Osmanlı devleti 17.
yüzyıldan itibaren duraklama, 18. yüzyılda Batı karşısında başta askerî, bilim
ve teknoloji alanında gerileme sürecine girmişti. 19. yüzyıl ise Batılılaşmanın
somut adımları olan Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-ı Esasî’nin
(1876) yürürlüğe girmesi ve meşrutiyetin ilanı gibi çeşitli siyasi ve hukuki
değişikliklerin yapıldığı yıllar oldu.
Bu düzenlemeler
Rönesans sonrası Batı’da ortaya çıkmış olan ideoloji ve fikirlerin etkisi ile
yapılmış düzenlemelerdi. Her halükârda büyük çöküşe işaret eden bu durumdan
kurtulmak için Osmanlı ulema ve münevverleri çeşitli arayışlara yönelmişlerdir.
Bu arayışlar, karşısında görece geri kalınmış olan Batı’yı mutlak manada taklit
etme, Türk milliyetçiliğini esas alma ve İslâmi asıllara dönme şeklinde
özetlenebilecek üç farklı eğilim olarak ortaya çıktı. Bu eğilimler sırasıyla
Batılılaşma, Türkçülük ve İslâmcılık şeklinde adlandırılmaktadır. Bu makale
bunlardan üçüncüsü olan İslâmcılık üzerine odaklanacaktır.
İslâmcılık “19 ve 20. yüzyılda,
İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, eğitim)
‘yeniden’ hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslâm
dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten,
taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve
kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikrî
ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden
bir hareket”[1]
olarak tarif edilmektedir.
18. yüzyılın
sonlarında Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda hızla toprak kaybetmesi, İngiliz ve
Fransızların Asya, Afrika ve Ortadoğu’da bazı İslâm beldelerini işgal etmeleri
neticesinde sömürgeci istilaya karşı II. Abdülhamid döneminde İslâm âleminin
ittihadına yönelik devlet politikalarını tanımlayıcı bir kavram olarak
kullanılan İslâmcılık, daha sonra siyasi ve fikrî akımları adlandırmak üzere
kullanılmıştır.
İlk nesil
İslâmcılar içerisinde sayılan isimlerden Afgani, Abduh ve Türkiye’de Şemsettin
Günaltay modernist; Mustafa Sabri Efendi ve Ahmed Naim gibi isimler gelenekçi
damarın temsilcileri olarak görülmektedir.
İkinci nesil
İslâmcılar ise daha çok edebî eserler ve dergiler üzerinden şekillenen
mücadeleleri ile bilinen Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu, Sezai Karakoç ve
Diriliş Hareketi olarak tasnif edilmektedir. Ayrıca Milli Görüş çizgisinde
kurulan partiler de İslâmcılığın siyasi partileşme süreci içinde görülmektedir.
Ayrıca Mısır ve Pakistan başta olmak üzere birçok İslâm beldesinde ortaya
çıkmış olan siyasi veya kültür hareketleri de İslâmcılık hareketi olarak
değerlendirilmektedir.
İslâmcılığın tarihî
köklerini zikredilen bu süreçlerle irtibatlandırmak ne kadar sağlıklıdır. Zira
İslâmcılık, İslâm’ı hayata hâkim kılma çalışması ise bunun köklerini genelde
tüm rasullerin özelde Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in toplumu
değiştirme, İslâm’a davet etme ve İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi ile
irtibatlandırmak daha doğru olur.
Kalkınma ve İslâm’ı
hayata hâkim kılma çalışmasının neden rasullerin mücadelesi ile irtibatlanması
gerektiğini izaha geçmeden önce İslâmcılığın belli başlı özellikleri üzerinde
bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır.
1- Yukarıda
bahsedildiği üzere İslâmcılık akımı Batılılaşmaya karşı proaktif karakteri olan
bir akımdır. Karşısında başarısızlığa uğranılan Batı olduğundan İslâmcılık
düşüncesi sürekli Batı tipi modernleşme istikametinde gelişmiştir. Batı’da
modernleşme geleneksel olandan arınarak gerçekleştiğinden İslâmcılar da içinden
geldikleri geleneği, İslâm coğrafyasının geri kalmışlığından sorumlu tutmaktadırlar.
Bu yönüyle içlerinde farklı düşünenler bulunmakla birlikte İslâmcılar da belli
ölçüde modernisttir. İslâmcıların ilham aldığı Yeni Osmanlılar akımından olan
ve kanunlaştırma faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemlerde Avrupa’dan kanunların
“doğrudan” alınmasına şiddetle karşı çıkan Ali Suavi dahi Avrupa’nın hukukunu
almayalım derken, İslâm hukukunun değişebilme özelliğine sahip oluşuna vurgu
yapıyor, yeni şart ve koşullara uyum sağlaması için hüsün-kubuh meselesinin
itikada inhisar edilmesinin yeterli olacağını ifade ediyordu.[2]
Görüldüğü gibi daha ilk neslinde İslâmcılık bir taraftan Batı karşıtı diğer
taraftan ona uyumlulaştırmak için İslâm’ı yeniden yorumlama çabası içindedir.
Bu, İslâmcılığın en bilinen sloganı ıslahın ne yönde ve tecdidin hangi istikamette
gerçekleşmekte olduğuna dair fikir vermektedir. İsmail Kara’nın deyimiyle
İslâmcılık düşüncesi Batı medeniyetinin hem bir düşman hem de “merci-i taklit”
yani hem mücadele edilmesi hem de takip ve taklit edilmesi gereken bir dünya
olarak görüldüğü bir süreç içinde ortaya çıkmaktadır. Bu özellik İslâmcılık
hareketini tarih boyunca ve bugün de dahil olmak üzere hem siyasi ve fikrî
manada muhalif hem de uyumlu olmaya talip ve hevesli; yani hem modern(ist), hem
dindar-muhafazakâr, hem de dinî olanı siyasi söylem hâlinde sunan bir karaktere
büründürmektedir. Bu sebeple İslâmcılık modern dönemde ortaya konmuş dinin
yeni/modern bir yorumudur.[3]
2-Tanzimat (1839)
ve Islahat (1856) fermanları hukuki ve siyasi açıdan ıslahat alanlarını
devletin yapısına, kurumlarına, milletin tanımına, Hilâfet-Saltanat sisteminden
meşrutine, idareye
ve nihayetinde rejim tartışmalarına uzanacak ölçüde genişletmiştir. Bu
tartışmalarda “hak”, “hürriyet” ve “müsavat” gibi temalar mihvere alınarak bir
ıslah ön görülmüştür. Bugün ise “demokrasi”, “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet”,
“kalkınma”, “serbest piyasa”, “çoğulculuk” gibi temaların bayraklaştırıldığı
görülmektedir. Hâlbuki bunlar her bir ideoloji ve dünya görüşü için farklı
şekillerde anlam ifade eden sübjektif kavramlardır. Bu kavramlar
kullanıldıklarında onu üreten ideolojinin yüklediği sübjektif anlamdan
sıyrılamayacakları için bir başka medeniyetin insanlarının kimlikleri üzerinde
çözücü etki oluştururken ait oldukları ideolojinin hâkimiyet alanını
genişletecek şekilde dönüştürücü bir etki meydana getirirler.
3-Genel kabule göre
İslâmcılık İslâm’ı bir bütün olarak “yeniden” hayata hâkim kılmak uğruna
yapılan fikrî ve ilmî çalışmaların, teklif ve çözümlerin bütünü olarak
tanımlanır. Tam da bu sebeple İslâmcılık bir ideoloji olarak nitelenmeyi hak
etmiyor. “İslâmcılık ideolojisi” dendiğinde ideoloji kavramı “belirli bir kesim
tarafından bayraklaştırılan, ateşli savunucusu olunan düşünce” anlamında
kullanılıyor. Sorun tam da burada düğümleniyor. Şöyle ki tüm hayat sahalarında
var etmek için İslâm’ın ateşli savunucusu olmak ile İslâm’ı ideolojik olarak
benimsemek farklı şeylerdir. Bu bir makalenin sınırlarını aşacak başlı başına bir
konu olduğundan burada sadece şunu ifade etmekle yetineceğiz.
İdeoloji
kendisinden hayata dair tüm düşünce ve çözümlerin türetildiği kapsamlı ve külli
bir fikirdir. Böylesine kapsamlı ve külli bir fikir, ürettiği düşünce ve
çözümlerin uygulama metotlarına da sahiptir. Bu sebeple İslâmcılık bir ideoloji
değildir. Diğer bir ifade ile doktriner anlamda kendi içinde bütünlüğü olan
külli bir düşünceye dayanmamış, teklif ve çözümlerinin hayata geçirilmesi
noktasında doktrine bağlı kalarak izlenen bir metodu olmamıştır. İlk dönemde
daha çok dergi ve mecmualar etrafından İslâm ümmetinin geri kalma sebepleri,
Batı hâkimiyetine ve sömürgeciliğine karşı nasıl durulacağı, birlik ve
bütünlüğünün nasıl sağlanacağı gibi birçok hususta birbirinden farklı ve
dağınık hâlde serdedilmiş düşünce ve ortaya konulmuş çabaların, sonra da
koşulların elvermesi ile siyasi partileşme şeklinde varlığını devam ettirmiş
olan hareketlerin bütününe ad olarak kullanılmaktadır. Yani İslâmcılık İslâm’ı
bir ideoloji olarak benimsemiş değildir. Bu sebeple İslâmcılık İslâm’ı hayatta
var etme çabalarının ortaya konulduğu bütün bu sürece gönderme yapan bir
tanımlamadır.
4-Tanımda geçtiği
üzere İslâmcılık İslâm’ı hayata hâkim kılma mücadelesi ise bu İslâmi bir
otoriteyi, bir devleti zorunlu kılmaktadır. Bu ise siyasi çalışmayı
gerektirmektedir. Bu durumda bireysel ıslah, ahlaki eğitim ve terbiye, ilim,
kültür veya insani yardım faaliyetleri yürüten geleneksel cemaat ve
cemiyetlerin, vakıf ve derneklerin veya sivil toplum kuruluşlarının kısaca
siyasi olmayan yapıların İslâmcılık hareketi kapsamında görülüp görülmeyeceği
sorusu gündeme gelmektedir.
5-Diğer yandan
İslâmcılık akımı içinde görülen ve iktidarı hedefleyen İslâmcı partilerin ise
-yönetici, üye ve destekçilerinin Müslüman olmaları dışında- tüzüklerinin,
iktidara geldiklerinde politikalarının nitelendirildikleri İslâm’a dayanmadığı
görülmektedir. Zira bu siyasi partiler kısmen dahi dini referans almalarını
yasaklı hâle getiren laik düşünce ve mevzuatı benimsemiş partilerdir. Hâl
böyleyken bu partilerin İslâmcı nitelemesini almalarına neden olan şeyin,
sadece yönetici ve destekleyenlerinin Müslüman bireyler olmaları olduğu
açıktır. Oysa partiler tüzel kimliklerdir ve tüzükleri, muhalefette iken
tenkitleri, iktidarda iken icraatları dinden ayrı olduğundan İslâmi parti
olarak nitelenemezler.
Ayrıca ikinci nesil
İslâmcılığın bir türü olarak sahneye çıkmış olan bu partilerin sömürgeye karşı
yine sömürgenin icat ettiği modern ulus devleti referans almaları, kalkınma
için modern devletin iktidarını hedeflemeleri ve hakim kapitalist sistem içinde
kalarak güçlü bir ekonomi var etme idealine sahip olmaları kendileri ve
Müslümanları fasit bir döngü içine hapsetmelerini doğurmuştur.
Örneğin İslâmcılık
akımının temsilciliği payesi yüklenen ve İslâmcılığın en belirgin teması olan “İttihadı
İslâm”ı bayraklaştırmış olan Milli Görüş hareketinin D-8 projesi. Arap Baharı
olarak adlandırılan süreçte Libya, İran, Mısır gibi D-8 üyesi ülkelerin
dünyanın gözleri önünde halklarını nasıl katlettiklerine, diğer bir üye ülke
olan Pakistan’ın terörle mücadele adı altında Amerika’nın İslâm’la savaşında
topraklarını onun hizmetine nasıl sunduğunu, Bangladeş’in Arakanlı Müslümanları
nasıl ölüme terk ettiğine bakılarak Batı’nın inşa ettiği bu ulus devletleri
referans alarak İslâm ümmetinin ittihadını sağlamanın mümkün olmadığı
görülmüştür.
Bugün ise
İslâmcıların büyük bir çoğunluğunun eklemlendiği, yerel ve küresel çapta etkin
ve kadim İslâmcı hareketlerin “model” aldığı AK Parti’nin ise ekonomiden
siyasete, eğitimden uluslararası ilişkilere kadar tamamen kapitalist sistemin
ve onun küresel aygıtlarının kıskacında bir siyaset izlediği görülmektedir.
Sadece Suriye örneğine bakarak bile Müslümanların katili Rusya ile hareket
etmesi, Amerikan koordinatörlüğünde Cenevre, Astana ve Soçi’de siyasi çözüm
arayışları, Çin ile ekonomik ilişkileri hürmetine Doğu Türkistan’daki mezalimi
yok sayması, Avrupa uyum yasaları, İstanbul Sözleşmesi ve cinsiyet eşitliği
gibi toplumsal yozlaşmaya, ahlaki anlamda büyük bir çürümeye neden olan
siyasetlerin hangisi İslâm’la irtibatlandırılabilir?
Görüldüğü üzere
Batılılaşma ve Türkçülük karşıtı bir cereyan olarak ortaya çıkmış olan
İslâmcılık hem Batı’dan hem de Türkçülükten nüveler taşımaktadır. Bu sebeple
aynı sosyo-kültürel ve siyasi koşullarda ortaya çıkmış olan bu üç harekette
yumurta üçüzleridirler. İslâmcı-Batıcı-Türkçü gibi başlarına getirilen eklerle
birbirinden ayrılmakla birlikte ideolojik anlamda Batı karşıtı olmamışlardır.
Bir sistem tartışması ve değişikliği söz konusu olduğunda 1300 yıllık kendi
tarihî tecrübesini görmezden gelerek Amerikan başkanlık modelinin alınması
hususunda AK Parti’nin katalizörlük rolüne, SP’nin ise İngiliz modeli
parlamenter sistemde ısrarcı pozisyonuna ve bu her iki partinin benzer
politikalarını şiddetle savunanların İslâmcılar olduğuna bakarak kastedilen
daha net anlaşılacaktır.
Evet, İslâm’ı
hayatta var etme adına ortaya konulan çabaları deyimlemek üzere kullanılan
anlamıyla bir olgu olarak İslâmcılık vardır, var olmaya da devam edecektir.
Buradaki değerlendirmeler onun ne olduğu, hangi istikamete yöneldiği ve nereye
evrildiği hakkında bir tespit içermektedir. Abdülkadir İlgen’in ifadeleriyle “İslâmcılık
sadece içinde bulunduğu zaman dilimini değil, onun epistemolojik seküler
metafizik dizgesini de evrensel bir sabite olarak her şeyin merkezine koyduğu
için, belli bir dönemde başka bir medeniyet dünyasının tasarladığı duyulara ait
olanın bilgisinden, yine o dünyanın tasarladığı öğrenilmiş kavramlar
vasıtasıyla akla ait olanın dünyasını inşa etmeye çalışır. Burada ne mevcut
olan ne de vücut bulan bize ait inşa ve tasarımlardır. Hepsi de başka bir
evrende üretilmiş, tasarlanmış, öğrenilmiş, inşa edilmiş ve sonradan
oluşturulmuş kavramlar dizgesi, tek kelime ile ısmarlama hazır elbiselerdir.”[4]
Batı evrenine ait
kavramlar, düşünme biçimi ve siyasal tecrübelerinin hasılası olan bu elbiseye
sadece bizim mahallemizde tonları, renkleri ve desenleri İslâm’dan alınmış olan
yeni bir tasarım yapılmıştır. Batı’nın inşa ettiği hukuki ve siyasi koşulları,
uluslararası sistemi veri kabul eden bu yeni tasarımın renkleri ve desenleri
çoğu zaman vakıadan, bazen de tenkit ve itirazları yatıştırmak adına klasik
fıkıhtan tonlar alınarak oluşturuldu. Bu bağlamda daima vahyin
değersizleştirilmesi ve aklın kutsanması ile sonuçlanan klasik “akıl-vahiy
ilişkisi” vb. tartışmalar ile moderniteye uygun teorik çerçeve tasarımı
yapıldı. Elbisenin dar geldiği hâllerde “nassların ruhu” retoriğiyle kapsamı
genişletilen nasslara modernizmin, pragmatizmin, makyevalizmin, kapitalizmin ve
demokrasinin ruhundan üflendi ve ilahi muradın hilafına modern anlamlar
kazandırıldı. “Makasıdü’ş-şeria/şeriatın maksatları” retoriği ile modern çağın
dayattığı koşullar dinin de gözettiği hikmetlermiş gibi sunuldu. Şûra, demokrasi
karşılaştırmalarında olduğu gibi. İslâm’ı hayatta var etme yolunda karşılaşılan
her tür engel ise “tedricilik” ve benzerleri ile İslâmi hareketin metoduna dair
modern bir çerçeve tasarımı yapıldı. “Zamanın ve mekânın değişimi ile ahkâmın
değişimi inkâr olunamaz”, “ehveni şer”, “iki zararın en hafif olanını tercih”,
“âdet muhakkemdir” gibi fıkıh kaideleri bağlamlarından, ilgili zabıt ve
şartlarından soyutlanarak, vahyin sübutu ve delaleti kat'î olan nasslarından
daha evla bir konuma yerleştirildi. Kıyamete kadar açık olduğu söylenen içtihat
kapısı menteşelerini yerinden oynatacak hatta kapıyı yerinden sökecek kadar
açıldı. Böylece kapitalizmin ve demokrasinin ürettiği ve Müslüman bedenine
uymayan bu elbise (tüm koşullar, uluslararası ilişkiler, kanun ve kurallar ve
politikalar) sözüm ona yeni İslâmi referanslarla uygun hâle getirildi.
Şimdilerde bu anomalinin yol açtığı krizlerden nasıl çıkılacağı konuşuluyor.
Bir Referans
Sorunu: Kendi Sürecini Referans Alan İslâmcılık
Öncelikle yukarıda
izah edildiği gibi İslâmcılık İslâm’ı hayata hâkim kılmak için ortaya konulmuş
entelektüel, siyasi, ilmî, kültürel vb. çabaların bütününe verilen bir addır.
Bu da iki yüz yıllık mücadele dönemidir. Yani bir mücadele tarihidir. Tarih ise
şer‘î delillerin kaynaklarından biri değildir. Bırakın İslâmcılığın tarihini,
yani İslâm’ın hayatta olmadığı yeniden hayata döndürülme gayretlerinin olduğu
dönemi, İslâm’ın tüm kurum ve kuruluşları, yönetim sistemi, hukuk ve siyaseti
ile hayatta olduğu dönem dahi şer‘î delillerin kaynağı değildir. Tarih şer‘î
delil değildir. Bu sebeple İslâmi hareketlerin bu dönemi deneyim ve
birikiminden istifade etmek için inceleme konusu etmelerinde bir beis olmamakla
birlikte düşünce ve metotları için kaynak ve referans olarak görmeleri usul
açısından problemlidir. Tarihi şer‘î hükmün kaynağı olarak görmenin neden
problemli olduğunun derin derin izahına, takdir edersiniz ki bu makalenin hacmi
imkân vermemektedir. Konuya ışık tutması açısından şu ayeti kerime ile
yetinelim:
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا
كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Onlar gelip geçmiş
bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız
sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.”[5]
Tanzimat ve Islahat
fermanlarının ilan edildiği süreçlerin ateşli tartışmalarından biri Avrupa’nın
hukukunun ya da genel anlamda Avrupa’dan neyin alınıp alınmayacağı meselesiydi.
İslâm dışı milletlerden neyin alınıp neyin alınmayacağı hususunda Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in örnekliğine bakıldığında hayata dair kurallarla hayatı
kolaylaştıran eşyalar arasında bir ayrım yaptığı görülmektedir. Bir savaş
tekniği olarak hendek kazma uygulamasını Mecusi olan İranlılardan almışken
yaşama biçimine dair hiçbir şeyi almamıştır. Örneğin Hz. Ömer RadiyAllahu
Anh’ın elinde Tevrat’tan sayfalar gördüğünde gösterdiği hiddetli tepki buna
delildir:
لَقَدْ جِئْتُكُمْ بِهَا بَيْضَاءَ نَقِيّةً،
ولَوْ كَانَ مُوسَى حَيّا مَا وَسِعَهُ إِلا اتّباعي
“Kuşkusuz ben size
tertemiz bir sayfa (Kur'an) getirdim. Şayet Musa hayatta olmuş olsaydı bana
tabi olmaktan başka seçeneği olmazdı.”[6]
İslâm’ın hayata
hakim kılınması mücadelesi anlamında İslâmcılık şeriatın yürürlükten
kaldırılması ve Hilâfet’in ilgası sonrasında onu yeniden hayata döndürmek adına
yürütülen çalışmaları ifade ettiğinden bu noktadaki çalışmaların Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’deki
mücadelesi ile irtibatlandırılması daha doğru olur. Bu sebeple:
1-Net Bir Hedef: Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in mücadelesine bakıldığında onun hedefini açık ve net bir
şekilde ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. O Allah’ın hükümlerinin egemen olduğu
bir toplum düzenini hedeflediğini net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yoksa yeri
göğü yaratan, gökten yağmuru indirerek yerden envai çeşit nebatatı bitiren,
yaşatan ve öldüren kısaca zaten Allah’a inanan[7] bir
topluma “O, gökte de yerde de ilahtır. O hüküm ve hikmet sahibidir…”[8],
“Yaratmak da idare etmek de ona aittir.”[9]
vurgusunu ısrarla yapması ne anlam ifade ediyor? Yaratıcı Allah inanışına sahip
bir topluma, yerde de yani pratik yaşamınızda da toplumsal, sosyal, siyasi,
ekonomik ve her türlü ilişkilerinizi düzenlemede de belirleyici Rab ve İlahın
Allah olduğu tasavvurunu zihinlere yerleştirmesi istenmiş bir peygamberin
toplumsal değişim görevinin başında kendisine gönderilen vahyi yürürlüğe
koyabileceği bir kamu otoritesini zorunlu kıldığından habersiz olduğu
düşünülemez. Böyle düşünmek her şeyden önce Rasul’ün kendisine inen vahyin
mefhumunu anlamadığı manasına gelir. Haşa! Rasul de muhatapları da henüz
davetin ilk yıllarından itibaren bunu çok iyi idrak ediyorlardı. Zira Rasul,
Allah’tan bir basiret üzere yani neyi niçin yaptığını bilerek yol alıyordu.[10]
Örneğin Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’nin siyasilerine “Lailahe
ilallallah deyin ki, o sözle Araplara hâkim olursunuz, Arap olmayanlar da size
boyun eğer.” diyordu. Mekke yöneticileri ve bütün Arap kabileleri de bu
sözün vahiy temelli sosyal ve siyasi bir düzen kurmayı içerdiğini idrak
etmişlerdi. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in daveti bir devlet ikame
etmeyi içermemiş olsa İslâm’a davet ettiği kabilelerden Beni Sa’sa’a kabilesi
reislerinden Bahira b. Firas “Eğer biz sana tabi olursak, sonra sen
muhaliflerine galip gelirsen, senden sonra mülk/otorite bizim olur mu?”
sorusunu sormasının anlamı nedir? Sonra buna cevaben Rasul SallAllahu Aleyhi
ve Sellem “Siz beni yanlış anladınız, ben mülk peşinde değilim.”
şeklinde bir düzeltme yapmamış aksine ümmete ait olan otoritenin aralarında
pazarlık konusu olamayacağı manasında “Mülkü Allah’ın dilediğine
vereceğini” ifade etmiştir. Bunun üzerine Firas’ın: “Biz
göğüslerimizi senin için Araplara hedef kılacağız, Allah seni galip
getirdiğinde idare bizden başkasının elinde mi olacak? O hâlde senin durumun
bizi ilgilendirmez.” [11]
demesi muhataplarının da net bir şekilde bu hedefi bildiklerini göstermektedir.
2-Özgün Bir Metot: Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in siyasi otoritesini mevcut cahiliyye düzeneği içinde
kurmayı hedeflemiyordu. Onu referans almıyordu. Hatta Mekke’de iktidar
sahiplerini, mevcut koşullar içerisinde iktidarı paylaşma veya tümden kendisine
teslim etme teklifini ilettiklerinde O “Güneşi sağ elime, ayı sol elime
verseniz yine de yolumdan dönmeyeceğim. Ya Allah dinini tamamlar ya da ben bu
uğurda helak olurum/ölürüm.”[12]
diyerek dinin tamamlanması hatta -ilgili diğer ayetler göz önünde
bulundurulduğunda- diğer bütün dinlere egemen kılınması[13]
gibi hedefinin Mekke ile de sınırlı olmadığı mesajını veriyordu. Hem de bu
mesajı muhataplarını öylesine aciz bırakan bir üslupta iletiyordu ki adeta
şöyle diyordu: “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verebilir misiniz? Hâlbuki
ben bu daveti, dilediğinde bunları elime verebilecek kudrete sahip olandan
alıyorum! Şimdi siz söyleyin, ben bundan vaz geçebilir miyim!?” Bu ne kadar
güçlü bir üsluptur Allah aşkına! Muhatapların bir daha benzer bir teklifle
gelmelerinin önünü kapatacak keskinlikte bir üslup.
İslâmcılık Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in mücadelesi ile irtibatlandırılmış olsa İslâm’ın modern
ulus devlet kalıpları içinde hayata geçirilemeyeceğini, hatta böyle bir
tecrübenin projeyi başarısızlıkla sonuçlandırmak için tertiplenmiş kontratak
olduğunu görmek mümkün olurdu. Allah doğrusunu bilir, belki de Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in yukarıda dikkat çekildiği şekliyle sert bir üslupla bu
meyandaki tekliflerin önünü almasının nedeni budur. Ancak öyle bir siyer
anlatım dili var ki klasik anlatıda bu hadise sadece Rasul SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in yiğitliğine yorumlanıyor. Hâlbuki ondan daha büyük, önemli ve
ibret alınması gereken husus bir İslâm toplumunu var etme noktasında yine
İslam’ın kendine özgü metodunu koruma adına verilmiş titiz bir siyasi tepki
olmasıdır.
3-Seçkin Bir Tema: Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem hâkim cahili düşüncenin temalarını da kullanmamıştır.
Örneğin kabilecilik asabiyetinin güçlü olduğu Mekke toplumunda, dedesi
Abdülmuttalib’in Kâbe’nin efendisi olduğu, hayattayken iki amcasının bizzat
Mekke yönetici sınıfı içinde bulunduğu dikkate alındığında soylu ve seçkin bir
kabileden geldiği anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen pragmatist davranarak
hedefine ulaşmak için kabilecilik gibi batıl hiçbir temayı daveti içinde
kullanmamıştır.
4-Sınırlandırılmış
Bir Metot:
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in mücadelesine bakıldığında metodunu
fikrî ve siyasi mücadele ile sınırlandırdığı görülmektedir. İnsanların hayat tasavvurunu belirleyen
cahiliye düşüncesi,[14]
toplumsal ilişkileri biçimlendiren modern dönemde hukukun işlevini gören
cahiliye örfü,[15]
ekonomik çarpıklıklar,[16]
genel sosyo-kültürel ortamın ürettiği sorunlar[17] ve
topluma hâkim her tür batıl fikir tartışmaya açılarak tutarsızlıkları ifşa
ediliyordu. Ve en önemlisi de bütün bu fasit düzeneği yürütme makamında
bulunanlar şiddetle eleştiriliyordu.[18]
Fakat İslâmcılık mücadelesinin bunun tam tersine olmak üzere siyaset-yönetim
sistemlerinden ekonomik sistemlere, aile ve sosyal hayatı tanzim eden
düzenlemelerden uluslararası sisteme kadar kapitalist ideolojinin ürünü olan
her tür Batı düşünce ve pratiği ile İslâm’ı uyumlulaştırma şeklinde seyreden
bir karakterinin olduğu görülüyor. Demokrasi-şûra, başkanlık sistemi veya
mevcut ulus devletleri veri kabul ederek bunları bir üst çatıda birleştiren
Avrupa Birliği-Hilâfet uyumlulaştırmasında olduğu gibi. Mevcut durum dominant
kabul edilerek İslâm’la uyumlulaştırıldığında değişen mevcut durum değil,
onunla uyumlu hâle getirilen İslâm oluyor. Tamamen bu sebeple Rabbimiz hakla
batılı karıştırmamamız, batıla hak elbisesi giydirmememizi[19] bilakis hakkı (İslâmi fikirleri) batılın
beynine çalıp onu ortadan kaldırmamızı emrediyor.[20] Bu
hakla batıl arasında esas olanın uyumlaştırma değil, hesaplaşma olması
gerektiğini ifade eder. Hesaplaşma öncelikle düşüncelerin ayrıştırılması ile
başlar. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu ayrıştırmayı titizlikle
yaptığına dair şu örnek son derece manidardır. Bir gün çöl kumunun üzerine
düzgün bir çizgi çizerek şöyle söyler. “İşte bu, benim dosdoğru yolum.
Artık ona uyun.” yanlarına birtakım çizgiler çizerek, “Bu yolların
her birinin başında şeytan vardır. Başka yollara uymayın. Yoksa sizi O'nun
yolundan saptırırlar.”[21]
Allah Rasulü’nün, başında şeytan vardır, sizi Allah’ın yolundan saptırır dediği
yollar putperestlik başta olmak üzere İslâm akidesine aykırı tüm düşünce, duygu
ve hukuk namına cahilî örfi uygulamalardı. Benzer şekilde bugünün İslâmcıları beşerî ideoloji, fikir ve
sistemlerle İslâm’ın arasına kırmızıçizgiler çizmeleri, İslâm’la uyumlaştırma
gayretine girmeden aksine tutarsızlıklarını ve toplumun sorunlarına çözüm
olamayacağını esastan tartışmaya açmaları gerekir. Aksi takdirde bu, iflas
etmiş olan kapitalizm çökerken kendisi ile birlikte siyasal İslâm’ın iflasını
ilan etmek için İslâmcıları da içine çektiği bir tuzağa dönüşür.
5-Ne Anarşizm Ne De
Uyumlaştırma:
Bu tartışma elbette insanları ikna edecek nitelikte fikrî ve siyasi düzlemde
olmalıdır. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Rabbi’nin yoluna hikmetle
çağırmıştır.[22]
İslâm toplumunu var etme mücadelesine kaba, kuvveti asla bulaştırmamıştır.
Kendisi başta olmak üzere Ashabına yönelik tahkir, tezyif ve teklifler
karşısında ve bazılarının ölümü ile sonuçlanan ağır işkencelere rağmen şiddete
yönelmemiştir. Habbab RadiyAllahu Anh örneğinde olduğu gibi.[23]
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’tan yardım istemesi için gelen Ashabına
geçmiş ümmetlerin yaşadıklarından öyle bir kesit hatırlatarak uyarıda bulunuyor
ki demir taraklarla etlerin kemiklerinden ayrılma hâli… tasavvur ediniz. Diğer
bir örnek İkinci Akabe biatı sonrasında yaşanmıştır. Rasul SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in Medinelilerle yaptığı görüşme hakkında Mekke müşrikleri
yaygara kopardıklarında Ensar’ın “Dilersen onları kılıçtan geçiririz.”
şeklindeki tekliflerine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Henüz
bununla emrolunmadık.”[24] cevabını veriyor. Rasullerinin bir emri ile
her biri dini ve davası uğrunda canlarını feda edebilecek bir imana sahip
olmalarına ve alabildiğine geniş sahra vur-kaç taktiği için son derece müsait
olmasına rağmen Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu yolu seçmiyor. Zira
değişim düşünen, duygu sahibi ve aralarında daimî ilişkiler olan insan
toplumunun değişimidir. Topluma hâkim olan düşünce, duygu ve ilişkileri
düzenleyen sistemler ise kamuoyuna hâkim kanaatlerin değişimi ile değişir.
Kamuoyu ne kaba kuvvetle, sansasyonel eylemlerle ne kapitalist ideolojinin
ürünü olan demokratik düşünceler, amaçlara ulaşmak için araçları meşru sayan
makyavelist ve menfaatçi duygularla ne de ilişkileri düzenleyen mevcut
sistemlerin İslâm’la uyumlaştırılması ile değişecektir. Birinci Batı’nın,
insanlığın yegâne umudu hâlini almış olan İslâm’ı şeytanlaştırmak, provoke
etmek ve işgal gerekçesi oluşturarak ümmetin çabalarını heba edeceği kullanışlı
bir araca dönüşürken ikincisi ise çürümüş kapitalizmin, hassaten İslâm
beldelerinde ömrünü uzatmak ve çöküşünü ötelemek için kullanışlı bir makyaj
işlevi görmektedir. Vesselam..
[1] İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık
Düşüncesi 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 21.
[2] Mehmet Akif Aydın, DİA, İslâmcılık,
XXIII, 68.
[3] İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık
Düşüncesi ve Hareketleri Sempozyumu Tebliğleri, Zeytinburnu Belediyesi,
İstanbul, 2013, s. 17, 18.
[4] Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, “Bir Modern
Çağ Tasarımı Olarak İslamcılık”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı, 209,
Nisan-2014, s. 6.
[5]
Bakara, 141
[6] İbn Hanbel, Müsned, Hds. 718.
[7] Lokman: 31/25. Ankebut: 29/63. Zühruf:
43/87
[8] Zühruf: 43/84
[9] Araf: 7/54
[10] Yusuf: 12/108
[11] M. Yusuf Kandehlevi. Hayatu’s-Sahabe,
I/81
[12] Hüseyin Algül/İslam Tarihi: 1/231
[13] Tevbe: 9/33
[14] Enbiya: 21/18; Mumtehine: 60/4.
[15] Tekvir, 81/ 8, 9; Nahl, 16/58, 59; Hucurat, 49/13; İsra, 17/31.
[16] Mutaffifin, 38/1-3; Rum, 30/39;
Kureyş: 106/1-4
[17] Hadid: 57/20; Hucurat: 47/13; Maun: 107/1-7
[18] Ahzap: 33/67; Bakara. 2/166; Müddessir: 74/18-25; Kalem: 68/10-15; Kalem: 68/16;
Müddessir: 74/11-26; Tebbet: 111/1-5;
Enam: 6/123; Enam: 6/124.
[19] Bakara, 2/42.
[20] Enbiya: 21/18
[21] Enam, 6/153
[22] Nahl, 16/125
[23] M. Yusuf Kandehlevi. Hayatu’s-Sahabe, c.1
s. 284
[24] İbn Hanbel, III, 461
Yorumlar