LAİK BATI TOPLUMUNDA AİLELERİN ÇÖKÜŞÜ

Dr. Nazreen NAWAZ

Laik Batı Devletlerinde Aile Kurumunun Çöküşünün Vakıası

Birleşik Krallık’ın Güneybatı İngiltere eyaletindeki aile mahkemelerinden sorumlu Yargıç Paul Coleridge, 2008 Nisan ayında “Resolution” adlı kuruluşun avukatlarına yönelik yaptığı bir konuşmada, ailelerin dağılma oranındaki epidemik artışı Birleşik Krallık’taki aile hayatının bir “çöküş” içinde olduğunun işareti olarak tanımladı. “Şu an çok sayıda aile, hayatlarının hiçbir alanında yer almayan, destek olmayan veya çocuğun yetiştirilmesine katkıda bulunmayan birçok farklı babadan çocukları olan anneler tarafından büyütülen çocuklardan oluşuyor.” dedi. “Bunlar istisnai, tek seferlik durumlar değildir. Bunlar, aile mahkemelerinin ticari stokunun bir parçasıdır.” diye ekledi ve söyle devam etti: “Toplumsal hastalıkların hemen hemen tümü, doğrudan aile hayatının çöküşünden kaynaklanmaktadır. Bunu hepimiz biliyoruz. Çocuk Esirgeme Kurumu veya ıslah evlerindeki çocukların geçmişine baktığınızda, dağılmış bir aile bulacaksınız. Uyuşturucu bağımlısından alkol bağımlısına ya da okula ayak uyduramayıp atılan çocuklara kadar hepsinde aynısını göreceksiniz. Bütün bunların arkasında bozuk bir aile düzeni ya da kopmak üzere olan veya hiç olmayan ebeveyn ilişkilerinin sonucu olarak sefil bir aile bulmanız kaçınılmazdır.”

Birleşik Krallık’taki aile hayatının bu korkunç tanımını, İngiltere ve Galler’deki evlilik oranının 1862’de başlayan kayıtlardan (Office for National Statistics [ONS]) bu yana en büyük düşüşü ve boşanma oranının 1996’dan bu yana en büyük yükselişi de dahil diğer haberler izledi. Birleşik Krallık'taki aile yapısının çökmesi ile alakalı bu görüşler, ülkedeki çeşitli politikacı, akademisyen ve öğretmenler tarafından da dile getirilmiştir. İngiliz hükümetine iç meseleler hususunda sık sık tavsiyelerde bulunan CIVITAS (Sivil Toplum Çalışmaları Enstitüsü) düşünce kuruluşundan olan Robert Wheelan, aile dağılmalarını hükümetin çözemeyeceği kadar büyük sorunlar olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “Eğer ufak bir aile sorunu olsaydı, hükümet para veya çocukların bakımı hususunda yardımda bulunabilirdi. Ancak bu derece bir sorunla, hükümet başa çıkamaz.”

Centre for Seperated Families’den (Ayrılmış Aileler Merkezi) Karen Woodall şöyle demektedir: “Aslında ayrılmış aileler Birleşik Krallık toplumunda hayatın bir gerçeğidir. Ebeveynleri ayrılan çocukların ve yetişkinlerin büyük anne ve büyük babalarını ve ayrılmış olan diğer ebeveynlerini de eklerseniz, ayrılık ve boşanmanın nüfusun yarısını etkileyen bir sorun olması muhtemeldir.”

Yine Association of Teachers and Lecturers (Öğretmenler ve Öğretim Görevlileri Derneği)’in 2008’deki yıllık konferansında bulunan öğretmenler, çocukların öğrenme becerilerinin yanı sıra zihinsel sağlıklarını ve refahlarını da etkileyen aile çöküşünü, bir “toksik çember” olarak tanımlamıştır.

Birleşik Krallık'taki aile biriminin çöküş oranı, son on yılda daha da artmış, gerçek bir serbest düşüşe geçmiştir. İngiltere’deki toplumsal meseleler hakkında tavsiyelerde bulunan, etkili bir İngiliz düşünce kuruluşu olan Centre for Social Justice’in (Sosyal Adalet Merkezi) direktörü Christian Guy, 2013 yılında yayınlanan, “Parçalanmış Aileler: Stabilite Neden Önemlidir” başlıklı bir raporda; aile parçalanmalarını ülkeyi vuran bir tsunami olarak değerlendirerek uyarıda bulunmuştur. İnsani, sosyal ve finansal maliyetlerin hem çocuklar hem de yetişkinler için yıkıcı olduğunu ancak sağ ve sol politikacıların ülkenin karşı karşıya olduğu bu acil duruma göre zayıf kaldığını belirtti.

Aile çöküşüne dair bu tsunami, Batı dünyasındaki devletlerin tümünde görülmektedir. Birleşik Krallık’ta boşanma oranı %42’dir (UIO). 2012 yılında, İngiltere ve Galler’de her bir saatte, 13 boşanma gerçekleşiyordu. Amerika’da, evliliklerin %53’ü, İsveç’te %64’ü, Belçika’da ise %70’i boşanma ile sonuçlanıyordu.[1] Eurostat’a göre 1965 ve 2013 yılları arasında 28 AB ülkesinde boşanma oranı iki kat artmıştır.

Boşanma oranındaki bu dev artışa tek ebeveynli aileler (bir çocuğun sadece annesiyle ya da sadece babasıyla yaşadığı aile yapısı) büyük bir artış ile eşlik ediyor. 1996 ve 2012 yılları arasında Birleşik Krallık’taki tek ebeveynli aileler 2 milyona kadar yükselmiştir. Bu sayı, kendilerine bağımlı çocukları olan tüm ailelerin sadece çeyreği kadardır.[2] Hükümet rakamlarına göre ülkedeki 15 yaş grubu çocukların çoğu öz anne ve babalarıyla yaşamıyor. Fakir zümrelerde ise bu oran ergenlik çağındaki her gençten 2/3’üne kadar yükseliyor. Kendilerine bağımlı çocukları olan tek ebeveynli ailelerin büyük çoğunluğu (%92), anneler tarafından idare edilmektedir. Çocuklarını tek başına yetiştirme mücadelesi veren annelerin çoğu, aynı zamanda aileleri için geçim sağlayan tek kişidirler. Her yıl, başta kadınlar olmak üzere 20 bin kişi, çocuklarını tek başına yetiştirenler kervanına katılıyor. Bunun neticesinde, Birleşik Krallık’taki çoğu çocuk hatta her 3 çocuktan biri, evde bir baba olmadan büyüyor. Bu çocukların tahmini 1-2 milyonu babalarıyla iyi bir ilişkiden mahrum bırakılıyor[3] hatta bazılarının babalarıyla hiçbir iletişimi dahi olmuyor. 2015 yılı için resmi doğum kaydı rakamları genç annelerin çocuğun babasıyla yaşamadığını ya da babanın isminin kaydının yapılmadığını gösteriyor. The Fatherhood Institute (Babalık Enstitüsü), Birleşik Krallık’taki 16 yaşına gelmiş her 6 çocuktan 1’inin babalarını hiç görmediğini belirtmiştir. Eski İngiltere Başbakanı David Cameron, 2015 Conservative Party Conference (Muhafazakâr Parti Konferansı)'da yaptığı konuşmada “Bugün, GCSE'sinde (ortaöğretim çağında) bir gencin, bir akıllı telefona sahip olma olasılığı, kendileriyle yaşayan bir babaya sahip olma olasılığından daha yüksektir.” dedi.

Diğer laik Batı devletlerinde de durum aynıdır. 2010 ABD nüfus sayımlarına göre Amerika’daki her 3 çocuktan biri (15 milyon) babası olmadan, yaklaşık 5 milyon çocuk ise annesi olmadan yaşıyor. Ayrıca bazı kentsel bölgelerde her 10 çocuktan sadece birinin babası bulunmakta. Laik Batı devletlerdeki bu yaygın aile çöküşlerinin yanı sıra, bu ülkelerdeki evlilik oranlarında da son yıllarda çarpıcı bir düşüş görülmektedir. Eurostat'a göre 1965 ile 2013 yılları arasında 28 AB ülkesindeki evlilik oranları, nispeten %50'ye kadar düşmüştür. Birleşik Krallık’ta son 40 yılda evli olan yetişkinlerin sayısı nüfusun yaklaşık %70’ten yarısına kadar düşmüştür.[4] 2013 yılı evlilik oranının en düşük olduğu yıl olarak belirlenmiştir. Office for National Statistics (Ulusal İstatistik Bürosu)'a göre şu an ülkede bulunan gençlerin sadece yarısı evlenecek. İzlanda, Danimarka ve Norveç gibi İskandinav ülkelerinin çoğunda kadınların sadece %30'u evli. Bu oran 25 ile 29 yaşları arasındaki kadınlarda %20’nin altına düşüyor.[5]

Evlilik oranlarındaki bu düşüşün aksine, Batı devletlerinde liberal toplumlarda kabul görmüş bir aile yapısı olarak evlilik dışı beraber yaşama oranları hızla artmıştır. Çünkü ahlaki açıdan evlilik kurumuyla eşit olarak kabul görülmektedir. Birleşik Krallık’ta 1960’larda 50 yaşın altındaki her 100 kişiden 1’i dost hayatı yaşıyorken, bugün bu rakam her 5 kişiden 1’ine kadar düşmüştür. Evlilik dışı beraber yaşamak son yirmi yılda ülkedeki en hızlı büyüyen yaşama şekli olmuştur. Birçok rapor ve çalışma, evliliğin çocuk yetiştirmek için en iyi yol olduğunu ve evlilik dışı beraber yaşayan hanelerin dağılma olasılığının, evlilere göre daha çok olduğunu gösteriyor. Marriage Foundation (Evlilik Kurumu)’ın açıkladığı rakamlara göre evlilik dışı birlikteliklerden olan çocukların 12 yaşından önce ebeveynlerinin ayrıldığını görme olasılıkları, ebeveynleri evli olanlarınkinden %94 daha yüksektir.

Batı’daki bu liberal hayat tarzının bir sonucu olarak bu ülkelerde evlilik dışı doğum oranının yükselmesi şaşırtıcı değildir. Eurostat rakamları 2014 yılında 28 AB ülkesindeki evlilik dışı doğum oranının %42 olduğunu söylemektedir. 2015’te evlilik dışı doğumlar Fransa %59, İsveç %55, Danimarka %56, Estonya ve Slovenya %58 oranlarında görüldüğü gibi birçok AB üyesi ülkede evlilik dâhilinde gerçekleşen doğum sayısının üzerindedir.[6] Birleşik Krallık’ta doğan bebeklerin neredeyse yarısı (%47) evlilik dışıdır. Bu oran 1940’larda %6 civarındaydı.[7] ABD’deki John Hopkins Üniversitesi’nde bulunan akademisyenlerin 2012 yılında yayınladığı bir araştırmaya göre Amerika’da 26-31 yaşlarındaki ebeveynlerin %57’si evlilik dışı çocuk sahibi oluyorlar.

Batı’daki aile çöküşüne dair bu tsunamiye ek olarak, ebeveynlerin ikisinin de çalışması hasebiyle çocuklarıyla zaman geçirememeleri, bu durumun evliliklerine de zarar vermesi, evindeki sorumlulukları ve kariyeri arasındaki dengeyle mücadele içinde olan “Süper Kadın”ın acıları ve de çiftlerin daha az çocuk sahibi olarak ya da hiç olmayarak aile birimini küçültmeleri gibi aile hayatını etkileyen büyük problemler de bulunmaktadır. Ayrıca bu Fransa, Almanya ve İspanya gibi birçok ülkede nüfusun yaşlanması ve yaşlılara bakacak gençlerin azalmasıyla sonuçlanmaktadır.

Britanya’da ve diğer birçok laik Batı toplumunda aile yaşamının yitirdiği değer aşikârdır. Aynı şekilde dağılmış veya işlevsiz ailelerin başta çocuklar olmak üzere birçok kişinin hayatını mahvetmiş olmasından ve bu ülkelerde ekmiş olduğu sayısız toplumsal sorun tohumlarından da görülmektedir. Yargıç Paul Coleridge, Britanya'daki bu büyük aile çöküşünün ortaya çıkışını şöyle açıkladı: “...insanın sefaletinin uçsuz bucaksız karnavalı. İnsani ıstıraplardan oluşan sonsuz bir nehir.”

Laik Batı Devletlerinde Aile Kurumunun Çöküşünün Sebepleri

Batılı hükümetler, toplumlarındaki aile çöküşünü engellemek için çeşitli girişimlerde bulunmaya çalıştılar. Ancak bu girişimler bir işe yaramamıştır. Bunun nedeni, aile çöküşünün başlıca sebebinin temel laik değerler ve kapitalist liberal toplumlarda evlilik ve aile hayatını korumaya yeterince önem verilmemesi olduğunun farkında olmamalarıdır.

Liberal Kişilik ve Cinsel Özgürlükler: Liberal toplumların “kişisel ve cinsel özgürlük” temelli kültürü, bireyin davranışlarının ve diğerlerine karşı sorumluluklarının mesuliyetini üstlendiği bir zihniyet yetiştirmekten ziyade dünyevi ve kişisel heva ve heveslerin peşinden koşmak üzerine hayata dayalı hedonistik ve kaygısız bir zihniyet yetiştirmiştir. Bu, evliliği özgürlüklerinin kısıtlanması, bekâr ve özgür olmaktan ve istedikleri kişiyle istedikleri zaman cinsel ilişkiye girmekten vazgeçmelerini gerektiren; bağlılık, sadakat ve sorumluluk korkusu sebebiyle, birçok bireyde evliliğe karşı bir nefrete/isteksizliğe neden olmuştur. Bu, birçok liberal toplumda boşanmanın ana nedenlerinden biri olan; gençlerin evlilik dışı gebelikleri, kürtajlar, bekâr anneler ve zina oranları ile sonuçlanan, her önüne gelenle beraber olunan bir kültürün fışkırmasına neden olmuştur. Independent'in yaptığı bir araştırmaya göre Birleşik Krallık'taki evli erkeklerin %50-60'ı, evli kadınların ise %45-55'i zina yapıyor. Times'ın rakamlarına göre ise İngiltere'deki boşanma nedenlerinin %12'si zinadan/aldatmadan kaynaklanmaktadır. Bir aile hukuku firmasında yardımcı avukat olan Abigail Lowther, ihanetin Birleşik Krallık'taki diğer boşanma sebeplerine kıyasla hızlı bir yükselişte olduğunu belirtti. Statista'dan gelen sayılara göre Danimarka'daki evli çiftlerin %46'sının yasak ilişkileri vardır. ABD’de ise yapılan bazı araştırmalarda her 3 kişiden 1’i eşini aldattığını itiraf etmiştir. Hatta liberal toplumlarda, evlilik ve sadakatin kutsallığı, “zina hizmetleri” sağlayan işletmelerin devlet içinde yasal olarak faaliyet gösterdiği ölçüde zarar görmüştür! Ancak, kişisel özgürlüğün en üst düzeye çıkarılması felsefesi, bireylere arzu ettikleri mutluluğu sunmamaktadır. İngiliz Kızıl Haç ve Ortaklarının (British Red Cross and the Co-operative) Aralık 2016'da yayınlanan bir raporu, boşanma ve aile çöküşünün Birleşik Krallık'ta epidemik bir yalnızlığa yol açtığı sonucuna ulaşmıştır. Öyle ki 9 milyon Britanyalı yalnızdır.

 Bu liberal kültür ve yaşam tarzı, bir erkeğin sayısız kadın ile evlilik dışı ilişkiye sahip olabileceği ve farklı annelerden çocuğu olan bir babanın, çocuğu veya annesi için ayda bir kez olası bir kontrol dışında başka hiçbir fiziksel veya duygusal sorumluluk almadığı durumları meydana getirmiştir. Bu davranış milyonlarca çocuğun ve kadının hayatında silinmez yara izleri bırakmıştır. Eski İngiliz Yüksek Mahkemesi Aile bölümünde Yargıç olan Paul Coleridge bunu “nüfusun önemli bir kısmının bağlı olduğu ‘müzikal ilişkilerin’ ya da ‘partner değiştirmenin’ sonu gelmez bir oyunu ve mükemmel bir ilişki için sonsuz ve beyhude bir arayış” olarak tanımladı. Aynı zamanda ilişkinin; sadakati, bağlılığı ve ilgiyi temel alıp almadığı konusunda emin olmadıkları için evlenecek bir eş arayışında olan bireylerde güven eksikliğine sebep olan bir durumdur. Ayrıca, her önüne gelenle beraber olan ve kendi arzularının esiri olan kişilerle dolu bir sosyal çevrede yaşıyor olmaktan kaygı duyuyorlar. İşte liberal Batı’daki evlilik oranlarındaki düşüşün sebeplerinden birisi budur.

Dahası, çeşitli sektörler tarafından cinselleştirilmelerini ve nesnelleştirilmelerini onaylayarak liberal toplumlarda kadınların değerinin düşürülmesinin yanı sıra, erkekleri geçici heva ve heveslerinin peşinden koşmaya da teşvik eden bu tehlikeli zihniyet, Batılı toplumları sarsan aile içi şiddetin yaygınlaşmasında temel bir faktördür. Her üç kadından biri, 15 yaşından beri fiziksel ya da cinsel istismara uğradığını bildirmiştir.[8] Birleşik Krallık’taki her dört kadından 1’i aile içi şiddete maruz kalmış ve her hafta 2 kadın mevcut ya da eski partneri tarafından öldürülmüştür.[9] ABD’de her 15 saniyede bir kadın, kocası veya sevgilisi tarafından dayak yemekte[10] ve her gün 3 kadın partneri tarafından öldürülmektedir.[11] Avustralya’da ise her 3 saatte bir kadın, aile içi şiddet nedeniyle hastaneye kaldırılmaktadır.[12]

Bireysellik: Bireyci kanserojen “ben, benim ve bana” zihniyeti, bireyin kişisel çıkarlarının her şeyin üstünde tutulduğu ve aile yapısının temellerinin yavaş yavaş tüketildiği kapitalist toplumlarda giderek çoğalmıştır. Eşleri veya evlilikleri için en iyi olanı düşünmek yerine bireyler, kendileri için en iyi olana odaklanmaya ve buna bağlı olarak boşanma oranlarının artmasına sebep olmuştur. Bu zihniyet kendi arzularını çocuklarının ve toplumun refahının önüne koyan ve kendi zevkleri doğrultusundaki davranış ve hayat tarzlarının diğer insanlar üzerindeki zararlı etkilerinden soyutlayan bireyler üretmiştir. Bireysellik; sosyal hayatlarını, mal varlıklarını ve kişisel özgürlüklerini en üst düzeye çıkarmak için çocuk sahibi olmayı geciktiren veya reddeden kişilerin artmasına yol açmıştır. UK Office of National Statistics (ONS)’e göre, İngiltere ve Galler’de 25 yaşın altındaki kadınların doğurduğu bebeklerin oranı, 1971 yılında %47'den 2008'de %25'e düşmüştür. ONS 2010 Social Trends’in raporunda, çocuklu ailelerin sayısının 1961 yılında %52'den 2009'da %36'ya düştüğü belirtilmiştir. Aynı dönemde tek kişilik hane sayısı 1,7 milyondan 7 milyona çıkmıştır. Son istatistiklere göre Birleşik Krallık'ta 40'lı yaşların ortalarındaki kadınların çocuksuz olma olasılığı, ebeveynlerinin kendi nesillerinde olduğundan iki kat daha fazladır. Bugün, 1969’da doğmuş her 5 kadından biri çocuksuzdur. 'Generation Strain' (Kamu Politikaları Araştırma Enstitüsü'nün yakın tarihli bir raporu) yazarı olan Clare McNeil şöyle diyor: “Yaşlandıklarında kendilerine bakacak çocukları olmayan 65-74 yaş arası kişilerin sayısı, önümüzdeki on yılın sonuna gelmeden iki katına çıkacaktır… 2030 yılına gelindiğinde, bu yaş grubundaki bir milyondan fazla insanın, 2012'deki 580.000 ile karşılaştırıldığında çocukları olmayacaktır.” diye uyardı. ABD Census Bureau (Sayım Bürosu)'nun 2015 yılında yayımlanan nüfus anketi, Amerika'daki 15 ile 44 yaş arası kadınların neredeyse yarısının (%47,6) hiç çocuk sahibi olmadığını ortaya koymuştur. Bu, büronun 1976'da bu verileri izlemeye başlamasından bu yana en yüksek çocuksuz kadın oranını gösteriyordu. ABD’de çocuksuz kadınlar ve erkeklere yönelik “İki kişi yeterlidir: Bir çiftin tercihen çocuksuz yaşama rehberi” (Scott 2009) adlı bir ankete göre, Psychology Today tarafından aktarıldığı üzere ankete katılanların %80’i, özellikle de güçlü bir motif olarak ifade edilen 40 yaşın altındakiler şöyle diyor: “Benim için değerli olan, özgürlük ve bağımsızlıktır.”

Bireycilik aynı zamanda ebeveynlerin sadece kendi kişisel çıkarlarını gözeterek çocuklarını ihmal etmelerine, çocukların da yaşlı ebeveynlerini ihmal etmelerine ve onları zaman ve mal varlıkları üzerinde birer yük olarak görüp bakım evlerine yerleştirmelerine neden olmuştur. Kişinin kendi ailesine olan ilgisi ve diğer akrabalarını ihmali, birçok kişinin yalnızlık çekmesine yol açıp fiziksel, parasal ve duygusal sorunlarla yüzleşen geniş aileler için bir destek sisteminin yokluğuna sebep olmaktadır.

Cinsiyet Eşitliği: Kapitalist laik toplumlarda, ekonomik yaşama karşılık olarak annelik ve aile hayatının değersizleştirilmesi söz konusudur. Tarihsel bir düzeyde Batı'nın cinsiyet eşitliği mücadelesi ve feminizmin yükselişi sosyal hayatı ve erkeğin evin geçimini sağladığı geleneksel rolü özel hayatın, anneliğin ve kadının ev hanımı olduğu geleneksel rolün üzerine koymuştur. Birçok feminist, kadına saygı ve özgürlüğün, eşleri ya da aile içi sorumlulukları üzerinde ekonomik bir bağımsızlıkla uyuşmadığını ve bu nedenle de kadının çalışmasının bir hak değil mecburiyet olduğunu iddia etmiştir. Ünlü radikal bir feminist ve 20. yüzyılın başlarındaki kadınların oy verme hakkını savunan kadın hareketinin üyesi olan Christabel Pankhurst, aile hayatı sorumluluklarının evli kadınlar için dayanılmaz bir yük, zaman ve ekonomik enerji kaybı olduğunu ve kıymetinin bilinmediğini söylemiştir.

Bu aile hayatına bakış açısı ve “Cinsiyet Eşitliği” düşüncesinin sonuçlarından birisi de, kadınlara çalışmayı sadece bir hak olarak vermekle yetinmeyip, aksine çocukların bakım ve yetiştirilmesini tek başına üstlenmek zorunda kalan bekâr anneler bile olsalar, kadının çalışmasını beklenti hâline getirmiş toplumlar oluşturmuş olmasıdır. Cinsiyet eşitliği fikrinin teoride “Her şeyi olan kadın”ı üretmesi beklenirken, aslında “her şeyi yapan kadın”ı ortaya çıkarmıştır. Yani annelik ve ev işlerinin sorumluluklarının üstüne bir de ailenin geçimini temin etme mücadelesi de eklenen kadını üretmiştir. Her iki ebeveynin de geçimi sağlamak için çalıştığı birçok ailede ise sürekli olarak çocuklarla vakit geçirebilmek ya da evliliği ayakta tutmak için sürdürülen mücadele çoğu kez eşler arasında gerginliğe yol açmaktadır. Nitekim erkeği ezip kadına en iyisini vermeyi telkin eden, aile ve toplumun hayrını gözetmeyen cinsiyet eşitliği elbette güçlü bir evlilik, çocuklar ve genel olarak toplum için en iyi olanı göz ardı etmektedir. Dahası, cinsel farklılıkların ve rollerin kadrini bilmeyen cinsiyet eşitliği, aynı zamanda iş yerinde ve toplumda anneliğin itibarını da yok etmiş, birçok işverenin küçük çocuklu kadınlara esnek çalışma saatleri, gerekli ihtiyaçları için izin vermek ya da ailelerine karşı görevlerini önemsemek gibi konularda yeteri kadar imkân sağlamasına da engel olmuştur. 

Materyalizm: En üstün ideolojik hedef olarak zenginlik peşinde koşmayı belirlemiş olan kapitalist materyalist sistem, kazancı insandan ve sermayeyi toplumdan üstün görmektedir. Bu sistem hükümetlerin sandıklarını veya şirketlerin gelirini güvence altına almayı aileyi korumaktan önemli addetmiştir. Sürekli kısa vadeli kârlılık peşinde koşturma dürtüsü anneliği ve aile hayatını değersizleştirmiş ve hatta bekâr anneleri bile çalışmaya zorlayarak çocuklarını güzel bir şekilde yetiştirmelerine zaman bırakmamıştır. Gerçekten de anneleri iş hayatına döndürmek için çoğu kez finansal teşvikler olmasına karşın onların evde kalıp çocuklarını bizzat yetiştirmelerini sağlayacak çok az teşvik bulunmaktadır. Materyalizmin annelikten üstün görülmesi hamile veya küçük çocuklu kadınların toplum için bir kazanç olarak değil de çoğu kez bir şirket için yük olarak görülmesine yol açmıştır. İngiltere hukuk bürosu, Slater & Gordon tarafından 2014 yılında yayınlanan ve 500 yöneticiden oluşan bir anketin sonuçlarına göre yöneticilerin %40’dan fazlası doğum yapma yaşındaki kadınları yine benzer bir rakamın ise hâlihazırda çocuğu olan bir kadını ya da bir anneyi üst düzey bir görev için işe almaktan kaçındığını itiraf etmiştir. Bu araştırmadaki yöneticilerden üçü ise 20 veya 30’lu yaşlarındaki erkekleri, doğum iznine ayrılırlar korkusundan ötürü aynı yaştaki kadınlara tercih edeceklerini söylemişlerdir. İngiltere’de Recruitment and Employment Confederation tarafından 2005 yılında yapılan ve 98 şirketten oluşan bir anket, işletmelerinin 3/4’ünün hamile ya da doğum yaşında olan bir kadını işe almaktansa yasayı çiğnemeyi tercih ettiği sonucuna ulaşmıştır. Sonuç olarak kadınlar sadece çalışıp aileleri için para kazanmaya zorlanmıyor, aynı zamanda işyerlerinde sırf bir rahimleri olduğu için ayrımcılığa maruz kalıyorlar! Sonuç olarak çoğu kadın kariyerinde bu “doğurganlık cezası” ile karşılaşmaktansa çocuk sahibi olmayı erteliyor veya çocuksuz kalmayı tercih ediyor. Öyle görünüyor ki Batı’daki birçok kadın “ocak başına hapsolmak” yerine “ekonomik pazara köle” olmuştur. İşte bugün birçok Batılı kapitalist devleti etkisi altına almış olan düşük doğum oranları ve doğurganlık krizini meydana getiren faktörlerden birisi de budur. Toplumları üzerinde, yaşlanan nüfusa bakacak insan sayısının azalması dâhil çeşitli zararlı etkiler de bırakmıştır. Ayrıca, doğurganlığın azalmasına, düşük yapmaya ve anneliğin ertelenmesine bağlı olarak gebeliğe ilişkin komplikasyonlardan dolayı tüp bebek tedavisine zorlanan kadınların yaşadığı duygusal aşağılanma da unutulmamalıdır.

Sonuç: Çoğu Batılı devletin toplumlarında görülmekte olan kaosun ve aile yapısındaki çöküntünün temelinde tatbik edilmekte olan laik liberal kapitalist sistemin değer ve yasaları olduğu aşikârdır. Aslında bu sistem özü itibariyle ailelerde dengesizlik ve çöküntü oluşturmak için tasarlanmış ve birçok birey ve çocuk için tarifsiz sefalete, devlet için ise sayısız soruna neden olmuştur. 

Ne yazık ki, Batı'da ya da Müslüman dünyasında yaşayan Müslüman ümmet, İslâm dışı bu idealleri yücelten ve destekleyen bir sistemde yaşamaları ve çevreye entegre olmalarından dolayı, bu laik ya da materyalist değerlerden korunamamıştır. Sonuç olarak, nesiller boyunca Müslümanlar tarafından güçlü bir toplumun kalbi veya yapıtaşı olarak kabul edilen “sağlam evlilik” ve “sağlam aile birliği” kavramları bugün Müslüman ümmet içinde de yok olmuştur. Müslümanlar olarak, Batı toplumlarında meydana gelen bu aile çöküşünden ciddi dersler almamız ve bu toplumsal kaosa neden olan inançları, değerleri ve sistemi reddetmemiz, bizim toplumlarımızın da aynı yıkıcı yolu izlememesi adına hayati öneme sahiptir. Buna ilaveten ümmetimizdeki aile hayatının uyumunu ve birliğini etkileyen birçok sorunu çözmek için donatılmış olan İslâm’ın sağlam değerlerini, sosyal yasalarını ve sistemini açıkça kavrayıp ve benimsemek zorundayız

“Gelecek asırlarda başarı; ancak ailenin yerini koruyan kültürlerin olacaktır.”[13]



[1] Business Insider

[2] UIO

[3] UIO

[4] CSJ

[5] worldatlas.com

[6] Eurostat

[7] UK Office of National Statistics

[8] European Union Agency for Fundamental Rights

[9] UK Office for National Statistics

[10] Federal Bureau of Investigation

[11] American Psychology Association

[12] Research Centre for Injury Studies, Flinders University, Australia

[13] Joel Kotkin - ‘Where Have All the Babies Gone?’ (Bebekler Nereye Kayboldu?) kitabının yazarı ve Chapman Üniversitesi, Orange/California, ABD’de Kentsel Çalışmalar Öğretim Üyesi


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz