BU MEZAR KİME AİT? İSLAMCILIK ÖLDÜ MÜ?

Abdullah İmamoğlu

Değişmeyecek Olan Gerçek; Hak-Batıl Mücadelesi

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin kâfirlerin ve yerli adamlarının eliyle yıkılması hak-batıl mücadelesinin kırılma anlarındandır. Hak-batıl mücadelesinin tarih boyunca çok yansımaları olmuştur. Çünkü hak- batıl mücadelesi bugünün değil geçmişi insanlık tarihine dayanan çok eski bir mücadeledir. İnsanlık oldukça bu mücadele hızından hiçbir şey kaybetmeden de devam edecektir. Hak-batıl mücadelesi tarafların belli olmadığı bir mücadele değildir. Bilakis bu mücadelenin tarafları bellidir; iman edenler ve inkâr eden Allah düşmanları…

-          Yusuf Aleyhi’s Selam’ın zindanlara mahkûm edilmesi,

-          İbrahim Aleyhi’s Selam’ın ateşe atılması,

-          Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem efendimizin işkencelere maruz kalması,

-          Rasulullah’ SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in gerçekleştirmiş olduğu Bedir, Uhud, Hendek savaşları ve Mekke’nin fethi,

-          Hilâfet Devleti’nin ta Viyana kapılarına dayanmış olması,

-          Yine Haçlı savaşları, Moğol istilaları,

-          11 Aralık 1917 günü Kudüs’e giren İngiliz komutan Edmund Allenby’nin, Salahaddîn Eyyubi’nin kabrini tekmeleyerek “Kalk, biz geldik!” demesi… Bunlar ve dile getirmediğimiz daha niceleri; hepsi hak-batıl mücadelesinin birer yansımalarıdır.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in peygamber olarak gönderilmesinin ardından Müslümanların karşılaştığı en büyük felaket İslâm’ın uygulanmasının şer’î yolu olan Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıdır. Adeta yüzyıllardır Batı’nın İslâm’la bitmeyen savaşı/mücadelesi, Hilâfet’in kaldırılması ile taçlandırıldı... Hilâfet’in yıkılması kâfirleri sevindirirken, Müslümanları hüzne boğdu ve kara günü olarak tarih sayfalarında yerini aldı. Hilâfet yıkıldığında İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Hilâfet’in İslâm’daki önemini “Bugünden sonra kesinlikle kurulamayacak olan (İslâm’ı kast ederek) Türkiye’yi şimdi bitirdik... Çünkü İslâm ve Hilâfet ile temsil edilen gücünü yok ettik!” sözleri ile ortaya koymaktadır.

Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken husus kâfirlerin/Allah düşmanlarının bir an olsun Müslümanlara düşmanlık beslemiş olmaktan geri kalmadıkları gerçeğidir. Yani İslâm’a olan tahammülsüzlükleri her türlü mücadeleyi yapmaya sevk etmiştir. Zamanın İngiltere müstemleke bakanı William Ewart Gladstone, bütün politik yaşantısını İslâm’ın yok edilmesine ve Osmanlı Hilâfeti’nin parçalanmasına adamıştı. Belki de hak-batıl mücadelesini daha iyi ifade etmek adına mecliste yapmış olduğu şu konuşmasını paylaşmak yerinde olacaktır. 19. asrın son yıllarında İngiliz Parlamentosunda kürsüye çıkan Müstemlekeler Bakanı Gladstone elindeki Kur’an-ı Kerimi göstererek şunu söyler: “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız; ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız.”

Lozan anlaşmasından sonra kâfirlerin İslâm’a olan düşmanlıklarının hız kesmeden devam ettiğini gösteren şu düşünce türüne de yer verelim isterim: “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’an’ı imha etmesini intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım.”

Kâfirlerin onca mücadelesi ve düşmanlığı yaşanabilir İslâm’adır. Başka bir deyimle Kur’an ve Sünnet merkezli siyasi bir İslâm’adır. Onların asıl endişesi ideolojik anlamda İslâm’dır. Lue Rance Braune “İslâm ve İsrailiyyat” kitabında İslâm’dan ne kadar korktuklarını, asıl endişelerinin İslâm’ın kendisi olduğunu şöyle dile getirir: “Aslen en büyük tehlike İslâm nizamındadır. Zira İslâm yayılma gücüne sahip bir dindir. Dolayısıyla Avrupa sömürgesine karşı durabilecek tek nizam İslâm nizamıdır.”  Girizgahta da ifade ettiğim gibi bunlar bir mücadelenin tezahürleridir. Dün vardı bugün de var yarın da olacak. Şairin de dediği gibi;

Diller, sayfalar, satırlar

Ebu Leheb öldü diyorlar:

Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;

Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Batı Projesi, Seküler Bir İslâm

 Amerika’nın atacağı adımların ve takip edeceği politik hamlelerin şekillendirilmesinde “think thank” kuruluşlarının etkisi yadsınmayacak kadar fazladır. İşte bu kuruluşların en etkinlerinden biri de “RAND”dır. Özellikle İslâm coğrafyasıyla alakalı raporlar yayınlayan “RAND” Amerika’nın İslâm coğrafyasındaki hamlelerine yön vermektedir. Bu think thank kuruluşları tarafından yayınlanan raporlardan bir tanesinin bölüm başlığı; “Sivil Demokratik İslâm/Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler.”dir.  Batı dünyasının asıl istediği kendilerinin arzuladıkları bir İslâm icat etmekti. Buradan hareketle İslâm dünyasının daha geniş bir demokrasi, modernizm, uluslararası dünya düzenine uyumluluk yolunda yapacağı değişimi cesaretlendirmek için ABD’nin ve Batı dünyasının İslâm’ın içindeki hangi unsurları, trendleri ve kuvvetleri güçlendireceğini; düşmanlarının ve ortaklarının gerçek hedeflerini ve bu geniş gündemin sebep olabileceği muhtemel sonuçları iyi tahlil etmeleri gerekiyordu. Mücadele stratejilerinin tamamını burada paylaşmak makalenin hacmini artıracağından dolayı sadece konumuza ilişkin kısımla alakalı birkaç cümleyi paylaşmak istiyorum. Raporda şu ifadelere yer verilmiştir:

-          Modern İslâmcılığı destekle ve bu fikirleri İslâmi eğitim müfredatının içine sok.

-          Laikliği ve modernizmi olumsuz etkilenmiş İslâmi gençliğe karşı bir kültür olarak benimset.

-          (İslâm’ın siyasi yönüyle hiç alakadar olmayan ve İslâm’ı mistik bir din olarak gören) sufizmi güçlendir/destekle.

-          İslâm’da da din ve devletin ayrı olabildiği ve bunun imanı tehlikeye atmadığı aksine güçlendirdiği fikrini destekle.

-          Ülkeleri için gerekli olan pozitif bir kalkınmacılığı kaldıracak seviyede yöneticilik kabiliyetlerinin olmadığını göster/İslâm’ın öldüğünü, İslâmcılığın iflas ettiğini göster.

Yukarıda yer verdiğim “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’an’ı imha etmesini intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım.” cümlesi ve yine az önce saydığımız maddeler sömürgeci kâfirlerin İslâm’ı yaşanan ve tatbik edilen bir din olmaktan çıkarmak adına ortaya koyacakları planların ve mücadele niyetlerinin ispatı mahiyetindedir. Bu söylemleri doğrultusunda çalıştıklarını ve bu manada ciddi bir başarı elde ettiklerini maalesef okuyarak değil yaşayarak görüyoruz. Batı, Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte pratikten kaldırdığı bir hayat nizamı olarak İslâm’ı, zihinlerden de kökten kazımaya, yok etmeye ve İslâm’ı Hristiyanlık ve Yahudilik gibi ruhban bir dine dönüştürmek için canhıraş bir gayret göstermektedir. Yine Batı, İslâm’ı değiştirmeyi ve “siyasal İslâm’a” olan yönelimi sonlandırmayı sağlayacak her türlü projeyi destekledi ve tamamıyla bu projelerin arkasında durdu. Yine “İslâmcılık öldü” söylemlerinin perde arkasında; Müslümanların her türlü hareketliliğini başarısızlıkla sonuçlandırmayı, geleceğe dair düşüncelerini boğmayı, Müslümanları her tür siyasi çalışmadan yani Batılı düşünce ve hegemonyayı kırmaya yönelik her tür girişimden ümitlerini kesmelerini sağlamayı hedefleyen, keza bunun yerine ümmette laiklik ve onu temel alan düşünceler ve siyasi eğilimleri güçlendirmeyi, İslâmi hareketleri İslâm’dan vaz geçmeleri ve siyasi faaliyetlerinde açık ve aleni bir şekilde laikliği benimsemelerini sağlamayı amaçlayan Batı’nın gizli plan ve projeleri olduğu da barizdir. Sömürgeci Batı’nın yoğun çalışmaları neticesinde insan fıtratına muvafakat sağlayan yegâne hayat nizamı İslâm kaldırılmış, yıkılan Osmanlı Hilâfet Devleti enkazı üzerine yerli olmayan demokrasi ve laiklik ithal edilerek inşa edilmiştir. Artık yıllarca İslâm nizamına can veren Hilâfet’e ev sahipliği yapmış bu kadim toprakların nur topu(!) gibi laik bir devleti olmuştu. İşte ne olduysa bize, nesillerimize ve bu coğrafyanın halkına laikliğin hayatımıza girmesiyle oldu. Şairin de dediği gibi:

Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu

Ne olduysa hep bize azar, azar oldu

Hilâfet Devleti’nin çatısı altında güven içerisinde büyüyen çocuklardan laikliğin çatısı altında istismarcılara/tecavüzcülere kurban verdiğimiz çocuklara…

Allah’ın helallerini helal, haramlarını haram sayan bir nesilden, haramlarını helal helallerini de haram sayan bir nesle...

Dilini ve gönlünü Kur’an’la ıslatan gençlikten, hayatın her alanında Batı’nın hüküm sürdüğü Batı hayranı bir gençliğe…

Güvenin, huzurun ve istikrarın egemen olduğu bir atmosferden, kapitalizmin çatısı altında huzursuzluğun, güvensizliğin ve istikrarsızlığın egemen olduğu bir atmosfere…

Hiçbir etnik kimliğe bakmaksızın Müslümanların birbirlerini kardeş olarak gördükleri bir anlayıştan, ırkçılık ve milliyetçilik fikrinden kaynaklı olarak Müslümanların birbirlerine düşman oldukları bir anlayışa…

Yanlarında sırf saygı ve hürmetten ötürü yüksek sesle konuşulmayan yaşlılardan hiçe sayılan, itilen, kakılan ve de üstüne üstlük darp edilen yaşlılara…

Kuşlara yuva yaptırıp vakıf kuran anlayıştan sokak hayvanlarına tecavüz eden bir anlayışa…

Sadaka taşından daha fazla alma imkânına sahip olmasına rağmen sadece ihtiyacı kadar olanı alıp gerisine dokunmaktan hayâ eden bir nesilden her altı dakikada ev soyan bir nesle…

Kapıya koyduğu iki tokmakla adab-ı muaşeret ve edep kurallarını gözeten bir zihniyetten adab-ı muaşeret yoksunu edepsiz bir zihniyete…

Bu akıl almaz olumsuz değişim İslâm nizamının yerine laikliğin hayatımıza girmesiyle daha doğrusu sömürgeci kâfirlerce bizlere dikte edilmesiyle gerçekleşti. İşte bize ne olduysa laiklikle yönetilmeye başladıktan sonra oldu.

Bu Mezar Laik Demokratik İslâm Anlayışının Mezarıdır

Yaklaşık 20 yıla yakındır İslâm dünyasında İslâmcılığın öldüğü ya da iflas ettiği söylemleri ve tartışmaları süre gelmektedir. İslâmcı olduğu kabul edilen hareketlerin tüzel kimliklerinin yani fikir ve metotlarının İslâmi olup olmadığına bakılmaksızın sadece lider ve üyelerinin Müslüman olmalarından hareketle İslâm’ın iflas ettiği sonucuna varılıyor. Böyle düşünülmesini ve bu sonuca varılmasını isteyen de bizatihi sömürgeci kâfirlerdir. İslâm düşmanı sömürgeci kâfirler araştırma ve yoğun çalışmaların ardından İslâm toprakları üzerinde bulunan yöneticiler, düşünürler ve âlimler(!); dini hayattan koparma esası üzerine var olan laiklik amentüsünü yerleştirmek için, siyasi bir akide olarak İslâm’ın akidesine saldırmak suretiyle, İslâm’ı tamamen bitirebileceklerini düşündüler...

Lider ve üyelerinin Müslüman olduğu partiler vasıtasıyla laiklik esaslı bir yönetim anlayışı ortaya koydular maalesef. Hatta daha da üzücü olanı ise yıllarca demokrasiyle asla barışık olmamış bu hayırlı ümmeti “İslâmi motifler” ile kandırdılar. Laikliğe davet ettiler. Liderlerinin ve üyelerinin Müslüman olduğu demokrat partiler ve hareketler hiçbir zaman İslâm’ı temsil de etmediler. Dolaysıyla bugün ölen varsa o da liderliğini Müslümanların yaptığı laik demokratik sistem ve partilerdir. İflas eden varsa kapitalizm iflas etmiştir. Yoksa asla İslâm’ın kendisi ve nizamı değil…

Bazı örnekler ve tecrübelerden hareketle iflas ettiği ya da öldüğü söylenen gerçekten İslâmcılık mı? İslâmi motiflerle ömrü uzatılmaya ve Müslümanlara zerk edilmeye çalışılan demokrasi ve kapitalizm mi?

Şimdi sormak isterim;

-          Yaşadığımız İslâm topraklarında içkinin milyarlarca litre tüketilmesi İslâm nizamının hayat sahnesinden kaldırılmasının ardından hayatta uygulamaya koyulan demokratik laik sistemin marifetlerinden değil mi?

-          Uyuşturucu kullanma yaşının ilkokul seviyesine kadar düşmüş olması laik eğitim sisteminin eseri değil mi?

-          Alkol komasına girecek kadar alkol müptelası olan ve hatta bundan ötürü yaşamını yitiren gençlik demokrasinin acı meyvelerinden özgürlüğün ve çağdaşlığın marifeti değil mi?

-          İslâmi şahsiyetini kaybetmiş münkeratın girdabında boğulmaya terk edilmiş nesil laik demokratik anlayışın eseri değil mi?

-          Fuhuş bataklığına terk edildiği için daha yaşarken ölen kız çocukları bu fasit düzenin ebeveynlere bir armağanı(!) değil mi?

-          Demokrasinin acı meyvelerinden özgürlük düşüncesine evlatlarını kurban veren acılı ebeveynler laik sistemin bir başarısı(!) değil mi?

-          Çocuklarımızın eşcinsellerle aynı atmosferi solumalarının müsebbibi yine bu sistem değil mi?

Şimdi yeniden soruyorum insanlığı fıtraten tahrip eden ve gayri ahlaki ve insani bir seviyede yaşamaya mahkûm eden demokratik laik düzen mi iflas etti yoksa insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı garanti eden İslâm mı?

Ölen hangisi, İslâm mı demokrasi mi? Ya da şöyle soralım öldüren hangisi, İslâm mı laiklik mi?

Evet, günümüze geldiğimizde herkesin ortak kabulü olduğu şekliyle ortada bir mezar vardır. İslâmcılığın mezarı olarak kabul edilen bu mezar aslında sivil, demokratik İslâm anlayışının mezarıdır. Bu cenaze kapitalizm sistemine ve onun amentüsü olan laikliğe, demokrasiye ait.

Kapitalizm ve onun yönetim şekli olan demokrasinin kaçınılmaz sonunun geldiği, gerçek son olan yıkılışının bir hakikat olduğu sistemin yetkililerince de itiraf edilmeye başlandı. Ne demişti hatırlayacak olursak cumhuriyetçilerin eski başkan adayı ve eski Teksas Senatörü, Ron Paul: “ABD'nin umursanmadan büyüyen borçlarıyla askerî harcamaları, eninde sonunda sistemin çökmesine ve Sovyetler Birliği'nin son günlerindeki gibi yanıp kül olmasına yol açacak, artık sona yaklaştığımızı düşünüyorum.”

Kapitalist sistemin maruz kaldığı krizlerde, defaten yamalanan demokratik sistemin, insanlığın sorunlarına çözüm üretemediği gerçeği bir kez daha ortaya çıktı.

Gelinen noktada beşerî ideolojilerin çaresizliği ve çıkmazı her akıl ve vicdan sahibine gizli değildir. Artık geçmişte insanlığı kalkındırdığı ve sorunlarına köklü çözüm ürettiği gibi bugün de insanlığı kalkındırma potansiyeline sahip olan yegâne ideolojinin İslâm ve onun uygulama metodu Hilâfet olduğu aşikârdır.

Zira Amerikan istihbarat teşkilatlarından oluşan ve Amerikan yönetimi için orta ve uzun vadeli stratejik düşünceler hazırlayan Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) yayımladığı “Küresel Geleceği Haritalamak” başlıklı rapor bunu teyit etmektedir. Raporda İslâm’a çağrının 2020 yılına kadar karşılık bulacağı ve İslâm hadaratının Hilâfet altında küresel bir değişim gerçekleştirerek yeniden köklerine döneceği vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak bu mezar İslâm’a değil bilakis demokrasiye, laikliği aittir. Yine bu mezar saf, berrak İslâm’a değil sivil demokratik İslâm’a aittir. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, dünyamızı sarmalamış olan demokrasinin ve dahi küfrün kara bulutları elbet İslâm’ın güneşiyle bir gün dağılacak, demokrasinin üzerimize yağdırdığı zulüm ve kaos bir gün sona erecektir, biiznillah. Kararmış dünyamızı aydınlığa dönüştürecek olan ise kuşkusuz yaşanabilir siyasi İslâm’dır. Bunun yegâne garantörü ise nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet’tir.

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

“Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.”[1]



[1] Tevbe Suresi 32


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz