إِنَّ
اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ
“Bir toplum
kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah onların hâlini değiştirmez.”[1]
Bu ayet toplumsal değişimin temel ilkesini ortaya
koymaktadır. Toplumun özünde olan tâbi oldukları fikirler, duygular ve
nizamlardır. Bir toplum ancak tâbi oldukları fikirleri, duyguları, nizamları
başka fikir, duygu ve nizamlarla değiştirdiğinde yeni bir topluma dönüşür. Toplum
ise kendisindekinden farklı olan düşünce, duygu ve nizam benimseyen siyasi
kitleleşmeler eliyle değiştirilir.
Nitekim İslâm’ın gönderildiği Araplar, devlet olmaktan
uzak, devlet tecrübesine sahip olmayan, kabileler hâlinde atalarının ilkel
inançları üzerinde yaşayan bir toplumdu. Tâbi oldukları fikir, duygu ve
nizamları Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem önderliğindeki
Müslümanlardan oluşan, İslâm düşüncesine dayalı siyasi kitleleşme eliyle İslâmi
fikir, duygu ve nizamlarla değiştirdiler ve İslâm’ın fikrî ve siyasi
liderliğinde birleşerek İslâmi bir topluma dönüştüler.
Araplar kendi özlerinde olanı İslâm ile değiştirince
Allahu Teâlâ da onların durumunu değiştirdi. Yeni kurulan bu İslâmi toplum
İslâm düşüncesine bağlılığını sürdürdüğü yüzyıllar boyunca da kalkınmışlığını
ve diğer toplumlara üstünlüğünü devam ettirdi.
ذَلِكَ
بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى
يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ
“Bir toplum
kendi iyi gidişini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirici
değildir.”[2]
Müslümanlar İslâm düşüncesine bağlı kaldıkları sürece
Allahu Teâlâ da onlara, diğer toplumlara üstün olma ve kalkınmışlık nimetini
vermeye devam etti. Müslümanların İslâm’a olan bağlılıklarının zayıflayarak,
hayat ile ilgili sorunlara İslâm düşüncesi esasına dayalı çözümler üretemez hâle
geldiklerinde de Allahu Teâlâ onlara verdiği nimeti değiştirdi ve Müslümanlar
geri kalmaya başladı.
Müslümanlarla rekabet hâlindeki diğer toplumlarda bir
kalkınmışlık olmadığı için bu geri kalmışlık Müslümanlar tarafından pek
hissedilmedi. Fakat Batı dünyası (Avrupa) Ortaçağ feodalitesine karşı bir
düşünce devrimi gerçekleştirip kapitalizmle feodaliteyi değiştirince ve
arkasından hızlıca sanayi devrimine ulaşarak kalkınmaya başlayınca Müslümanlar,
yüzyıllar boyunca üstünlük sağladıkları Hristiyan kâfir Batı karşısında ne
kadar geri kaldıklarını hissedip kavrayabildiler.
Sömürgeci kâfir Batı karşısındaki üstünlüklerini
kaybeden Müslümanlarda büyük bir şaşkınlık, telaş ve panik baş gösterdi. İçine
düştükleri bu geri kalmışlığa razı olmadılar ve bundan kurtulmak istediler
fakat İslâm düşüncesine geri dönüp İslâmi çözümler üretemediler. Zaten bunu
yapabilecek yetişmiş adamları da neredeyse kalmamıştı. Panik ve telaşın da
etkisiyle “sömürgeci kâfirler nasıl kalkındı ise biz de o şekilde kalkınalım”
diyerek baş düşmanlarını taklit etme yoluna gittiler. Bu taklit anlayışı,
sömürgeci Batı düşüncesi ve kültürünün İslâm Devleti’ne sızmasına ve
Müslümanları etkilemesine neden oldu. Ne yazık ki bu taklitçi Batılılaşma ve
çağdaşlaşma hamleleri Müslümanları İslâm düşüncesinden daha da uzaklaştırdığı
gibi kalkınmayı da sağlamadı.
20. yüzyılın başlarında 1. Dünya Savaşı’nın hemen
sonrasında sömürgeci kâfir Batı ve onun yerli işbirlikçileri eliyle Osmanlı Hilâfet
Devleti parçalanıp ortadan kaldırıldı. Böylece İslâm toprakları üzerinde çağdaşlaşma
ve Batılılaşma hamlelerinin devamı olarak Batı dünyasına hizmet eden, onları
taklit eden, İslâm’ı, devlet ve toplum hayatından uzaklaştırıp yerine sömürgeci
kâfir Batı’nın düşünce ve nizamlarını (kapitalizm) esas alan zalim, zorba,
despot yönetimler kuruldu.
Devletlerini yıkan, ülkelerini parçalayan, Müslüman
halka ellerini ve dillerini kötülükle uzatanlar Batı’yı “çağdaş uygarlık
seviyesi”, “ulaşılması gereken hedef” olarak gösterip kendi halklarını aşağıladılar.
Müslümanlar ise ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığıyla içine düştükleri ve
kabul edemedikleri bu durumdan kurtulmanın yollarını aramaya başladılar.
Kalkınmanın başarısızlığa uğratmasında, sömürgeciliğin
ve küfrün yerleşip kalkınmak için çalışan topluluk ya da partili kitleleşme
hareketlerin başarısızlığa uğramasında yabancı kültürün etkisi çok büyük
olmuştur. Sömürgeciler kültür ve öğretim programlarımızı değişmez bir temele
bağladılar. Bu temel de maddeyi ruhtan ve dini devletten ayıran hayat
görüşüdür. Kendi ideoloji, fikir ve görüşlerini, devletlerinin nizamını,
kurumlarını, hayatla ilgili çözümlerini bu çözümlerde esas aldıkları bakış
açılarını ve yaşam tarzlarını zihinlerimiz için temel bir kaynak hâline
getirdiler. Sömürgeci karakterlerini takip edilmesi gereken bir örnek ve işbirliği
yapılması gereken güçlü bir şahsiyet olarak yansıttılar. Bunun içindir ki,
nasıl düşünmemiz gerektiği hususunda bu yabancı kültür bizde büyük bir
çaresizliğe yol açmıştır.
Toplumda yabancı kültürün bulunması doğru bir partili
kitleleşmenin oluşmasını neredeyse imkânsız hâle getirebileceği gibi bu temel
üzerine doğru bir kitleleşme de kurulamaz.
Yabancılar kültürlerini yayarken şahsiyetlerini birer
ilham ve başvuru kaynağı olarak takdim ettikleri gibi, siyaset alanında da aynı
yöntemi kullanarak, özellikle menfaatlerini düşünen siyasetçilere kendilerini
birer destekçi ve yardımcı olarak takdim etmişlerdir. Birçok kitleleşme
hareketinde bilinçsizce yabancılardan yardım istenilmesinin sebebi budur.
Yabancılardan herhangi bir şekilde yardım istemek, kim olursa olsun yabancılara
dayanmayı meşrulaştırmak, iyi niyetle olsa dahi yabancı bir zehirlenmedir ve
ümmete karşı işlenen bir ihanettir. Bu kitleleşmeler, davamızı kendi dışımızdaki
yabancılara bağlamanın siyasi bir intihar olduğunu kavrayamamışlardır.
Sömürgeciler, tüm İslâm memleketlerinde yaşayan halk
tek bir ümmet olmasına ve İslâm nizamının çıkmış olduğu İslâm akidesinin de bu
insanları birbirine bağlayan bir bağ olmasına rağmen medeni, milli ve dil
farklılıklarının bulunmasını ileri sürerek, İslâm ülkelerinin tekrar
birleşmesiyle bir İslâm Devleti’nin kurulmasının mümkün olmadığı düşüncesi ile de
zehirlemişlerdir.
Bugün Müslümanların, bir yandan içlerinde İslâm özlemi
ile yanıp tutuşurken diğer yandan kendilerine uygulanan küfür rejimlerine ve bu
rejimlerin anayasa ve kanunlarına ses çıkartmadıklarını görebilirsiniz.
Yine onlar, bir yandan tekrar İslâmiyet’e dönüşü
arzularken diğer yandan milliyetçilik, vatancılık, mezhepçilikle birlikte
kapitalizm ve sosyalizm tarafından ortaya çıkarılan fikirlerin peşinden
gidebilmektedirler.
Bir yandan Amerika İngiltere, Fransa ve Rusya'yı düşman
kabul etmekte diğer yandan ise bu devletlerden yardım isteyebilmekte, onlardan
hayati problemlerini ve sıkıntılarını çözmelerini bekleyebilmektedirler.
Bir yandan “Müminler
ancak kardeştir” prensibine inanmakta, diğer yandan İslâm ümmetini bölüp
parçalayan milliyetçi ve vatancı akımlara sıkı sıkıya ve körü körüne
bağlanabilmektedirler.
Bir taraftan İslâm'a inanmakta diğer taraftan
demokrasi, laiklik, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi sloganlar atabilmekte
hatta “halkın egemenliği” ve “Sosyalizm” gibi İslâm'la taban tabana zıt
fikirlerin propagandasını dahi yapabilmektedir.
Bu arada topraklarımızda vakıf, dernek, tarikat, cemaat
ve sivil toplum kuruluşları şeklinde topluluk/cemiyetçilik esasına dayanan
hayır ve kültürel amaçlı oluşumlar da neşet etmiştir. Bunların en belirgin
özellikleri okul, hastane, Kur’an kursları, öğrenci yurtları, ilim ve kültür
vakıf ve dernekleri, kitabevi, kütüphane, cami ve mescit açmak, dergi ve gazete
çıkartmak, radyo ve televizyon yayıncılığı yapmak, vaaz ve irşatta bulunmak
gibi işleri üstlenmeleridir.
Her ne kadar İslâm, hayır işleri yapmak noktasında
Müslümanları teşvik etmişse de bu tür işlerin, Müslümanların kalkınmasına bir
katkısı olmamıştır. Bu tür çalışmalarla Müslümanların, üzerine farz olan,
toplumda İslâmi hayatı başlatmak amacını gerçekleştirmeleri mümkün de değildir.
Aynı zamanda hayır işleri ile uğraşan cemiyetler, insanları Allah’ın hükümleri
ile hükmetmek gibi ölüm-kalım derecesindeki bir farzı yerine getirmekten
alıkoymuştur. Ayrıca bu cemiyetlerin uğraştıkları hayır işleri, süreklilik arz
eden ve daimi bir şekilde gözetilmesi gereken işlerdendir. Süreklilik arz eden
işlerin gerçekleştirilmesi ise fertler ve cemaatler tarafından değil, devlet
tarafından üstlenilmesi gereken sorumluluklardandır.
Ancak devamlılık gerektirmeyen türden hayır işleri
devletin sorumluluk alanına girmediğinden insanlar tarafından yapılması
meşrudur. Hatta şer'î hükümlerde buna teşvik vardır. Ancak bu hâli ile bile
hayır ve hasenat yapma işleri, Müslümanların kalkınmasını sağlayacak olan
Allah’ın hükümlerine geri dönüşü sağlamaz.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
“Sizden hayra davet eden bir ümmet (grup) bulunsun.”[3] ayeti gereğince insanları
ibadet ve sünnetlere sarılmaya davet etmek İslâm'ın bir parçasına çağırmaktır.
Ancak asıl farz; İslâm inancına, ibadet, ahlak, muamelat, yönetim, iktisat,
hukuk, eğitim, dış siyaset, toplumsal ve sosyal hayatla ilgili İslâmi
hükümlerin hepsine bir bütün olarak davet etmektir. Yalnız ibadet ve sünnetlere
bağlılığa çağırmakla yetinmek, Müslümanların ölüm-kalım meselesi olan
yönetimde, Allah'ın hükümlerini hâkim kılma sorumluluğuna kayıtsız kalmaktır.
Bu amaca, ibadet ve sünnetlere bağlılık çağrısı ile ulaşmak da mümkün değildir.
Üstelik var olan cemaatlerin enerjilerini ve imkânlarını
bu ve benzeri işlere harcamaları, Allah'ın Müslümanlara farz kıldığı küfür
hükümlerini yok ederek, İslâmi hükümlerin devlete, topluma ve hayata hâkim
kılınmasını başlatmak farzından Müslümanları uzaklaştırmaktadır.
İslâmi kültürü yaymak için çalışmak çok değerli ve
hayırlı işlerdendir. Ancak bu tür çalışmalar da Müslümanların ölüm-kalım
derecesindeki problemini çözüp Müslümanların İslâmi yönetime ulaşarak
kalkınmaları sonucunu doğurmazlar. Aynı zamanda Müslümanların bu tür işlerde
enerji ve imkanlarını harcamaları Hilâfet’in kurulması ve İslâm'ın tekrar
hayata, devlete ve topluma hâkim kılınması noktasında başvurulacak bir metod da
(yol) değildir.
Sahip olunan
fikirler, kendileri ile amel edilmek için eğer siyasi bir amaçla taşınmıyor ve
uygulanması uğrunda çalışılmıyorsa zihnî faaliyet ya da kitaplar arasında ve
kişilerin zihinlerinde akademik fikirler olmaktan öteye geçemezler.
Bugün kütüphaneler, İslâm kültürüne ilişkin binlerce
birbirinden değerli kitaplarla doludur. Ancak bunlar bulundukları yerde cansız
bir şekilde varlıklarını sürdürürler. Eğer fikirler de kendileri ile amel
edilmek üzere siyasi bir amaçla taşınmazlar ve hayata hâkim kılınmaya
çalışılmazlarsa tıpkı kütüphane raflarındaki kitaplar gibi cansız kalmaya mahkûmdurlar.
Diğer taraftan
İslâm kültürünü öğreten okul ve üniversiteler İslâm'ı ve okuttukları o eşsiz
İslâm kültürünü hayata aktarmak için fiilî olarak değil sadece teorik ve
akademik bir anlayışla öğretmektedirler. Zira buradan mezun olanlar İslâm'ı
kendisi ile amel etmek, onu dava olarak taşımak, hayata ve devlete tekrar hâkim
kılıp uygulamak için değil teorik bir çerçevede akademik olarak öğrenmişlerdir.
Bugün İslâm ümmetinin içinde bu okullardan mezun milyonlarca âlim, hoca, vaiz
ve akademisyenin varlığına rağmen İslâm hayata hâkim değildir. İslâm ümmeti bu
milyonların varlığına rağmen çöküntüden kurtulamamış, kalkınamamış, aksine bu âlim,
hoca ve akademisyenler yaşadıkları ülkelerin rejimlerine tâbi olmuş, bu
rejimleri halkın gözünde meşrulaştırmakla görevlendirilmişlerdir. Hatta o kadar
ileri giderek küfür rejimlerine tâbi olmayı İslâm’dan göstermeye cüret etmişler,
bu rejimlerin yöneticilerini de tâbi olunması gereken “ulu’l emir” olarak ilan
etmişlerdir.
Bu nedenle buralardan mezun olanların şer'î hükümleri
ve İslâm'ın helal ve haram ölçülerini, hayata bakış açılarına ve yaptıkları
işlere esas kabul etmediklerini görmemiz hiç de şaşırtıcı bir durum değildir.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
“Sizden, hayra davet, eden ma'rufu emreden, münkerden
nehy eden bir ümmet (topluluk) bulunsun.”[4]
İyiliği emredip, kötülükten yasaklama sorumluluğu ister
İslâm Devleti bulunsun ister bulunmasın ister İslâmi hükümler tatbik edilsin
ister edilmesin Müslümanlar üzerine farzdır. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve
Sellem'in döneminde ve sonra gelen halifeler döneminde ve daha sonraki dönemlerde
de var olan iyiliği emredip kötülükten yasaklamak sorumluluğu Müslümanların
üzerinde bir farz olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Ancak iyiliği emredip kötülükten yasaklamak tek başına
Hilâfet’i kurmaya ve İslâm'ı hayat, devlet ve topluma tekrar tatbik etmeye
götüren bir yol değildir. Her ne kadar İslâmi hayatı tekrar başlatma hedefine
yönelik çalışmanın bir parçası sayılsa da tek başına yeterli değildir. Zira
iyiliği emredip kötülükten yasaklamanın özünde yöneticileri muhasebe etmek,
onlara iyiliği emretmek ve kötülükten engellemek de vardır. Ancak İslâmi hayatı
yeniden başlatma amaçlı çalışma, iyiliği emredip kötülükten yasaklamak
çalışmasından farklılıklar arz eder.
En büyük münker (kötülük) küfrün tatbik edilmesidir.
Diğer kötülükler de küfrün tatbikinin sonuçlarıdır. En büyük iyilik ise
Allah’ın hükümlerinin tatbik edilerek küfrün yok edilmesidir. Bu yüzden
Müslümanların küfrü yasaklama ve İslâm’ı tatbik etme (kanun koyma) gücüne
ulaşmak için çalışmaları ve bu konuda güç sahiplerinden yardım/nusret talebinde
bulunmaları şarttır.
İslâm ümmeti içinde geçmişte faaliyet göstermiş ve
hâlihazırda faaliyet gösteren toplulukların ve partilerin doğurduğu sonuçlar
incelendiğinde, bunların ümmete faydalı olacak ve onun kalkınmasına yardım
edecek hiçbir meyve vermediği görülür. Hatta derin bir inceleme sonucunda ancak
anlaşılabilecek gizli zararlara sebep olmuşlardır... Bu yapıların bazı
faydaları olmuş olsa da haddizatında varlıkları toplum için büyük bir tehlike
arz etmektedir. İslâm ümmetinin bünyesinde; İslâmi fikirlerin var oluşu, bazı
şer’î hükümlerin tatbik ediliyor olması ve İslâmi duyguların gönüllerde
yerleşmesi ile kendisinde kalkınma hisleri, hayrı elde etme isteği ve
kitleleşme için tabii bir eğilim bulunmaktadır. Çünkü İslâm ruhu, toplumsal bir
ruhtur. İslâm ümmeti kendi başına bırakılırsa bu eğilim doğal olarak fikre
dönüşecek ve İslâm ümmetini kalkındıracak olan çalışmaları ortaya çıkaracaktır.
Fakat bu tür cemiyetlerin ve partilerin varlığı bu sonucun doğmasını
engellemiştir. Zira bu cemiyetler ve partiler, bulundukları ülkelerin anayasa
ve kanunları ile çalışmalarını sınırlandırmış, mevcut bozuk düzen ve rejimlere
bağlı kalmışlardır. Allahu Teâlâ’nın emirleriyle hareket etmemişler, tâbi
oldukları rejimlerin izin verdiği kadarıyla ve kalkınmayı gerçekleştirmeyecek
kısıtlı işlerle, ümmetin heyecanlarını ve isteklerini yok etmişlerdir. Oysa bu
cemiyetler ve partiler olmasa idi, toplumsal bir ruh ile Müslümanlar, doğru bir
kalkınmayı gerçekleştirecek olan ideolojik partisel kitleleşmeye ulaşacaklar ve
bu partisel kitleleşmeye tâbi olarak onunla çalışmaya başlayacaklardı.
Bu sebeplerledir ki cemiyetçilik/topluluk esası üzerine
dayalı kitleleşmeler kalkındırmayı başaramadıkları gibi belirli bir ideolojiye
değil de şeklî particilik esasına dayanan, ortaya çıkmalarından önce herhangi
bir kavrayış ve çözüme/projeye sahip olmayan, fertleri arasında da onları
birbirine bağlayacak doğru bir bağları bulunmayan partiler de başarılı
olamamışlardır.
Bu kitleleşmeler, sınırlandırılmamış genel bir düşünceyle
hareket etiklerinden, fikir ve metottan yoksun oluşlarından ve kitleleşmedeki
yollarının yanlışlığından dolayı doğru bir kitleleşme esası üzerine
kurulmamışlardır. Aynı zamanda bu kitleleşmelerin başarısızlığı fertleri
yönünden de gerçekleşmiştir. Mensuplarında bizzat liyakat şartını aramamışlar,
sahih bir irade ve uyanıklığa sahip olmayan liyakatsiz kişilerle hareket
etmişlerdir. Mensuplarının toplumsal mevkilerini ya da söz konusu parti veya
cemiyete bir an önce getireceği faydayı esas almışlardır.
Bunun için yapılan inceleme ve araştırmalar sonucunda
diyebiliriz ki: sözünü ettiğimiz türde kitleleşmeler yanlış bir esasa
dayandığından başarılı olamamışlar ve kalkınmayı sağlayamamışlardır. Oysaki
ümmet ancak kitleleşme ile kalkınır. O hâlde ümmeti kalkındıracak olan doğru
bir kitleleşmenin esaslarının neler olduğuna açıklık getirilmelidir.
Doğru Kitleleşmenin
Esasları
Doğru bir kitleleşme ancak İslâm düşüncesini esas alan
ideolojik partisel bir temel üzerine kurulmalıdır. İslâm fikri, parti cisminin
ruhu, çekirdeği ve hayatının sırrı olmalıdır. Partinin ilk hücresi fikir ve
onun cinsinden bir metodun kendisinde varlık bulduğu bir insan olmalıdır. Bu
insan berraklık ve duruluk bakımından fikir gibi, açıklık ve doğruluk
bakımından da metot gibi olmalıdır. Ne zamanki derin düşünce, açık metot ve
temiz bir insan bir arada bulunursa “partinin ilk hücresi” meydana gelmiş olur.
Bu hücre çok geçmeden birçok hücreler hâlinde çoğalarak “partinin liderliği”ni
oluşturacaktır. Parti liderliğinin oluşması ile birlikte “partisel kitle”
doğmuş olur. Bu aşamada bu partisel kitle, fikir ve metodunu benimsemiş
mensupları arasında partisel bir bağa ihtiyaç duyar. Bu partisel bağ ise,
partinin dünya görüşünün çıktığı inanç ve partinin benimsediği kavramlar ile
şekillenmiş parti kültürüdür. O zaman partisel kitle teşekkül etmiş ve hayatın
içine girmiş olur. Parti var olduğu toplum içinde karşılaşabileceği lehine veya
aleyhine olabilecek değişken durumlar karşısında sebat edebilir ve varlığını
koruyabilirse, düşüncesi netleşmiş, metodu açıklık kazanmış ve mensuplarını
hazırlayarak aralarındaki bağları kuvvetlendirmiş olarak davet ve çalışmaya ilk
adımı atmış olur. “Partili bir kitle”den doğru bir kalkınmayı gerçekleştirecek
olan “ideolojik mütekâmil bir parti” hâline gelir. İşte doğru kitleleşme budur.
Zira partinin çekirdeği hayatın esası olan düşünceden oluşmaktadır. Tabidir ki
hayatın esası olan düşünce Müslümanlar için ancak ve ancak İslâm
düşüncesi/fikridir.
Kalkınmak isteyen toplum içerisinde ideolojik partisel
kitleleşme doğal olarak oluşur. Toplum parçalanmayan tek bir varlıktır.
Bütünsel yapısı itibariyle insana benzer. İnsan şiddetli bir hastalığa
yakalanarak ölümle pençeleştiğinde tüm bedenini bir canlılık kaplar. Çöküntüye
uğrayarak, geri kalmış bir toplum da hasta sayılır. Bu durumda canlılık, tek
bir insan topluluğu olması vasfıyla tamamına sirayet eder. Toplum için hayat ya
da canlılık, fikir ve fikirle aynı cinsten bir metodun bulunmasıdır ki bu
ikisinin toplamı ideolojiyi meydana getirir. Toplumda soyut olarak ideolojinin
bulunması, ona yeniden hayat vermeye yetmez. Toplum ancak ideolojiyi bulup onu
kendi hayatında uygulamaya başladığında canlanır. İdeoloji toplumun hukuki,
kültürel ve tarihî mirasında var olabilir, fakat toplum ideolojinin
varlığından, düşüncesinden ve metodundan veya düşünce ve metodunu birbirine
bağlayabilmekten uzak olabilir. Bu nedenle yalnızca fikir ve metodun bulunması
kalkınmayı gerçekleştirmez.
Toplum içinde canlılık, genellikle toplumda şiddetli
sarsıntılarla birlikte ortaya çıkan ortak bir duyarlılık ile gelişmeye başlar.
Bu toplumsal duyarlılık fikrî bir hareketi doğurur. Bu hareket, toplumdaki
şiddetli sarsıntıların nedenleri ile bu sarsıntılardan toplumu kurtaracak olan
kısa ve uzun vadeli vesileleri araştırır ve bazı önermelere ulaşır. Bu
önermeler de delillere dayalı olur ve ortaya, doğru bir fikir çıkar. Bu fikir
de gelişerek toplumun geçmişine, şu andaki durumuna ve geleceğine, milletlerin
ve toplumların tarihlerine, fikirlerine ve kalkınma yöntemlerine ilişkin bir
mukayese ve tercih imkânı sağlar. Böylece akıl, düşünce ve metottan oluşan
ideolojiyi bulur. Mantıki önermelerle ideolojinin doğruluğunu, yararlılığını ve
verimliliğini ispat ettikten sonra akıl onu kavrar ve inanır.
Toplumda bu ideolojiyi buluş, toplumsal olur. Çünkü
toplumun bütünsel duyarlılığının sonucudur. Ancak bu duyarlılık toplumda her ne
kadar ortak bir duygu olsa da Allah'ın insanlara verdiği seçkin kabiliyetlere
göre farklılık arz etmektedir. Fikirler toplumun içinde saklı iken, toplumsal
duyarlılığı fazlaca gelişmiş insanlar tarafından bulunup açığa çıkartılır.
Toplumdaki şiddetli sarsıntılara karşı ilk harekete geçecek olanlar da işte bu
yüksek duyarlılığa sahip insanlar olacaktır.
Duyarlılığı fazlaca gelişmiş olan kişilerde toplumsal
duyarlılık daha fazla olduğundan fikirler önce bu kişilerde yerleşir ve bu
kişiler uyanık idrakleriyle toplumun gören gözleri olurlar. Fakat bu kişiler
şaşkın ve telaşlı olur. Önündeki çeşitli yollardan hangisini tercih edeceğini
şaşırır. Bu topluluk içerisinde de uyanıklık farklı şekillerde tezahür
edecektir. Bazılarındaki duyarlılık mantığı diğerlerine göre daha yüksek olur.
Böylece bu uyanık topluluk içinden de üstün nitelik ve yeteneğe sahip bir grup
ortaya çıkar. İşte bu seçkin grup, derin araştırma ve incelemelerden sonra,
yürüyeceği yolu seçer. Yolun açıklığını ve hedefe ulaştıracağını görerek o yola
girer ve gayesine doğru yürümeye başlar. Düşünce ve metodu ile birlikte
kendisine sarsılmaz bir şekilde inanılınca ideoloji, bu topluluğun varlığında
hayat bulur, topluluğun inancı hâline gelir. İşte bu akide/inanç, partinin
kültürü ile birlikte fertleri arasındaki bağı da oluşturur.
İdeoloji kişiler tarafından kuvvetli bir şekilde
benimsendiği zaman kişileri kendisine davet için harekete geçirir. Böylece
kişilerin davranışları ideolojiye uyum sağlar, metodu gereğince hareket eden ve
ideolojinin sınırlarına riayet eden bir duruma ulaşırlar. Varlıklarını
ideolojiye, ideolojiye davete ve ideolojinin yükümlülüklerini yerine getirmeye
hasrederler. Bu davet, insanların sadece bu ideolojiye inanması ve onunla genel
bir uyanıklığın oluşturulmasını hedefler. Bu şekilde hareket eden partisel ilk
hücre bir kitle hâline gelir. Daha sonra ise ideolojik bir parti hâlini alır.
Bu parti, tam bir uyanıklık ve idrak ile ideolojiye
inanan yeni hücreler oluşturmak ve ideoloji ile bütün topluma genel bir
uyanıklık kazandırmak suretiyle tabii bir şekilde gelişmeye başlar. İdeoloji
hakkında oluşan bu genel uyanıklığın sonucunda tam olmasa bile genel bir
şekilde toplumun fikirleri, problemleri, çözüm şekilleri ile inançları,
gayeleri ve hayat görüşleri birleşecektir. Parti, bu şekilde, ümmeti çöküntüye
götüren veya bu çöküntü ile oluşmuş kirlilik ve bozuklukları temizleyip arıtan,
toplumun kendisinde eridiği bir pota hâline gelir. Toplumun kalkınması ancak bu
erime ile mümkündür ve çok zahmetli, sıkıntılı ve zor bir iştir. Bu nedenle bu
işi ancak bu düşünceyle yaşayan, hayatını ona vakfeden, attığı her adımı
bilerek atan partiden başkası gerçekleştiremez.
Partisel fikri ortaya çıkaran toplumsal duyarlılık, bu
fikrin, toplumdaki çeşitli fikirler arasından biri olarak doğmasını sağlar. Bu
fikir, başlangıçta, yeni doğmuş, henüz yerleşmemiş ve kendisi için bir atmosfer
oluşturamamış olmasından dolayı en zayıflarından olacaktır. Fakat duyarlılık
mantığı sonucu ortaya çıkan bir fikir olduğu için fikrî duyarlılık oluşturur.
Yani derin bir düşünce ürünü olarak açık bir duyarlılık meydana getirir. Bu
fikir tabiatı gereği kendisine sarılanı arındırarak samimi yapar. Hatta o
samimi olmayı istemese de buna mecbur kalır. İnanç ve kültür olarak samimi bir
insanda varlık bulan bu fikir, onun benliğinde coşkun bir ihtilal oluşturur. Bu
ihtilal ancak fikir ve duyguların alevlenmesinden doğan bir infilak sonucu
oluşur. Bu infilak, davette ateşliliği, gayreti ve doğruluğu yaydığı gibi
mantık ve fikir de yayar. Öyle ki; fesadı yıkıp götüren bir ateş, hayat yolunu
aydınlatan bir ışık olur. Böylece davet, çürük inançlarla, bozuk fikirlerle ve
köhneleşmiş gelenekle mücadeleye başlar. Bunlar da kendilerini savunmaya
çalışır. Fakat bu savunma yeni ideoloji ile bir çarpışma/çatışma olup ancak
yeni ideolojinin gücünü artırır. Hak geldiğinde batılın kaybolup, yok olup
gitmesi gibi bir süre sonra bu bozuk ve yanlış fikirler, inançlar ve metotlar
çökecekler, kaybolup gideceklerdir. Sadece partinin ideolojisi toplum içinde
dolaşacak ve toplumun fikir ve inancı olacaktır.
Ne zaman ki parti, fikirleri, inançları ve çözüm
şekilleri ile ümmeti birleştirebilirse ümmetin birliğini basiretli bir gözle
kurmuş, onu eritip saflaştırmış olur. Zira o tek bir ümmettir. Bu şekilde doğru
vahdet oluşacaktır.
İslâm ümmetinin içinde bulunduğu geri kalmışlıktan
kurtularak kalkınması, İslâmi yönetim tesis edilerek toplumda İslâmi hayatın
başlatılmasına ve İslâm ümmetinin kurulacak olan bu İslâmi yönetim/Râşidî Hilâfet
altında birleşmesine bağlıdır. Bu da ancak hayattaki bütün fikirlerin üzerine
bina edildiği temel bir fikrî kaide olan İslâm’ı esas alan ve İslâm’ı tatbik,
koruma ve yayma keyfiyetiyle hareket eden siyasi bir parti tarafından
gerçekleştirilebilir.
Bu çerçevede siyasi parti Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’i örnek alarak O’nun gösterdiği şekilde üç aşamalı bir
metot takip ederek İslâmi yönetimi tesis etmeye çalışmalıdır:
Birinci aşama: Partisel kitleyi oluşturabilmek için partinin
fikirlerine ve metoduna inanan kişilerin/kadronun yetiştirilmesi amacına
yönelik kültürlendirme aşaması.
İkinci aşama: Partinin
benimsediği İslâmi fikir ve hükümlerin ve partinin gayesinin toplum tarafından
da benimsemesini ve bu konuda toplumda bir kamuoyunun oluşturulmasını sağlamaya
yönelik toplumla kaynaşma aşaması.
Üçüncü aşama:
Yönetime ulaşarak İslâm'ı bütün hükümleri ile tatbik etme ve İslâm’ı evrensel
bir risalet olarak tüm dünyaya taşıma aşamasıdır.
Doğru bir kitleleşme ancak, İslâm düşüncesini esas
alarak İslâm’ın kendisinde açıklığa kavuştuğu, değiştirmek istediği toplumun
durumunu doğru şekilde tespit ve tahlil eden, yaşanan zamanda ortaya çıkan
ihtiyaç ve sorunlara İslâmi çözümler üretebilme/içtihad yeterliliğine sahip
siyasi bir parti tarafından gerçekleştirilebilecektir. Kendisinde bunların
olmadığı siyasi ya da siyasi olmayan kitleleşmeler başarısızlığa mahkûmdur ve bunlar
sadece İslâm ümmetinin sırtındaki kurtulunması gereken, onun kalkınmasını
engelleyen bir yük ve kamburdan ibarettir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış