Giriş:
İslâm ümmeti son yüzyılda iki büyük
sarsıntı yaşamıştır. Bu sarsıntıların en büyüğünde 1400 yıllık İslâm devleti,
Hilâfet yıkılmış, ikinci büyük sarsıntı da ise Filistin topraklarına gasıp,
işgalci, Yahudi varlığı, İngiltere’nin desteğiyle yerleştirilmiştir. Bu yaşanan
iki büyük hadiseye paralel olarak da İslâm coğrafyasında birtakım hareketler
zuhur etmiştir. Bu makalede İslâmcı hareketler içerisinde en bilindik olan
“İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslâmiyye, En Nahda Partisi ve İran İslâmcılığı”
hakkında bilgiler bulacaksınız.
Hasan El Benna ve İhvan-ı Müslimin:
1882 yılında İngiltere’nin işgaline uğrayan
Mısır’da milliyetçi hareketlerin yanı sıra özellikle Muhammed Abduh’un
çalışmalarıyla reformist, modernist, İslâmcı bir görüş de ortaya çıkıyor.
Hilâfet yıkıldıktan sonra kurulan despot rejimlerin Müslümanlar üzerindeki
baskısı hiç hafiflemediği gibi bu baskının, kimi İslâmcı hareketlerin fikir ve
metotlarını da etkilediği görülüyor. Genelde İslâmcı hareketler ilk
başladıkları çizgilerini koruyamıyor ve eğri bir çizgi çiziyorlar.
İhvan-ı Müslimin Hasan El Benna tarafından
1928 yılında kuruluyor. El Benna’nın ilmi yönünden çok aktivist yönü daha ön
plandadır. Benna, Öğrenci gruplarına başkanlık yaptığı gibi birçok ortamda vaaz
ve irşat çalışmalarında bulunur. Kurulan yayınevi ile basılan kitap ve dergiler
ile fikirleri hem o dönem hem de daha sonra gelen İslâmcıları büyük oranda
etkiler. El Benna, Müslümanların batı karşısında geri kalmasının sebebinin daha
çok eğitim ve bilim alanındaki eksiklikten kaynaklandığını düşünmüştür.
İhvan-ı Müslimin hareketinin fikirleri
berrak olmadığı gibi metodu da net değildi. Dillendirilen İslami yönetimin
nasıl olacağını da detaylı ve berrak bir şekilde tasvir edilmemiştir. İhvan-ı
Müslimin seküler çevrenin tepkisini çekmemek için söylemlerinde muğlak bir dil
kullanıyor. Benzer durumu bugün, Nahda Partisinde görüyoruz. Hilâfet’in
yıkılmasının ardından kurulan ilk hareketlerden olması ve ilk başlarda
Hilâfet’e çağıran açıklamalarda bulunması İhvan’ın yayılmasında etkili oluyor.
Ancak daha sonra İhvan’ın içerisinde birçok bölünme olmuş, her bölünme ve fikir
ayrılığında İhvan Parti olarak merkeze (sisteme) yaklaşırken, diğer gruplar
marjinalleşmişlerdir. İhvan, ilk yıllarda Mısır’ının içinde bulunduğu şiddet
ortamının ve Filistin meselesinin de etkisiyle silahlı mücadele eden iki grup
dahi kuruyor. Mısır içerisinde de bu silahlı gruplar kullanılmış ve birtakım
suikastlar gerçekleşmişlerdir. Artan bu şiddet ortamı içerisinde 1949 yılında
Hasan El Benna da bir suikast sonucu (inşallah) şehid olmuştur.
İhvan, ilk başlarda Mısır Meclis’ine
girmeye sıcak bakmıyor. Zira rejimin bozukluğunu ve batılı devletlerin rejime
müdahalesini eleştiriyor. Ancak 1941 yılında yapılan bir konferansta; “zamanı
geldiğinde Meclis için aday çıkarmaya” karar veriliyor. Bir yıl sonra da
seçimlere seçimlere katılım sağlanıyor. Aslında Benna’nın millet, milliyetçilik
ve ulus-devlet konularındaki düşüncelerinin onu Meclis çatısı altında siyaset
yapmaya ittiğini söyleyebiliriz. Kral Faruk’a yazdığı açık mektupta da bu net
olarak gözükmektedir. Söz konusu mektupta öncelikle Arap birliğinin, daha sonra
İslâmi birliğin güçlendirilmesi gerekliliğinden bahseder. Benna’ya göre; “her millet uyanış sürecinde üstün ve
muhteşem bir millet olarak kendi kökleri ve tarihinde yüceltilmeye ihtiyaç
duyar ve İslâm bu yüceliği garanti eder.” Buna bağlı olarak Benna
öncelikle bağımsız bir millet olmayı ve bu millet olma halini İslâmcılık
üzerinden yüceltmeyi amaçlamaktadır. Bunun yanı sıra Batılı devletlerle
ilişkilerin İslâmcı kurumlar sebebiyle zarar göreceği fikrini de reddeder.
Benna bu siyasal mücadeleyi gerçekleştirirken milliyet fikriyle çatışmaya
girmeyi reddetmiş, Şeriatın nasıl uygulanacağı, İslâmi kurumların nasıl olması
gerektiği gibi soruları ikinci planda tutmuştur.
1952 yılında Hür Subaylar tarafından
yapılan darbe sonrası Cemal Abdunnasır geniş bir halk desteğiyle iktidara
gelmiş, bir dizi reform gerçekleştirmiş bölgede saygınlık ve sempati
kazanmıştır. İhvan açısından Abdunnasır dönemi iç ayrılıkların olduğu dönemdir.
Seyyid Kutub ile bu dönemde İhvan’ın fikirleri çelişmiştir. Kutup İhvan ile
ayrılık sürecine girmiştir. Bu dönemde Hasan el-Benna’nın ortaya koyduğu
ılımlı, uzlaşmacı politikanın aksine Seyyid Kutub, Batı medeniyeti etkisindeki
tüm yönetim ve kurumlarını “cahiliyye” olarak tanımlar.
Cemal Abdülnasır’ın ölümü sonrası Enver
Sedat döneminde rejim İhvan’a yönelik baskıları hafifletiyor. Bu siyaset
ülkenin liberal ekonomiye geçişiyle de paralellik izliyor. Sedat, dinî
sembolleri kullanmaya başlamış, İhvan tutukluları için de bir genel af
çıkarmıştır. İhvan için 1980’li yıllar yükselişe geçtiği bir dönem oluyor.
Devrik lider Mübarek döneminde hem seçimlere katılıyor, hem de koalisyonlar
içerisine girerek hükümete dâhil oluyorlar. İhvan-ı Müslimin’in siyasi çizgisi
üç esas üzere kurulmuştur. Bunlar; demokratik seçimlere katılarak, Meclise
girmek. Öğrenci hareketlerinde etkili olmak ve sosyal bir yardım ağı kurmak.
Arap ayaklanmaları öncesi ve darbe sonrasında İhvan-ı Müslimin’in siyasi
iktidarla ilişkisi, uzlaşma ve baskı arasında gidip gelmiştir. Arap
ayaklanmaları Tunus’da başladıktan sonra çok sürmeden Mısır’a da sıçramış ve
uzun yıllardır cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan diktatör Hüsnü Mübarek
devrilmiştir. Yapılan yeni seçimlerde İhvan lideri Dr. Muhammed Mursi
cumhurbaşkanı olmuştur. Bu süre zarfında ne Mısır yönetiminde İslâmi bir
değişikliğe, ne de Yahudi varlığı “İsrail” ile yapılan Camd David anlaşmanın
iptaline gidilmemiştir. Akabinde Amerika, Mısır’da istikrarı korumak adına
Suud’un sponsorluğunda bir darbenin gerçekleşmesine izin vermiştir. Daha sonra
Dr. Muhammed Mursi için uzun bir tutukluluk dönemi başlamış, işkenceye tabi
tutulmuş, hakları kısıtlanmış ve 17 Haziran 2019 tarihinde de mahkeme salonunda
kalp krizi geçirerek vefat etmiştir.
Ebu’l Ala Mevdudi ve Cemaat-i İslâmi
Modern siyasal İslâmcılığın kurucu
örgütlerinden biri olan Cemaat-i İslâmi’nin kurucusu Mevlana Seyyid Ebu’l Ala
Mevdudi, 1903’te Hindistan’ın Dekkan bölgesinde doğmuştur. Ailesi hem anne
tarafından hem de baba tarafından köklü bir geçmişe sahiptir. Bijnur’da kısa
bir süre kaldıktan sonra Delhi’ye taşınan Mevdudi, bağımsızlık hareketleri
içerisinde aktif olarak yer almaya başlamış, öncelikle Hindistan milliyetçisi,
bir diğer deyişle Kongre taraftarı olmuştur. O dönemde kongrede, Müslüman
Cemiyeti ismiyle Seyyid Ahmet Han, Muhammed İkbal gibi Hindistanlı İslâmcıların
da destek verdiği bir parti bulunmaktadır. Mevdudi, ilk başlarda Kongre
taraftarı Taj dergisinde çalışmaya başlıyor. Bu dönemde sokak siyasetinde daha aktif
rol alıyor. Hindistan’da 17 bağımsızlık hareketinin sayıca arttığı ve
çeşitlendiği bu dönemde Mevdudi farklı örgütlerle tanışma fırsatı bulmuştur.
Mevdudi, bu hareketlerin çoğunun gazetesinde çalışmış, aralarındaki farkları
ayırt etme imkânı bulmuştur.
Mevdudi’nin bu süreçte milliyetçiliğe
bakışını etkileyen ve değiştiren üç önemli olay gerçekleşmiştir. Bunlardan
ilki, 1924’te Türkiye’de Hilâfetin kaldırılması ve buna bağlı olarak
Hindistan’daki Hilâfet hareketinin dağılması. Bir diğer olay ise, Osmanlı
devletinin çöküşü sırasında Müslüman Arapların Hilâfet’in cihad çağrısına uymak
yerine, ayaklanmaları ve çöküşe kısmen sebep olmalarıdır. Bu yaşananlar
Mevdudi’nin milliyetçilik ve Batılılaşmaya daha mesafeli bakmasına enden olur
ve milliyetçiliğin seküler doğası sebebiyle asla İslâm’ın çıkarlarını
savunamayacağını anlar. Bu sebeple Kongre’ye ve milliyetçiliğe olan inancını
yitiren Mevdudi, çözüm olarak yalnızca İslâm’ı görmeye başlar. 1925 ve 1930
yılları arasında kendisini çalışmalarına veren Mevdudi, tarih ve İslâm üzerine
eserler verir.
1947 yılına gelindiğinde Pakistan artık bir
ulus devlet olarak bölünmüş, ülkenin başında ise Muhammed Ali Cinnah vardır.
Mevdudi’nin artık bir ideologdan ziyade siyasi kimliği öne çıkmış, Cemaat-i
İslami de artık bir siyasi partidir. Cemaat-i İslami de diğer İslamcı partiler
gibi aynı hataya düşerek mevcut statüko içerisinde çalışmalara başlayarak,
İslami bir yönetimi getirmeyi arzulamıştır. Oysa daha önceleri bu şekilde
hareket eden diğer İslamcı partileri eleştiriyordu. Demokratik yollarla İslami
bir yönetimin mümkün olmadığını düşünüyordu. Ancak vakıa Cemaat-i İslamiyi de
etkiliyor. Düşünce vakıayı değiştirmek için kullanılması gerekirken, vakıa
düşünceyi değiştiriyor. Böylece hareketin çizgisinde de “eğrilik” başlıyor.
Cemaat-i İslami meclise giriyor. Seküler partilere karşı muhalif politikalar
yürütülüyor. Bu kapsamda çeşitli partilerle ittifaklar yapılıyor. Parti bu
dönemde de İslami devlet talebini her fırsatta dile getirmiştir.
Cemaat-i İslami siyasi Parti olarak ilk
kurulduğunda demokratik seçimlere katılmıyor. Hatta devletin Anayasası İslami
olmadıkça tanımayacağını da beyan ediyor. Ancak yıl 1951'i gösterdiğinde
demokratik seçimlere katılıyor. Fakat istenilen başarı sağlanamıyor. Ülke
içerisinde ve İslam dünyasında Cemaatten bir etkilenme meydana geliyor ama
seçimlerde oy oranları düşük çıkıyor. Pakistan da diğer İslam coğrafyasındaki
ülkeler gibi siyasi tarihinde birçok kez darbe oluyor. Darbeler neticesinde
siyasal ortamın durumuna göre ittifaklar kurulmuştur. Cemaat, bu dönemde
pragmatist bir tutum sergileyerek geçmişte hep İslamcı Partilerle ittifaklar
kurarken, artık seküler partilerle de ittifaklar kurmaya başlıyor. Meşruiyet
kaygısı taşıyan seküler partiler, halkın desteğini alabilmek için kimi İslami
söylemlere başvurmaya başlıyor.
Cemaat-i İslami’nin devlet kademelerinde
yükselişi yine bir darbe ile gelen Yahya Han dönemine denk geliyor. Aynı
pragmatist tutumu burada da görüyoruz. Darbecilerle birlikte hareket ediliyor.
Kamusal alanda daha görünür hale geliniyor. Bu durumun seçimlerde bir başarı
sağlayacağı düşünülüyor. Ancak istenilen başarı bir türlü gelmiyor. Bunun
üzerine demokratik koşullarda verilen mücadeleyi Mevdudi’nin sorgulamaya
başladığı hatta eşi Begüm hanımla yapılan bir röportajda Parti’nin bir takım
tavizlerde bulunduğunu, hareketin masumluğunu yitirdiğini itiraf ettiği
belirtiliyor.
Ardından Butto dönemi başlıyor. Ali Butto
döneminde muhalif blokun lideri konumuna gelen Mevdudi demokratik çalışma
metodunu, “teo demokrasi” diye ortaya attığı bir kavram ile tevil ediyor. Bu
düşünceye göre laik devletlerde İslamcı partilerin desteklenmesi gerekliliği
savunuluyor. Bu düşünceye göre pertilere verilen destek ile demokrasi
savunulmuş olmuyor, Allah’ın yeryüzünde Halife kıldığı mü’min kullar desteklenmiş
oluyor.
Ülke, Genaral Ziyaül Hak’ın yaptığı darbe
ile yeni bir sıkıyönetime giriyor. 1978 yılından, 1988 yılına kadar
Cumhurbaşkanlığı yapan Genaral, İslamcı muhalefetin lideri konumuna gelen
Nizam-ı Mustafa partisiyle ittifak kuruyor. Mevdudi’ye bu dönemde kıdemli
devlet adamı makamı veriliyor. 1979 İran devriminin de etkisiyle bu dönemde de
Mevdudi, Pakistan da bir İslam devleti kurulmasını düşünüyor. Ancak yıl 1979’u
gösterdiğinde Mevdudi vefat ediyor.
Humeyni ve İran İslâmcılığı
Humeyni, gerek Kum’da kaldığı süre
içerisinde, gerek se Paris’e yerleştikten sonra Şah’a karşı uzun süre muhalefet
etmiş. İran’da uzun süreli istikrarsız ve kargaşa ortamı oluşmuştur. Birçok
şiddet olayı yaşanmış. Özellikle bir sinema salonundaki 400 kişinin yakılarak öldürülme
eylemleri gibi kimi eylemler, Şah’ın üzerine yıkılmıştır. Bu nedenle uzun
süreli eylemler ve Amerika’nın ordudaki subayları tehdit etmesi neticesinde
1979 yılında Muhammed Rıza Şah devrilmiş ve Humeyni İran’a dönmüştür. 1983
yılına gelindiğinde de “İran İslam Cumhuriyeti” ilan edilmiştir.
Yeni yönetimde velayeti fakih, yani dini
önder, yasama ve yürütme işlerinde son söz hakkına sahiptir. Parlamentoda 270
milletvekili, İslam Şura Meclisi adı altında görev yapar. Her dört yılda bir
Parlamento seçimleri olur. Velayeti Fakih’in onayı olmayan hiçbir yasa geçemez.
Cumhurbaşkanı adaylarının belirlenmesinde ve seçimleri kazansa bile adayın
göreve başlaması ancak Velayet-i Fakihin onayına bağlıdır. Başbakanı ise
Cumhurbaşkanı atar, Şura Meclisi onaylar. Ancak Meclis çoğunluğu karar alırsa
Cumhurbaşkanı ve Başbakanı değiştirebilir.
İran İslamcılığının, İslam coğrafyasında
bir etki meydana getirdiği bir hakikattir. Ancak zamanla İran İslam
Cumhuriyeti’nin bir İslam devleti olmadığı gibi Caferi mezhebinin bile takipçisi
olmadığı ortaya çıkmıştır. Bazı ülkelerin Anayasalarında yazan “dini İslam”
ibaresi İran’da da yazmaktadır. Ancak “dini İslam” yazınca bir ülke İslam
devleti olmuyor. Nitekim İran da öyledir. İran Anayasasını, devletin üzerine
kurulduğu esasları, iç politikadan, dış politikaya varana kadar yürüttüğü
siyaseti incelediğinizde İslam ile taban tabana zıt olduğu görülecektir.
Nitekim bu hususta daha devrimin ilk yıllarında İslami Parti Hizb-ut Tahrir,
İran’ın İslam devleti olmadığını, Anayasasının da İslami bir Anayasa olmadığını
ortaya koyarak “İran Anayasası’nın Tenkidi” başlığı altında bir reddiye
yazmıştır.[1]
Ayrıca devrimde Amerika’nın etkisini ve
sonrasında Amerika-İran ilişkilerini anlamak için Köklü Değişim Medya’nın
çıkardığı dosyayı da inceleyebilirsiniz.[2]
Gannuşi ve En Nahda İslâmcılığı
Tunus’ta Batı merkezli devlet sistemi
içinde dinî esaslara göre siyasî yapılanmaların önü 1988 yılına kadar kapalı
idi. İlk defa 1970’te Zeytûne Camii Üniversitesi hocaları ve öğrencilerinin
faaliyete geçirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i Koruma Derneği bir başlangıç teşkil etti.
Râşid el-Gannûşî önderliğinde 1971’de Tunus Üniversitesi’nde bir caminin
açılmasıyla yeni bir hareket başladı ve el-Cemâatü’l-İslâmiyye adıyla bir
derneğe dönüştü. 19 Eylül 1980 tarihinde Cemâatü’l-İslâmiyye,
Hareketü’l-itticâhi’l-İslâmî adıyla siyasî bir yapılanmaya dönüştü. Ancak
hükümet 21 Aralık günü kurucusu Râşid el-Gannûşî’yi tutukladı ve 5 Ocak 1980’de
serbest bıraktı. Ardından tekrar yakalanıp 1981-1984 yılları arasında hapiste
kaldı. Râşid el-Gannûşî ömür boyu hapis cezasına çarptırıldıysa da Zeynelâbidîn
b. Ali tarafından 1988’de serbest bırakıldı. Aynı yıl ismini Hizbü’n-Nahda
olarak değiştiren hareket 1989’da yapılan genel seçimlerde % 22 oy aldığını
ilân ederken resmî rakamlar bunu % 17 olarak gösterdi. Bu harekete karşı
uygulanan baskı neticesinde önce hapse atılan ve ardından serbest bırakılan
Râşid el-Gannûşî Cezayir’e iltica etti. 1991’e kadar burada kaldı, ardından
Sudan’ın başşehri Hartum’a sığındı ve 1993’te iltica ettiği İngiltere’de 2011
yılına kadar sürgün hayatı yaşadı. (İslam Ansiklopedisi)
Gannuşi, modernist düşünceye sahip Batı
düşüncesine vakıf olan bir siyasal İslamcıdır. Zira Tunus’daki değişimden sonra
İslâmcılığından geriye sadece demokratlığı kalmıştır. Devrimden sonra yaptığı
açıklamalar siyasal İslamcıları oldukça şaşırtmıştır. Ancak Nahda hareketini
dakik bir şekilde tahlil ettiğinizde onun her şeyin karışımı olan bir hareket
olduğunu görebilirsiniz. Bu nedenle de devrim sonrası Tunus arenasındaki siyasi
tabloya bakarak kendilerini “demokrat
Müslümanlar” olarak tanımlamıştır. Ayrıca "siyasal İslam'ı terk ediyoruz, demokratik İslam’a geçiyoruz”
şeklinde açıklamalar yapmaya bile cüret göstermiştir.
Böylece kendisini rejime ve rejimin
kalıntısı partilere şirin göstermeye çalışmakla birlikte Tunus’da bir zihin
değişimi hedeflemek istemiştir. Halk, Nahda’yı birinci parti seçtiği halde
Nahda, uzlaşı hükumeti kurmuştur. Gannuşi, Tunus diktatörü Burgiba’ya övgüler
düzmüştür. Ancak son seçimlerde Müslüman Tunus halkı Nahda’nın bu
politikalarına karşı gereken cevabı vermiş ve seçimlerde başarısız olmuşlardır.
Nahda iktidar olduktan sonra sürekli
“uzlaşı” vurgusu yaptı. Meclisteki Grubu “Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet’in anayasanın kaynaklarından olması gerektiğine dair” kanun
teklifine red oyu verdi. Sivil devlet vurgusunu sürekli öne çıkardı. Gannuşi,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan da hatırladığımız; "Devletin dini olmaz; vatandaşın dini olur" diyerek 1400
yıllık İslam tarihini yalanladı. Yine Nahda, “İsrail ile ilişkileri suç sayan
madde” teklifini onaylamadı. İnançlarından dolayı görevlerinden atılan
memurların göreve getirilmesi gibi konuları hep tavizler vererek erteledi.
Ayrıca gerginliği tırmandırmamak adına önemli bakanlıkları teknokratlara
vermekten daha sonra da bütünüyle çekilerek hükumeti teknokratlara bıraktı.
Bunların hepsi uzlaşı adına ve Gannuşi’nin etkisiyle gerçekleşti.
Oysa halk, devrim yaptığını, diktatörün
kaçtığını, artık özgür olduğunu düşünüyordu. Hayatlarını dine göre düzenlemenin
artık zamanı geldiğini düşünüyorlardı. Nahda’nın bir dönem örgütlemeden
sorumlusu Ali El Ureyyid; “gençler bize
şeriat ilan edelim diyorlar. Biz ise bunu kabul etmedik. Çünkü bu ülkede birçok
farklı görüşte insan var. O yüzden uzlaşı hükumeti kurduk” diyerek devrim
öncesi İslam’ı sadece bir araç olarak kullandıklarını itiraf ediyordu.
Sonuç olarak İslâmcılık, demokrasinin
tozuna, toprağına bulandıkça kendileriyle çelişen, geçmişleriyle çelişen ve
İslâm’la çelişen zikzaklı bir yol çizmiştir. Kimi zaman baskılardan kaynaklı,
kimi zaman “maslahat” adı altında verilen tavizler, ardından daha büyük
tavizleri doğurmuştur. Bu anlayış sahipleri, değiştirmek için girdikleri
parlamento çatısının içerisinde, sistemi değiştiremedikleri gibi aksine onun
ömrünü uzatmışlar ve kendi fikir ve görüşlerini değiştirmişlerdir.
[1] Konuyla
alakalı olarak daha geniş malumat için buradan faydalanabilirsiniz.
http://kalifat.com/fileadmin/user_upload/buecher_tr/iran_anayasinin_tenkidi.pdf
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış