kredi faizlerinin özellikle emlak kredilerinin düşmesi ile, “halk rahat bir nefes aldı” diyenler çıkmadı değil. İşte tüm bu gidişat halkı öyle veya böyle insanları kredi almaya sevk ediyor.

Sonuç itibariyle Müslümanların, gerek “Yeşil Sermaye” olma sürecinde, gerekse de “İslâmi” şirket ve holdingler aracılığıyla kendi zenginlerini oluşturma sürecinde halkın “İslâmi söylemleri olan” siyasiler eliyle nasıl da manipüle edildiğini görmüş olduk. Müslüman ve mütedeyyin halk bu zevat eliyle bırakın haramlardan kurtulmayı, giderek daha da dibe batıyor.

Rabbim Müslümanlara bu gerçekleri görme feraseti ve basireti versin. Rabbim biz Müslümanları sistemin her türlü hile ve tuzaklarından korusun. (Âmin).

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz