Değişmeyecek Olan
Gerçek; Hak-Batıl Mücadelesi
Osmanlı Hilâfet
Devleti’nin kâfirlerin ve yerli adamlarının eliyle yıkılması hak-batıl
mücadelesinin kırılma anlarındandır. Hak-batıl mücadelesinin tarih boyunca çok
yansımaları olmuştur. Çünkü hak- batıl mücadelesi bugünün değil geçmişi
insanlık tarihine dayanan çok eski bir mücadeledir. İnsanlık oldukça bu
mücadele hızından hiçbir şey kaybetmeden de devam edecektir. Hak-batıl
mücadelesi tarafların belli olmadığı bir mücadele değildir. Bilakis bu
mücadelenin tarafları bellidir; iman edenler ve inkâr eden Allah düşmanları…
-
Yusuf Aleyhi’s Selam’ın
zindanlara mahkûm edilmesi,
-
İbrahim Aleyhi’s Selam’ın
ateşe atılması,
-
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem efendimizin işkencelere maruz kalması,
-
Rasulullah’ SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in gerçekleştirmiş olduğu Bedir, Uhud, Hendek savaşları ve Mekke’nin
fethi,
-
Hilâfet Devleti’nin ta Viyana
kapılarına dayanmış olması,
-
Yine Haçlı savaşları, Moğol
istilaları,
-
11 Aralık 1917 günü Kudüs’e giren
İngiliz komutan Edmund Allenby’nin, Salahaddîn Eyyubi’nin kabrini tekmeleyerek “Kalk,
biz geldik!” demesi… Bunlar ve dile getirmediğimiz daha niceleri; hepsi hak-batıl
mücadelesinin birer yansımalarıdır.
Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem’in peygamber olarak gönderilmesinin ardından Müslümanların
karşılaştığı en büyük felaket İslâm’ın uygulanmasının şer’î yolu olan Hilâfet
Devleti’nin yıkılmasıdır. Adeta yüzyıllardır Batı’nın İslâm’la bitmeyen
savaşı/mücadelesi, Hilâfet’in kaldırılması ile taçlandırıldı... Hilâfet’in
yıkılması kâfirleri sevindirirken, Müslümanları hüzne boğdu ve kara günü olarak
tarih sayfalarında yerini aldı. Hilâfet yıkıldığında İngiliz Dışişleri Bakanı
Curzon, Hilâfet’in İslâm’daki önemini “Bugünden sonra kesinlikle
kurulamayacak olan (İslâm’ı kast ederek) Türkiye’yi şimdi bitirdik... Çünkü İslâm
ve Hilâfet ile temsil edilen gücünü yok ettik!” sözleri ile ortaya
koymaktadır.
Ancak burada asıl
dikkat edilmesi gereken husus kâfirlerin/Allah düşmanlarının bir an olsun
Müslümanlara düşmanlık beslemiş olmaktan geri kalmadıkları gerçeğidir. Yani İslâm’a
olan tahammülsüzlükleri her türlü mücadeleyi yapmaya sevk etmiştir. Zamanın
İngiltere müstemleke bakanı William Ewart Gladstone, bütün politik yaşantısını
İslâm’ın yok edilmesine ve Osmanlı Hilâfeti’nin parçalanmasına adamıştı. Belki
de hak-batıl mücadelesini daha iyi ifade etmek adına mecliste yapmış olduğu şu
konuşmasını paylaşmak yerinde olacaktır. 19. asrın son yıllarında İngiliz
Parlamentosunda kürsüye çıkan Müstemlekeler Bakanı Gladstone elindeki Kur’an-ı
Kerimi göstererek şunu söyler: “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz
onlara hakiki hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız; ya Kur’an’ı ortadan
kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız.”
Lozan anlaşmasından
sonra kâfirlerin İslâm’a olan düşmanlıklarının hız kesmeden devam ettiğini
gösteren şu düşünce türüne de yer verelim isterim: “Otuz sene sonra
gelecek neslin kendi eliyle Kur’an’ı imha etmesini intac edecek (netice
verecek) bir plan yapalım.”
Kâfirlerin onca
mücadelesi ve düşmanlığı yaşanabilir İslâm’adır. Başka bir deyimle Kur’an ve
Sünnet merkezli siyasi bir İslâm’adır. Onların asıl endişesi ideolojik anlamda İslâm’dır.
Lue Rance Braune “İslâm ve İsrailiyyat” kitabında İslâm’dan ne kadar
korktuklarını, asıl endişelerinin İslâm’ın kendisi olduğunu şöyle dile getirir:
“Aslen en büyük tehlike İslâm nizamındadır. Zira İslâm yayılma gücüne sahip
bir dindir. Dolayısıyla Avrupa sömürgesine karşı durabilecek tek nizam İslâm
nizamıdır.” Girizgahta da ifade
ettiğim gibi bunlar bir mücadelenin tezahürleridir. Dün vardı bugün de var
yarın da olacak. Şairin de dediği gibi;
Diller, sayfalar,
satırlar
Ebu Leheb öldü
diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi,
ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar
dolaşıyor!
Batı Projesi,
Seküler Bir İslâm
Amerika’nın atacağı adımların ve takip edeceği
politik hamlelerin şekillendirilmesinde “think thank” kuruluşlarının etkisi
yadsınmayacak kadar fazladır. İşte bu kuruluşların en etkinlerinden biri de
“RAND”dır. Özellikle İslâm coğrafyasıyla alakalı raporlar yayınlayan “RAND”
Amerika’nın İslâm coğrafyasındaki hamlelerine yön vermektedir. Bu think thank
kuruluşları tarafından yayınlanan raporlardan bir tanesinin bölüm başlığı; “Sivil
Demokratik İslâm/Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler.”dir. Batı dünyasının asıl istediği kendilerinin
arzuladıkları bir İslâm icat etmekti. Buradan hareketle İslâm dünyasının daha
geniş bir demokrasi, modernizm, uluslararası dünya düzenine uyumluluk yolunda
yapacağı değişimi cesaretlendirmek için ABD’nin ve Batı dünyasının İslâm’ın
içindeki hangi unsurları, trendleri ve kuvvetleri güçlendireceğini;
düşmanlarının ve ortaklarının gerçek hedeflerini ve bu geniş gündemin sebep
olabileceği muhtemel sonuçları iyi tahlil etmeleri gerekiyordu. Mücadele
stratejilerinin tamamını burada paylaşmak makalenin hacmini artıracağından dolayı
sadece konumuza ilişkin kısımla alakalı birkaç cümleyi paylaşmak istiyorum.
Raporda şu ifadelere yer verilmiştir:
-
Modern İslâmcılığı destekle ve bu
fikirleri İslâmi eğitim müfredatının içine sok.
-
Laikliği ve modernizmi olumsuz
etkilenmiş İslâmi gençliğe karşı bir kültür olarak benimset.
-
(İslâm’ın siyasi yönüyle hiç
alakadar olmayan ve İslâm’ı mistik bir din olarak gören) sufizmi
güçlendir/destekle.
-
İslâm’da da din ve devletin ayrı
olabildiği ve bunun imanı tehlikeye atmadığı aksine güçlendirdiği fikrini destekle.
-
Ülkeleri için gerekli olan pozitif
bir kalkınmacılığı kaldıracak seviyede yöneticilik kabiliyetlerinin olmadığını
göster/İslâm’ın öldüğünü, İslâmcılığın iflas ettiğini göster.
Yukarıda yer
verdiğim “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’an’ı imha etmesini
intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım.” cümlesi ve yine az önce
saydığımız maddeler sömürgeci kâfirlerin İslâm’ı yaşanan ve tatbik edilen bir
din olmaktan çıkarmak adına ortaya koyacakları planların ve mücadele
niyetlerinin ispatı mahiyetindedir. Bu söylemleri doğrultusunda çalıştıklarını
ve bu manada ciddi bir başarı elde ettiklerini maalesef okuyarak değil
yaşayarak görüyoruz. Batı, Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte pratikten
kaldırdığı bir hayat nizamı olarak İslâm’ı, zihinlerden de kökten kazımaya, yok
etmeye ve İslâm’ı Hristiyanlık ve Yahudilik gibi ruhban bir dine dönüştürmek
için canhıraş bir gayret göstermektedir. Yine Batı, İslâm’ı değiştirmeyi ve
“siyasal İslâm’a” olan yönelimi sonlandırmayı sağlayacak her türlü projeyi
destekledi ve tamamıyla bu projelerin arkasında durdu. Yine “İslâmcılık öldü”
söylemlerinin perde arkasında; Müslümanların her türlü hareketliliğini
başarısızlıkla sonuçlandırmayı, geleceğe dair düşüncelerini boğmayı,
Müslümanları her tür siyasi çalışmadan yani Batılı düşünce ve hegemonyayı
kırmaya yönelik her tür girişimden ümitlerini kesmelerini sağlamayı hedefleyen,
keza bunun yerine ümmette laiklik ve onu temel alan düşünceler ve siyasi
eğilimleri güçlendirmeyi, İslâmi hareketleri İslâm’dan vaz geçmeleri ve siyasi
faaliyetlerinde açık ve aleni bir şekilde laikliği benimsemelerini sağlamayı
amaçlayan Batı’nın gizli plan ve projeleri olduğu da barizdir. Sömürgeci
Batı’nın yoğun çalışmaları neticesinde insan fıtratına muvafakat sağlayan
yegâne hayat nizamı İslâm kaldırılmış, yıkılan Osmanlı Hilâfet Devleti enkazı
üzerine yerli olmayan demokrasi ve laiklik ithal edilerek inşa edilmiştir.
Artık yıllarca İslâm nizamına can veren Hilâfet’e ev sahipliği yapmış bu kadim
toprakların nur topu(!) gibi laik bir devleti olmuştu. İşte ne olduysa bize,
nesillerimize ve bu coğrafyanın halkına laikliğin hayatımıza girmesiyle oldu.
Şairin de dediği gibi:
Bize bir nazar oldu
Cumamız Pazar oldu
Ne olduysa hep bize
azar, azar oldu
Hilâfet Devleti’nin
çatısı altında güven içerisinde büyüyen çocuklardan laikliğin çatısı altında
istismarcılara/tecavüzcülere kurban verdiğimiz çocuklara…
Allah’ın
helallerini helal, haramlarını haram sayan bir nesilden, haramlarını helal
helallerini de haram sayan bir nesle...
Dilini ve gönlünü
Kur’an’la ıslatan gençlikten, hayatın her alanında Batı’nın hüküm sürdüğü Batı
hayranı bir gençliğe…
Güvenin, huzurun ve
istikrarın egemen olduğu bir atmosferden, kapitalizmin çatısı altında
huzursuzluğun, güvensizliğin ve istikrarsızlığın egemen olduğu bir atmosfere…
Hiçbir etnik
kimliğe bakmaksızın Müslümanların birbirlerini kardeş olarak gördükleri bir
anlayıştan, ırkçılık ve milliyetçilik fikrinden kaynaklı olarak Müslümanların birbirlerine
düşman oldukları bir anlayışa…
Yanlarında sırf
saygı ve hürmetten ötürü yüksek sesle konuşulmayan yaşlılardan hiçe sayılan,
itilen, kakılan ve de üstüne üstlük darp edilen yaşlılara…
Kuşlara yuva
yaptırıp vakıf kuran anlayıştan sokak hayvanlarına tecavüz eden bir anlayışa…
Sadaka taşından
daha fazla alma imkânına sahip olmasına rağmen sadece ihtiyacı kadar olanı alıp
gerisine dokunmaktan hayâ eden bir nesilden her altı dakikada ev soyan bir
nesle…
Kapıya koyduğu iki
tokmakla adab-ı muaşeret ve edep kurallarını gözeten bir zihniyetten adab-ı
muaşeret yoksunu edepsiz bir zihniyete…
Bu akıl almaz
olumsuz değişim İslâm nizamının yerine laikliğin hayatımıza girmesiyle daha
doğrusu sömürgeci kâfirlerce bizlere dikte edilmesiyle gerçekleşti. İşte bize
ne olduysa laiklikle yönetilmeye başladıktan sonra oldu.
Bu Mezar Laik
Demokratik İslâm Anlayışının Mezarıdır
Yaklaşık 20 yıla
yakındır İslâm dünyasında İslâmcılığın öldüğü ya da iflas ettiği söylemleri ve
tartışmaları süre gelmektedir. İslâmcı olduğu kabul edilen hareketlerin tüzel
kimliklerinin yani fikir ve metotlarının İslâmi olup olmadığına bakılmaksızın
sadece lider ve üyelerinin Müslüman olmalarından hareketle İslâm’ın iflas
ettiği sonucuna varılıyor. Böyle düşünülmesini ve bu sonuca varılmasını isteyen
de bizatihi sömürgeci kâfirlerdir. İslâm düşmanı sömürgeci kâfirler araştırma
ve yoğun çalışmaların ardından İslâm toprakları üzerinde bulunan yöneticiler,
düşünürler ve âlimler(!); dini hayattan koparma esası üzerine var olan laiklik
amentüsünü yerleştirmek için, siyasi bir akide olarak İslâm’ın akidesine
saldırmak suretiyle, İslâm’ı tamamen bitirebileceklerini düşündüler...
Lider ve üyelerinin
Müslüman olduğu partiler vasıtasıyla laiklik esaslı bir yönetim anlayışı ortaya
koydular maalesef. Hatta daha da üzücü olanı ise yıllarca demokrasiyle asla
barışık olmamış bu hayırlı ümmeti “İslâmi motifler” ile kandırdılar. Laikliğe
davet ettiler. Liderlerinin ve üyelerinin Müslüman olduğu demokrat partiler ve
hareketler hiçbir zaman İslâm’ı temsil de etmediler. Dolaysıyla bugün ölen
varsa o da liderliğini Müslümanların yaptığı laik demokratik sistem ve
partilerdir. İflas eden varsa kapitalizm iflas etmiştir. Yoksa asla İslâm’ın
kendisi ve nizamı değil…
Bazı örnekler ve
tecrübelerden hareketle iflas ettiği ya da öldüğü söylenen gerçekten İslâmcılık
mı? İslâmi motiflerle ömrü uzatılmaya ve Müslümanlara zerk edilmeye çalışılan
demokrasi ve kapitalizm mi?
Şimdi sormak
isterim;
-
Yaşadığımız İslâm topraklarında
içkinin milyarlarca litre tüketilmesi İslâm nizamının hayat sahnesinden
kaldırılmasının ardından hayatta uygulamaya koyulan demokratik laik sistemin
marifetlerinden değil mi?
-
Uyuşturucu kullanma yaşının ilkokul
seviyesine kadar düşmüş olması laik eğitim sisteminin eseri değil mi?
-
Alkol komasına girecek kadar alkol
müptelası olan ve hatta bundan ötürü yaşamını yitiren gençlik demokrasinin acı
meyvelerinden özgürlüğün ve çağdaşlığın marifeti değil mi?
-
İslâmi şahsiyetini kaybetmiş
münkeratın girdabında boğulmaya terk edilmiş nesil laik demokratik anlayışın
eseri değil mi?
-
Fuhuş bataklığına terk edildiği için
daha yaşarken ölen kız çocukları bu fasit düzenin ebeveynlere bir armağanı(!)
değil mi?
-
Demokrasinin acı meyvelerinden
özgürlük düşüncesine evlatlarını kurban veren acılı ebeveynler laik sistemin
bir başarısı(!) değil mi?
-
Çocuklarımızın eşcinsellerle aynı
atmosferi solumalarının müsebbibi yine bu sistem değil mi?
Şimdi yeniden
soruyorum insanlığı fıtraten tahrip eden ve gayri ahlaki ve insani bir seviyede
yaşamaya mahkûm eden demokratik laik düzen mi iflas etti yoksa insanlığı
karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı garanti eden İslâm mı?
Ölen hangisi, İslâm
mı demokrasi mi? Ya da şöyle soralım öldüren hangisi, İslâm mı laiklik mi?
Evet, günümüze
geldiğimizde herkesin ortak kabulü olduğu şekliyle ortada bir mezar vardır. İslâmcılığın
mezarı olarak kabul edilen bu mezar aslında sivil, demokratik İslâm anlayışının
mezarıdır. Bu cenaze kapitalizm sistemine ve onun amentüsü olan laikliğe,
demokrasiye ait.
Kapitalizm ve onun
yönetim şekli olan demokrasinin kaçınılmaz sonunun geldiği, gerçek son olan
yıkılışının bir hakikat olduğu sistemin yetkililerince de itiraf edilmeye
başlandı. Ne demişti hatırlayacak olursak cumhuriyetçilerin eski başkan adayı
ve eski Teksas Senatörü, Ron Paul: “ABD'nin umursanmadan büyüyen borçlarıyla
askerî harcamaları, eninde sonunda sistemin çökmesine ve Sovyetler Birliği'nin
son günlerindeki gibi yanıp kül olmasına yol açacak, artık sona yaklaştığımızı
düşünüyorum.”
Kapitalist sistemin
maruz kaldığı krizlerde, defaten yamalanan demokratik sistemin, insanlığın
sorunlarına çözüm üretemediği gerçeği bir kez daha ortaya çıktı.
Gelinen noktada
beşerî ideolojilerin çaresizliği ve çıkmazı her akıl ve vicdan sahibine gizli
değildir. Artık geçmişte insanlığı kalkındırdığı ve sorunlarına köklü çözüm
ürettiği gibi bugün de insanlığı kalkındırma potansiyeline sahip olan yegâne
ideolojinin İslâm ve onun uygulama metodu Hilâfet olduğu aşikârdır.
Zira Amerikan
istihbarat teşkilatlarından oluşan ve Amerikan yönetimi için orta ve uzun
vadeli stratejik düşünceler hazırlayan Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin
(NIC) yayımladığı “Küresel Geleceği Haritalamak” başlıklı rapor bunu
teyit etmektedir. Raporda İslâm’a çağrının 2020 yılına kadar karşılık bulacağı
ve İslâm hadaratının Hilâfet altında küresel bir değişim gerçekleştirerek
yeniden köklerine döneceği vurgulanmaktadır.
Sonuç olarak bu
mezar İslâm’a değil bilakis demokrasiye, laikliği aittir. Yine bu mezar saf,
berrak İslâm’a değil sivil demokratik İslâm’a aittir. Hiç kimsenin şüphesi
olmasın, dünyamızı sarmalamış olan demokrasinin ve dahi küfrün kara bulutları
elbet İslâm’ın güneşiyle bir gün dağılacak, demokrasinin üzerimize yağdırdığı
zulüm ve kaos bir gün sona erecektir, biiznillah. Kararmış dünyamızı aydınlığa
dönüştürecek olan ise kuşkusuz yaşanabilir siyasi İslâm’dır. Bunun yegâne
garantörü ise nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet’tir.
Allahu Teala şöyle
buyuruyor:
يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ
بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ
الْكَافِرُونَ
“Allah'ın nurunu ağızlarıyla
(üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu
tamamlamaktan asla vazgeçmez.”[1]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış