Avrupa’ya en
karanlık dönemini yaşatan Orta Çağ kilisesinin, monarkların ve baronların keyfi
ve ayrımcı uygulamaları toplumda bir sarsıntı meydana getirdi. Endüljanslarla
cennetten tapu satan kiliseye karşı “reform” (ıslah/yeniden şekillendirme)
düşünceleri yayılmaya başladı. Kilisenin yönetim üzerindeki etkilerini kaldırma
düşünceleriyle seküler/laik fikirler yaygınlaştı. İngiltere’de ayaklanmalar ve
iç savaşlar neticesinde (1642-1651) “Meşruti Monarşi/Parlamenter Krallık”
yönetim modelinin üretilmesiyle halkın tepkileri durgunlaşmış oldu. Kara
Avrupası tarafı ise monarşiden kurtulana kadar sakinleşmedi. Kara Avrupası
tarafında meydana gelen depremin etkisi İngiltere’deki gibi siyasi ve hukuki
zeminde kalmayıp fikir dünyasında daha derin, daha yaygın ve daha uzun süren
bir etki meydana getirmiştir. Bu dönemin ürettiği fikirlere topluca modernist
fikirler denebilir. Dinin daha etkin olduğu skolastik dönemden hümanizm ve demokrasi
kavramlarının öncülüğünde gelişen sekülerizm, modernizmin ürettiği temel
fikirlerdir. Son iki yüzyılda modernizm akımı sömürgecilik saldırıları ile İslâm
coğrafyası dâhil tüm dünya kültürlerini etkisi altına almıştır. Müslümanların
da zihin dünyasında, hayata bakış açısında ve temel kavramlarında tahribatlara
yol açan bu akım Batı tarafından kaçınılmaz bir sonuç gibi pazarlanıyor.
Modernizm
İlk olarak 5. yüzyılda
kullanıldığı bilinen modernus kelimesi geçmiş pagan kültürlerine karşı
Hristiyanlığın çağdaşlığını ifade ediyordu. Bu
anlamıyla İslâm’ın da putperest Arap coğrafyasını modernize ettiği
söylenebilir. Kelimenin günümüzdeki anlamını alması ise 17. yüzyılda Batı’nın
“Aydınlanma Çağı” dediği dönemde olmuştur. Bu dönemden sonra modernizm çağdaş
olan, yeni-güncel olan, geçmişe ve geleneğe karşı olan anlamında kullanılmaya
başlanmıştır.
Modernizm Batı’da
dejenerasyona uğramış din, siyaset ve sosyal düzene karşı aydın kesimin öncülük
ettiği bir akımdır. Felsefe, siyaset, kültür, sanat ve fikir dünyasını
etkileyen bu akım kilisenin, kralların ve soylu kesimin hâkimiyetine karşı halkın egemenliği ve seçim hakkını,
dayatılan dogmalara karşı fikir
hürriyetini, din adamlarının tasallutuna karşı bireysel özgürlükleri ve din
hürriyetini, feodal toprak ağalarının tekeline karşı mülkiyet hürriyeti ve ticaret serbestliği/liberalizm fikirlerini
üretmiştir. Demokrasi, milliyetçilik, ferdiyetçilik, eşitlik, adalet gibi
kavramlar da bu akımın mottoları hâline gelmiştir. Ruhban kesimine tepki olarak
üretilen sekülerizm-laiklik dinin dünya üzerindeki etkisini tamamen yalıtan
maddeci/materyalist düşüncenin ürünüydü. Bu materyalist bakışla ticaret
vasıtalarının çoğalması hayata menfaatçi/pragmatist gözle bakma sonucunu
doğurdu. Aklı, bilgiyi ve bilimi kutsallaştıran rasyonalizm, Sanayi Devrimi ile
birlikte teknolojiyi modernizmin sembolü hâline getirdi.
İlahi olan yerine beşerî
olanı ve bireyi yerleştiren bu anlayış 1789’da “İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi”ni üretmiş ve evrensel haklar olarak dünyaya pazarlamıştır. 17
maddeden oluşan bu bildiri “Özgürlük, eşitlik, ortak fayda, mülkiyet,
güvenlik, direnme hakkı, egemenliğin ulusa verilmesi, yurttaşların yasama
hakkı, inanç hürriyeti, vergi kullanımından hesap sorma hakkı, mülkiyet
hakkının kutsallığı” gibi maddelerden oluşur.
Modernizmin
başlangıcı ve tanımı hakkında farklı yaklaşımlar olsa da Avrupa’nın aydınlanma
çağı dediği dönemde filizlendiği genel bir kabuldür. Bu çağın öncüleri olarak
Descartes, Bacon ve Spinoza öne çıkar. Diğer etkin isimler arasında John Locke,
Leibniz, Berkeley, Voltaire, Montesquieu, David Hume, Rousseau, Diderot,
d’Alambert, Adam Smith, Kant ve Beccaria sayılabilir. Bu akımın ortak yönlerini
akılcılık, din ve metafizik karşıtlığı, bilimcilik, ilerlemecilik, liberalizm, materyalizm,
etik ve ahlaka gelenekten farklı yaklaşımlar, ferdiyetçilik, hazcılık, özgürlükler,
sivil toplum anlayışı oluşturuyordu.
Bu kesimin fikir ve
inançlarının zaman zaman değişime uğradığı gözlenir. Örneğin Rousseau, Comte ve
Marx’ın göklere çıkardığı Diderot önceleri Voltaire’in deist anlayışına
sahipken daha sonraları materyalist ve ateist anlayışa kaymıştır. Kalvinist
John Locke’dan çok etkilenen Rousseau bir dönem Roma Katolikliğine geçmiş sonra
tekrar kalvinizme dönüş yapmıştır. Bunlara rağmen modernistler siyasi görüşleri
olan demokrasi, özgürlükler, cumhuriyet ve sekülarizm konularında ortaktır.
Batı düşüncesi ve
hayat tarzını şekillendiren bu fikirler bir açıdan onlar için uygun
sayılabilir. Zira taklit ve vicdan temelli Hristiyanlık hayat hakkında ilahi
hükümlerden de yoksundur. Bozulmuş bir din ve din adamlarına karşı gelişen bu
fikirler hakikati arayıştan uzak, vakıacı ve tepkiseldir. Sağlıklı bir akletme
metoduyla hayatı ve dinleri inceleyen insan; Allah’ı, hayatın her sahasına
fıtrata uygun çözümler getiren İslâm’ı ve korunmuş olan Kur’an’ı bulur.
Modernistlerin
geleneğe/eskiye karşı tavır almalarının temelinde aydınlanmacıların progresivizm/ilerlemecilik
anlayışı ve Hegel’in diyalektik/materyalist tarih anlayışı gözlenebilir. Bu
anlayışa göre hayat hep bir gelişim ve ilerleme içindedir. Geçmiş her yönüyle
kötü, demode olandır. Tarihi serüven, toplumları ilkellikten kölelik toplumuna,
oradan feodal yapıya, sonra kapitalist toplum düzeyine yükseltmiştir. Marks
gibi modern sosyalistlere göre ise toplumlar kapitalizmden sosyalizme
evrimleşirler. Bunda insan bilincinin hiç etkisi yoktur ve tabiat doğal yollarla
bunu gerçekleştirir. Modernistlere göre yeni olan hep daha iyidir. Çünkü
insanlık her yeni gelişmeyle eskiden daha iyi bir konuma evrimleşir. Bu yüzden
geçmiş ve geleneksel olan yanlıştır, kötüdür.
Günümüz dünyasını
objektif gözle okumak bu düşünceyi çürütmek için yeterlidir. Toplum ne önceki
durumundan daha üstündür ne de öngörülen evrim(!) gerçekleşmiştir. Komünizm ve
sosyalizm yıkılmış geriye vahşi kapitalizm kalmıştır. Tek kutuplu/ünipolar kapitalist
sistem her açıdan hayatı daha dibe batırmaktadır. Gelir dağılımı dengesizliği,
madenler ve sömürü uğruna yapılan katliamlar, insan ve hayvan soykırımları,
ahlaki yozlaşma, çevre kirliliği arttıkça artmaktadır. Gelenek düşmanlığının
arka planında dinlerle yüzleşme ve dinin hayattan uzaklaştırılması mücadelesinin
de etkisi büyüktür.
Modernistlerin akıl
ve bilgiye bakışları hatalıdır. Akletme/tefekkürün doğru tanımı duyu organları
ile vakıanın beyne iletilmesi sonrası öncül bilgiler kullanılarak yargıya
ulaşmaktır. Aydınlanmacı filozofların kutsadıkları bilimsel düşünme metodunda
ise ön bilgiye yer yoktur. Kant ile yaygınlaşan “A Priori” kavramı deneyden
önce sahip olunan ön bilgilerdir ve kesinlikle geçerliliği yoktur. Modernist
düşünürlere göre tek geçerli bilgi türü “A Posteriori” olandır yani deney ve
gözlemden sonra ulaşılan bilgidir. Dinsel konular ile ölüm ve hayatın
başlangıcı, tanrının varlığı, evrenin yapısı gibi metafiziksel savları A priori
kategorisine dahil ederler. A prioriyi ön yargı olarak kabul eder ve aklın
gözleyemediği şeyleri açıklamak için sığındığı bir alan olarak görürler. Hâlbuki
akıl veri olmadan çalışmaz. İlk bilgiyi reddetme ön kabulünden kaynaklanan bu
metodun kendisi önyargıya dayanır.
Aydınlanma dönemi
öncülerinin çoğunda gözlenen agnostisizm/bilinemezcilik düşüncesinin sekülarizmin
temelini hazırladığı söylenebilir. David Hume ve Kant gibi agnostiklere göre yaratıcının
varlığı aklen ne ispat edilebilir ne de inkâr edilebilir. Yaratıcıyı hayattan
uzaklaştırınca kanun koyacak merci olarak geriye insan kalmaktadır. Yasamayı ve
egemenliği insana teslim eden demokrasi ve cumhuriyet de bunun sonucudur.
Günümüzdeki anlamı Montesquieu ile şekillenen cumhuriyet yönetimi halkın
temsilcileri vasıtasıyla kendi kendisini yönetmesi esasına dayanır. Bu yönetim
teorisi hayatta uygulanabilirliği olmayan bir düşünceye dayanır. Halkın seçtiği
temsilciler yönetme işini yaparken halkın görüşlerini sormaz. Çok tepki
gördüklerinde belli konularda referandum yaparlar ki bu spesifik uygulama
halkın yönetimde söz sahibi olduğundan bahsetmek için yeterli değildir. Sonuç
olarak halkın egemenliği fikri bir algı yanıltmacası, bir çeşit simülakrdır.
Postmodernizm
Postmodernizm, modenizme
tepki olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tepkisel bir akımdır.
Bütün dünyaya ideal olarak sunulan Batı kaynaklı kapitalist ekonomi ve siyasi
modeller, zaman içinde deşifre olmuş ve insanların bu modellere olan güveni
sarsılmış; demokrasi ve insan hakları konusundaki çifte standartçı tutum açığa
çıkmış; yoğun bilgi bombardımanı ve hızla gelişen teknoloji insanı esir almış;
kontrolsüz sanayileşme pek çok çevre problemine sebep olmuş ve dünyayı yaşanmaz
hâle getirmiş; devletler arası silahlanma yarışı global bir tehdit hâline
gelmiş ve kasaları boşaltmış, sonunda da insanlığın sonu olabilecek nükleer
tehdide zemin hazırlanmış; her şeyi standardize etme çabası hayatı
monotonlaştırmış ve teknolojinin despotluğuna yol açmış; insanın kapitalist
ekonomi veya sermayenin kölesi durumuna düşürülmesi üzerine şahsi hürriyetler
daralmış; aşırı bireyselcilik insanı kalabalıklar içinde yalnızlığa itmiş;
mahalli değerler, küreselleşme ile evrensel değerlerin hücumuna uğramış;
pragmatizm (faydacılık), bütün değerlerin üstünde tutulup diğer değerlerin
ölçüsü ve belirleyicisi hâline getirilmiş; madde ilahlaştırılırken mana ve ruh
yok sayılmış; akıl, pragmatizmin aracı yapılmıştır. Böylece insan yabancılaşma,
yalnızlaşma, tatminsizlik, güvensizlik, inançsızlık bunalımları içinde ne olduğu,
ne olması gerektiği soruları arasında bir kimlik krizine düşmüştür. Postmodernizm,
aydınlanma, rasyonalizm, pozitivizm, idealizm, rasyonellik, özgürlük, evrensellik,
kapitalizm, komünizm gibi büyük anlatılar beklenen sonuçları üretemeyince
bunların zıtlarını savunan bir akım olarak ortaya çıktı.
Sonrası, ötesi
anlamlarına gelen “post” ekiyle oluşturulan postmodernizm tam anlamıyla modernizmden
bir kopuş olmaktan çok modernizmin devamı ve tashihi olarak da görülebilir.
Jean-François Lyotard, Gilles Deleuze, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean
Baudrillard, Richard Rorty, Fredric Jameson, Douglas Kellner, Gianni Vattimo
gibi yazar ve düşünürler büyük paradigmaların çöktüğünü, artık bunların terk
edilmeleri gerektiğini dillendirirler.
Din karşıtlığı
yerine dinî olanı, maddiyat yerine maneviyatı, mantık yerine mantıksızlığı,
ciddiyet yerine alaycılığı, rasyonel olan yerine irrasyonel olanı, ulusalcılık
yerine çoğulculuğu, amaç yerine eğlenceyi, hiyerarşi yerine anarşiyi,
bütünleştirme yerine yapıbozumu, derinlik yerine yüzeyselliği, tanımlamalar
yerine belirsizliği koyarlar.
Bunların yanında
evrensel doğrular yoktur, görecelilik/izafiyet/rölativizm vardır, kişi sayısı
kadar gerçeklik ve anlam vardır anlayışı, geçmişle bağları koparmak yerine
bağlamak yaklaşımı, her alanda kural, düzen, ilke, yasa, âdetlere karşı bozucu,
ihlal edici bir tavır sergilemek, sentez ve bütünleşmenin yerine parçayı veya
parçalamayı ikame etmek gibi eğilimleri de göze çarpar.
Postmodernizm
konusu ülkemizde genellikle İslâmcılıkla beraber gündeme gelir. Modernizmin din
ve maneviyat düşmanlığına karşı postmodernizmin dinleri olumlaması ve
maneviyatı ön plana çıkarması İslâmi kesimin ilgisini çekmiştir. Şunu gözden
kaçırmamalıyız ki postmodernistlerin bu yaklaşımı doğruyu arayıştan çok
doğruları çoğaltma çabasıdır, modernizmin meydana getirdiği çöküntüyü telafi
arayışıdır. Tefekkür ve derin bakış sonucu değildir. Batı’dan maneviyata göz
kırpan bir yaklaşımın çıkması onların kendi çarpıklıklarından bir kaçış
yoludur. Bunun Müslüman için özenilecek bir tarafı olamaz.
Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkisi
Batı bilim ve
teknolojide ilerlerken Doğu’nun geri kalmışlığı Müslümanlar arasında bir
arayışa yol açtı. Avrupa’nın sömürgeleri üzerinden zenginleşmesini gözleyen bir
kesim Batı hayranı geleneğe karşı çıkmadan terakkinin mümkün olamayacağı
anlayışına kapıldı. Müslümanların mezhep taklitçiliğini körlük olarak gören bu
kesim kurtuluş yolunu körü körüne Batılı yaşam tarzını taklit etmekte buldu.
Nitekim muasır medeniyetler seviyesine çıkmaya çalışırken Batı’nın
teknolojisiyle beraber değerlerini ve hayat görüşlerini de transfer ettik.
1800’lü yılların
ortalarında kimisi ıslah/reform yanlısı, kimisi tam Batı hayranı olan kişi ve
hareketler sayesinde Müslümanlar arasında modernist fikirler yaygınlaşmaya
başladı. Hepsi farklı gerekçelerle ve farklı tonlarda bu fikirleri
Müslümanların geri kalmışlığına çözüm olarak ileri sürmüşler ve düşüncelerinin
yayılması için gerek bireysel gerek teşkilatlı mücadeleler vermişlerdir.
Bunların öncüleri olarak Ceditçi hareketinin lideri Gaspıralı İsmail,
Fazlurrahman, “modern Pakistan”ın fikir babası sayılan Muhammed İkbal, menar
ekolünü başlatan Muhammed Abduh, Reşit Rıza, menar ekolünün etkisinde kalan
Hasan el Benna ve Mehmet Akif sayılabilir. Modernistlerin genel karakteristiği
olan gelenek karşıtlığına sahip olmayan, bilakis muhafazakâr olarak
tanımlanabilecek ama modernizmin getirdiği cumhuriyet, demokrasi, milliyetçilik
gibi kavramlardan etkilenen bir kesimden daha bahsedilebilir ki bazıları Said
Nursi, Ali Şeriati, Necip Fazıl, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’tur. İslâmi
referanslara gönderme yapan bu grubun dışında tam Batı hayranı olan ıslahatçı
ve tanzimatçı paşalar, İttihat Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler modernist fikirlerin
İslâm beldelerindeki öncüleri olarak öne çıkar.
Günümüz
modernistlerine Hasan el Benna’nın yakın zamanda vefat eden kardeşi Cemal el
Benna, Hasan el Benna’nın damadı ve diplomatı Said Ramazan ve onun oğlu Tarık
Ramazan, Muhammet Tahir'ül Kadri, Mustafa İslamoğlu’nu eklemek lazım.
Demokratik yöntemlerle İslâmi yönetime ulaşılacağı düşüncesine evrilen eski İslâmcılardan
AK Parti ve Refah çizgisi de modernist gruba dâhil edilebilir.
Modernizmin
Müslümanlar üzerindeki etkisini birkaç ana başlıkta özetleyebiliriz.
İnsana, Topluma ve Akla Bakış
Avrupa modernizminin
insana bakışı materyalist ve seküler bir bakıştır ve insanı sadece maddeden
ibaret görür. İnsanı sadece bir üretim ve tüketim aracına indirgeyen bu anlayış
manevi ve ruhi yönü reddeder. Sınırsız içgüdülerden oluşan insan bu
ihtiyaçlarını tatmin etmek için daha çok üretmek zorundadır. Modern kapitalist
teoriler ekonomik dengenin sağlanması için tüketimi teşvik etmeyi öngörür.
Hâlbuki insan biyolojik varlığı ile beraber akla, sınırlı içgüdülere ve uzvi
ihtiyaçlara sahiptir. İnsanı ve mahlûkatı meydana getiren her şeyde olduğu gibi
içgüdüler de sınırlıdır. Sınırlı olan bu içgüdü ve uzvi ihtiyaçları tatmin
etmenin yolunu ise sınırlı olan beşer aklı ortaya koymaktan acizdir.
Kapitalizmin zirve yaptığı şu günlerde çağdaş ekonomilerin dünyayı sürüklediği
çözümsüz krizler, borca ve sanal değerlere dayalı balon ekonomiler bunun en
canlı şahitleridir. İnsanı ve kâinatı her yönüyle kuşatma konusunda yetersiz
olan insan aklının ortaya koyduğu çözümler ekonomide, hukukta ve hayatın diğer
sahalarında kaostan ve zulümden başka bir şey üretemez. Bu yüzden hayatta hâkim
olması gereken iktisadi, siyasi ve içtimai düzen insanüstü/insan ötesi olmak
zorundadır. Toplum insanların aralarındaki sürekli ilişkilerin belirleyici
unsuru olan fikirler ve duyguların yanı sıra üzerlerine tatbik edilen nizamdan
müteşekkildir. Halkı Müslüman olsa da İslâm dışı fikirler taşıyan ve İslâm dışı
nizamlara sahip toplumların İslâm toplumu olarak değerlendirilmesi mümkün
değildir.
Müslüman
modernistler ruhi yönünü kabul ettikleri hâlde insanı kapitalist ideolojinin
ortaya koyduğu ferdiyetçi bakışla ele alırlar. İslâm’ın zaman ve mekânla
sınırlandırmadan ortaya koyduğu iktisadi, hukuki ve siyasi nizamları “eski” ve
pratik olmayan hükümler olarak görülürler. Pozitivizmin ve rasyonalizmin
etkisiyle aklı kutsallaştırıp vahyin üstüne çıkarırlar. Kur’an ise aklın, idrak
edebildiği alan olan mahsusât (hissedilebilenler) ve makulât (akledilebilenler)
kapsamında kullanılması gerektiğini, hayır ve şer konularını belirleme konusunu
ise ilahi iradeye teslim etmesi gerektiğini söyler:
اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِ
“Hüküm ancak Allah’ındır.”[1]
İçtihat kapılarının
açılmasını modernistler aklı teşrî (hüküm koyma) makamına koyarlar. Elbette
içtihat kapıları hiç kapanmamalıydı ama aklı kullanırken sınırlarını doğru
tespit etmezsek akıl haddini aşmış olur. Akıl-vahiy ilişkisinde aklın
fonksiyonu hükmü icat etmek değil nassı (ikisi de vahiy olan Kur’an ve Sünnet’i)
anlamaktır. Fıkıh vakıayı kavramak ve hakkındaki hükmü nasstan çıkartmak
işidir.
Değerler, Hümanizm ve Üstünlük Anlayışı
Batı modernizminin
değer olarak gördüğü tek şey maddedir. Bu bakış açısı hayata
pragmatist/menfaatçi/çıkarcı, oportünist/fırsatçı gözle bakmayı beraberinde
getirmiştir. Modernist Müslümanlar, milli menfaatler hatta İslâm’ın menfaati
gerekçeleriyle İslâm çerçevesi dışına çıkmaktan rahatsızlık duymazlar. “Gaye
vasıtayı meşru kılar” bahaneleriyle Makyavelist düşünceler meşru görülür.
Sanki İslâm hükümlerin infazı için bir metot belirlememiş ve insanı başıboş
bırakmış gibi. Hâlbuki İslâm hem hükümler vaz etmiş hem de her hükmün uygulama
metodunu ortaya koymuştur ve bu metot hükümden ayrılmaz bir parçadır. İnsanın
elde etmek için çaba sarf ettiği değerler ise maddi değerlerle sınırlı değildir.
Değerler merdiveninde insani, ahlaki ve ruhi kıymetler de bulunur. Bazen ahlaki
veya ruhi kıymet uğruna maddi değerler feda edilmelidir ki şehadetin övülmesi
bunun en güçlü örneğidir.
Batı’nın
propagandasını yaptığı evrensel adalet, evrensel ahlak gibi kavramlar gerçek
adalet ve ahlakın yakınından bile geçemez. Liberalizmin sağlayacağı adalet
gelir dağılımındaki dengesizlikten, cinsiyet eşitliği ve eşcinselliğin
getireceği ahlak toplumu ifsat edip aileyi yıkmaktan başka ne sağlar!? Kadın
hakları kadını bir tüketim malzemesi ve objeye çevirmiş, hayvan hakları ve
çevrecilik canlılara ve doğaya yapılan katliamın maskesi olmuştur. Tıpkı
silahsızlanmanın silah tekeli oluşturduğu ve evrensel barış söyleminin
sömürgeciliğe kılıf olduğu gibi.
Üstünlüğün nerede aranacağı
konusunda da modernistler Kur’an ve vahiy ekseninden sapmışlar; üstünlüğü
çağdaşlaşma ve Batı’nın empoze ettiği hümanist değerlerde arama gafletine
düşmüşlerdir. Batı’nın hümanizm dediği ne insancılıktır ne de Batı insana değer
verir. Hümanizm dünyevileşmedir, beşerî olanı ilahi olanın üstüne çıkarmaktır.
İlahı dünyadan uzaklaştırmaktır. Hâlbuki gerçek üstünlük ve izzet yalnız
Allah’ın, Rasulü’nün ve müminlerin yanındadır.
وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِه۪ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ
“Asıl şeref ve
üstünlük Allah'a, Rasulü’ne ve müminlere aittir.”[2]
Hadarat ve Medeniyetin Karıştırılması
Batı’nın teknoloji,
mimari ve bilim sahalarında yükselmesi Doğu halklarında geri kalmışlık
kompleksine yol açtı. Bundan kurtulmanın yolunu Batılı gibi olmakta aramaya
başladılar. Batılı olmayı onların yaşam tarzını ve hayata bakış açılarını
taklit etmek olarak anladılar. Hadarat ile medeniyet arasındaki farkı
algılayamadılar. Medeniyet medenî şekiller ve fenni bilimlerdir. Hadiste geçen [أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ] “Dünya işlerini sizler daha iyi bilirsiniz.”[3] ifadesi bunu
kasteder. Yaşam tarzıyla, hayat hakkındaki mefhumlarla ve hükümlerle ilgili
olmayan sahadır bu. Bunlar evrenseldir ve kimden gelirse gelsin alınabilir.
Hadarat ise hayata bakış tarzıdır. İslâm kendine has üstün bir hayat tasavvuru
getirdi. Kendi teşri metodu dışında vahye dayalı olmayan her türlü fikir ve
hükmü ise Batıl ve bidat saydı.
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۜ
“Sizden her bir peygambere
bir şeriat ve bir minhac (metot) belirledik.”[4]
Modernistler batılılaşma
adına batıllaşma hatasına düştüler. Seküler karanlıkta aydınlık aradılar.
Yönetim ve Hilâfet Anlayışı
Modernist
Müslümanların yönetim konusuna yaklaşımları muhteliftir. Bir kesim İslâm’ın
belli bir yönetim modeli öngörmediğini ve mevcut yönetime itaat etmeyi farz
sayarak devletçi yaklaşım sergiler. Diğer bir kesim Hilâfet yönetimini kabul
eder fakat çağa uydurmak için Batılı yönetim modelleri ile onu açıklar. Örneğin
Muhammed İkbal önceleri cumhuriyet ve demokratik parlamenter sisteme karşı bir
duruş sergilerken daha sonra parlamenter Pakistan’ı kurması için Muhammed Ali
Cinnah’ı cesaretlendiren de kendisi oldu. İkbal evrensel bir Hilâfet tesisini
mümkün görmez ve onu şer’î bir hüküm olarak değil de tarihsel bir kurum olarak
görür. Modernistlerin Batı tarzı yönetimlere öykünmelerinin ardında bazı İslâmi
kavramları yanlış algılamaları yatar.
Şûrayı parlamentoya,
Allah’ın emriyle hükmetmesi için halifenin seçimini beşerî hükümlerle
hükmedecek cumhurbaşkanı seçimine benzetmeleri ve İslâm’da köle olmama
anlamındaki özgürlüğü Batı konseptinde özgürlükler olarak anlamaları/tevil
etmeleri onları İslâm çizgisinden uzaklaştırmıştır. Sivil toplum, Medine Site Devleti
gibi yaklaşımlar da nasslara sahih bir gözle bakmamaktan kaynaklanan
yanılgılardır.
Menar Ekolü
Modernist
Müslümanları ele alırken menar ekolünden bahsetmeden geçemeyiz. Bu kesim
günümüz İslâmcılarını da modernizme kayma yönünde derinden etkilemiştir.
Cemaleddin Afgani İslâmi modernizmin kurucusu kabul edilir. Mısır ve Hindistan’da
kurduğu Urvetü'l Vüska cemiyeti ve dergisi üzerinden Muhammed Abduh ile beraber
Batı sömürgeciliğine karşı yayınlar yaptı. Emperyalizmden kurtulmanın yolunun
ancak Batı’yı kalkındıran bilim ve teknolojinin alınmasıyla
gerçekleşebileceğini savundu. Materyalist tabiatçılığa karşı mücadelenin
barizleştiği yazılarında Batı kaynaklı kavramların ağırlığı görülür. Kur’an’ın
akıl ve bilimin ışığında yeniden yorumlanması, tesettür, faizin meşruiyeti,
cihad ve barış gibi konularda açık nasslara aykırı görüşler savunmuştur.
Muhammed Abduh da aynı modernist çizgiyi takip ederek Reşit Rıza ile birlikte
el-Menar dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergide modernist ve rasyonalist
fikirlerini neşretti. Her şeyi akılla açıklama çabası onun nübüvvete ve vahye
bakışını da bozdu. Nebilerin fıtraten temiz insanlar olmasından dolayı
kalplerine inen veya içlerinde doğan fikirleri vahiy olarak tanımlamaya
çalıştı. Bu yönüyle vahiy Kur’an’ın tanımlamasından çok felsefecilerin muhakeme
sonucu zihinlerinde oluşan fikirlere benzer. Cebrail Aleyhi’s Selam’ın
Allahu Teâlâ’dan aldığı sözleri peygamberlere aktarmasını kabul etmez. Osmanlı
Hilâfeti’ne eleştirilerde bulunup doğru yönetime ancak şûraya dayalı demokratik
sistemle ulaşılabileceğini savunur. Cinsiyet eşitliğini savunması ve çok
eşliliği yanlış görmesi Müslüman feministlere ilham kaynağı olmuştur. Yine
ribayı/faizi mubah görerek, cihadı barış döneminde gereksiz görerek, irtidatı
ferdî görüş değişimi kapsamında yorumlayarak, tesettürün İslâm’da olmadığı ve
gelenek yoluyla İslâm’a dâhil olduğu gibi konuları gündeme getirerek açık nasslarla
çelişmiştir. Reşit Rıza da seleflerinin çizgisini takip etmiş ve Abduh ile
beraber Menar tefsirini modernist bir bakış açısıyla yazmaya başlamıştır.
Yönetim konusunda
bu ikilide Hilâfet düşüncesi olsa da konjonktüre göre anlayışları değişim
göstermiştir. Dünya’nın ulus devletlerle şekillenmesi durumunu kaçınılmaz
olarak kabul ederler. Hilâfet önerileri Müslümanların bağımsız ulus devletlere
sahip olması ve bunların kendi aralarında bir başkan seçip ona halife adını
vermeleri fikrine dayanır. İttihad-ı İslâm dedikleri bu çözümü Said Nursi de
desteklemiştir. Bu tamamen vakıacı bir yaklaşım olup efendimiz SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in ve raşit halifelerin uygulamaları ile taban tabana
çelişir. Müslümanların halifesi de devleti de tek olmalıdır. Ümmet parçalanma
kabul etmeyen bir bütündür. Ulus düşüncesi Batı’dan ithal milliyetçilik
anlayışının ürünüdür. Müslümanlar farklı milletlerden de olsalar tek bayrakları
ve tek devletleri olmak zorundadır. Bu ikilinin ümmeti birleştirme ve
sömürgecilikten kurtarma düşünceleri ile Arap beldelerinde mason localarını
kurmaları ve üyelikte yükselmeleri emperyalist devletlerin maşalarına nasıl
dönüştüklerinin açık göstergesidir.
Reşit Rıza’nın
başladığı modernist Menar tefsirine Hasan el Benna da katkı sağlamış, Rıza’nın
vefatından sonra tefsiri kendisi tamamlamıştır. Mehmet Akif’in II. Abdülhamit
düşmanlığı, Afgani ve Abduh hayranlığı ise bilinen şeylerdir. Şiirlerinde
defalarca bu duygularını kaleme dökmüştür.
Ümmetin uyanışını
geciktiren bu fasit fikir ve bakışlardan kurtulmadığımız sürece o vadedilen Râşidî
Hilâfet’e kavuşmamız ve sömürgecilerin maşaları olmaktan kurtulmamız mümkün
değildir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış