Barış süreci, kimileri
için labirentin çıkmaz kapısı, kimileri için çıkış. Barışın tacı kime
giydirilse kahraman odur. Öyle gösterilir, öyle bilinmesi istenir. Muktedir
olamayan siyasilerin göbekten bağlı olduğu sömürgeci efendiler o labirentin
mimarlarıdır. Geç derler geçilir, dur derler durulur. Ne yazık ki canlar ölümü bekler, demeçler
gecikir, süre uzar, onay beklenir. Barış
için çabaların güçlenmesi istenir. Seslerin daha gür çıkması ve denize itilmiş
toplumun yılana sarılması için pusuda beklenir. Ama olan canlara olur, kanı
dökülür, demeçler gecikir, ısrarla ve usanmadan, umursamadan onay
beklenir.
İşte onay bekleyen bu
olayların biri de medyada ‘Suruç saldırısı’ olarak günlerce ülke gündeminin ilk
sıralarında yer edinmiş olan malum saldırıdır. Saldıranın veya saldıranların
kim olduğu, zamanlaması veya arkasında kimlerin olduğunu deşifre etmekle
uğraşmak yerine, bu saldırı sonrasında Davutoğlu’nun ifadesiyle “Bir
üst akıl.” işletildiği, başka siyasi manevralara zemin oluşturduğu ve
siyasi hesaplara devşirildiğini gördük. “Biz kendi başımıza, inisiyatifimiz
ile iş yapamaz, sorgulayamaz, hesap soramayız, bizden isteneni yaparız.”
diyen bir anlayışla hareket edildiğini gördük. Olayların gelişim serüveninden
bunu anlamak zor değildir.
Bu olayla ilgili her kesim
farklı açılardan kendisine bir pay çıkarıp, onun üzerinde siyaset yaptı. Şöyle
ki;
Hükümet açısından: Başbakan Davutoğlu “Saldırının Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ile bağlantılı olabileceği
yönündeki işaretlerin giderek güçlendiğini” söylerken, Suruç Kaymakamı da “İntihar saldırısı yöntemi bu ihtimali
güçlendirdiğini (IŞİD’in bu saldırıyı gerçekleştirdiği)” söyleyerek bu
yöndeki algıları güçlendirmeye çalıştı. Ancak IŞİD saldırıyı üstlenmedi. Yani
tek ihtimal üzerinden hedef gösterilmesi gerekiyordu, o yapıldı. Anahtar kelime
“İntihar saldırısı.” ve algı güçlendirici olarak medya kullanıldı.
Bir zamanlar her saldırı
sonrası medyanın “el-Kaide parmağı var.” demesi gibi. Günah keçisi
belli, saldırılacak coğrafya belli, koalisyon ortakları belli ve ortak hedef
oluşsun diye Başbakan’ın ağzından Meclis'teki
tüm siyasi partiler ortak bir deklarasyon yayımlamaya çağrıldı. Ardından
davet uluslararası boyuta taşındı ve beyanat gecikmedi. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan
“Terör, insanlığın huzuruna mutluluğuna kast
eden olaylar silsilesidir. Buna karşı mücadeleyi dünyanın her yerinde hep
birlikte vermeye mecburuz.” Anahtar kelimemiz “hep birlikte.” Bu kelime,
koalisyon güçlerinin de aktif rol üstleneceği ve İncirlik üssünü dahi
kullanmayı mubah sayacak bir anlam içerir. Ki öyle oldu ve mesaj yerine ulaştı.
Çocuklara oyuncak götürmekten başka bir gayeleri olmayan masum insanların
katillerinden hesap sorulması devletin görevi idi! Bu yapıldı. Ve gerekirse
Müslümanların düşmanı olan Amerika ile ortak hareket edilmeliydi. Başlangıç
ister planlı ister plansız olsun. Gelişme ve sonuç maalesef sömürgeci kâfirlerin
hedefleriyle paralellik arz etti.
Bölgedeki hesap güdücüler açısından: KCK, kendi iç
çekişmelerine bu olayı malzeme yaptı. Zira uzun zamandan beri Kandil kadrosu
ile siyasi kanat olan HDP arasında bir yöntem ve üslup farkı vardı. ABD bu
farkı, bölge siyaseti açısından, “Barış Süreci” projesinde ve Suriye politikası
açısından görmezden gelmişti. AKP eliyle yürüttüğü bu çalışmalarda siyasi kanat
üzerinde kanatlarını germiş ve fazlaca bir pay biçmişti. Ancak son iki ay, ABD için
hesapları tekrar gözden geçirme ve dengeleri gözetme gereğini doğurdu. Alan
paylaşımında taraflar arasındaki müdahaleler süreci olumsuz yönde etkilemeye
başladı. ABD, yapılan demeçler ve bir kısım somut göstergeleri tekrar gözden
geçirdi. Güç dengelerinin KCK içerisinde, silahlı unsurların gözetilmesinde ve
yönlendirilmesinde İngiliz yanlısı politikaları benimseyen şahinler kanadının
güçlenmeye başladığını fark etti. İşte bu farkındalık Suruç olaylarıyla beraber
tekrar gün yüzüne çıktı. Selahattin Demirtaş önce “En önemli konu, artık halkımız kendi güvenliğini almak durumunda. Tüm
il ve ilçe teşkilatlarımız kendi güvenlik tedbirlerini almalıdırlar.”[1]
açıklamasında bulunmuş, kısa bir süre sonra ise sözlerinin yanlış
anlaşıldığını kastının silahlanma çağrısı olmadığını söylemişti. Tüm bu
açıklamalar bir gerçeğin ifadesidir. O da Kandil baskısından dolayı zaman zaman
PKK’nin silahlı eylemlerini haklı bulan bir pozisyonda dururken, bir zaman
sonra siyasete tekrar dönüş yapıp “PKK'nın
misilleme taktiklerini kirli."[2]
olarak değerlendirmesidir.
Hatırlanacağı üzere HDP
adına Selahattin Demirtaş bir televizyon programında “PKK silah bırakmalı, ama bu sadece benim dememle olmuyor”[3]
diyerek güç kaybetmeye başladığını açıkça ifade etmişti. Bunu teyit edercesine şahinlerin güçlü ismi Bese Hozat “Silah meselesi çok ciddi bir iştir, hakikatle
uzaktan yakından ilişkisi olmayan bu tür konuşma ve açıklamaları artık terk
etmek gerekiyor” demişti. Ardından Cemil Bayık’ın “HDP’nin seçim başarısını doğru ve etkin bir biçimde kullanmadığı” yönündeki
açık eleştirileri ABD’nin bu kutuplaşmanın, beraberinde bir alan hâkimiyetine
dönüştüğünü net görmesini sağladı.
Cemil Bayık’ın siyasi erkâna
yönelttiği bu suçlamalar ve HDP üzerinde artan dozajda baskılar ABD’yi bir dizi
politika değişikliğine yöneltti. Bu çerçevede AKP, seçim sonrası HDP ile olası
koalisyon seçeneklerini rafa kaldırdı. Zira İngilizci yapının güçlü siyasi
etkisinin ve baskılarının olduğu bir HDP ile koalisyon demek uzun vadede her an
siyasi hamlelerin kurbanı olması demektir. 5-8 Ekim olaylarında olduğu gibi.
Barış sürecinin koalisyon ortağı bir partinin gözetiminde sabote edilmesi
siyaseten bir intihara dönüşebilir.
KCK silahlı unsurlarının
tümden İngiliz yanlısı şahinleri temsil ettiğini ifade etmem, bunun değişkenlik
arz etmeyeceği anlamına da gelmiyor. Zira ABD politikalarıyla uyumlu bir yapı
teşkil etmek uzun zaman alabilir. Yapı içindeki çatlaklardan su sızdırmak da
hiç zor değildir. ABD’ye yamanmaya çalışan bir küçük sızıntı çatlağı
derinleştirebilir. Suruç saldırısı sonrası Türkiye’nin hem IŞİD, hem de
Kandil’i bombalaması sonrasında Cemil Bayık’ın şu sözü bu ön kabulün bir
göstergesidir. “ABD'nin Türkiye ile
aramızda arabuluculuk yapması gerektiği çağrımı yineliyorum. Bize bir garanti
verirlerse üzerimize düşen rolü yerine getiririz. Ancak bir garanti verilmezse
tek taraflı adım da atamayız.”[4]
Burada bir rol paylaşımından söz ediliyor. Yani istendiği takdirde garantili
hizmet verilebileceği söylenmektedir.
Tek ağız olmuşçasına
İngiliz gazetelerinin tarafını belli eden söylemleri şahinler üzerinde iki
sömürgeci gücün baskılarının artacağına işarettir. Şu cümleler gibi: “Kürtler'e saldırmaya devam eden hükümet,
ülkede bir iç savaş ortamı oluşturuyor. Türkiye'nin bu cehennemden kaçma
ihtimali her geçen gün azalıyor.”[5]
Öte tarafta yapılan operasyonları destekler mahiyette ilk açıklama yine
Amerika’dan geldi. “Terör örgütü PKK
saldırıları son bulmalı ve şiddetten vazgeçmelidir.”[6]
İşte bu gibi demeçler KCK açısından çok önemsenmektedir. Çünkü ABD’nin onay
verdiği her operasyon meşru bir zemine oturmaktadır. Bu açıdan ABD’den gelen
her basın bildirisi KCK'nın eline bir pranga vurmaktadır. Her siyasi beyanat,
bir taraftan Barzani, diğer taraftan İran'dan gelecek ortak operasyonların açık
adresi durumuna gelmektedir. Zira yakın zamanda Barzani peşmergelerinin PKK
bürolarına yaptığı baskınlar bu vakıayı doğrulamaktadır.
Suruç saldırısı ve
sonrasındaki sürecin, PKK'nin Kandil ekibi -şahinler- açısından bir kısım hesaplar
ile güç unsuruna devşirildiğini görüyoruz. Yani daha sağlam -sadece Kürt
sosyalistleri kapsamayacak- bir kadro ve daha yaygın bir alan hâkimiyetine
sahip olmak için kullanıldığını ifade edebiliriz. Özellikle çatışmasızlık
döneminde fikrî bir zeminde yaygınlık kazandığını, silahlı unsurların ülke
dışına çıkarılması sürecinde silahlanmada güç kazandığını ve yerel belediyeler
yoluyla tabana doğru açılımda mesafe kat ettiğini söylemek hatalı olmaz. Suruç
saldırısında yer alan SGDF (Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu) ve ESP
(Ezilenlerin Sosyalist Partisi) gibi sol örgütler BDP’nin 2011 seçimleri
sürecinde 81 ilde 800’den fazla delege ile HDK adı verilen bir kongrede bir
araya geldiler. İşte bu süreçten sonra KCK’nın şahinler kanadının bu sol
örgütlerle yakınlaşması artan bir ivme ile devam etti. Hatta Kobani
savunmasında YPG ile beraber silahlandıkları açık açık dile getirildi. Bu
noktada şunu söylemek hata olmaz; Kobani sadece Kürt kimliği üzerinden bir
hesaplaşma odağı değil aynı zamanda sol örgütler üzerinde de bir yakınlaşma
adresi oldu. Suruç’ta KCK’lı gençlerin değil de diğer sol örgütlerden gençlerin
öldürülmeleri Kobani’yi sol örgütlenmeler açısından ortak mesele haline
getirdi.
Suriye vakıasına olan etkileri açısından: Burada şunu da ifade edelim
ki, Amerika, Suriye'de İslâmî devrim sürecinde galip taraf olmak için nasıl ki,
Özgür Suriye Ordusu’nu eğitiyor ise aynı kapsamda Kandil ekibini de kanalize
etmek için bir uğraş verecektir. Ama önce kendisine bağlı şahinlerden silahlı
bir kanat oluşturmak durumundadır. Bunun içinde uygun bir sima arayışını
sürdürecektir. Son yapılan KCK kongresinde yapılan bir dizi değişiklik buna
dönük hamlelerdir. Murat Karayılan'ın HPG liderliğine, Bese Hozat ve Cemil
Bayık'ın ise KCK Eş Başkanlığına tayin edilmeleri -pardon seçilmeleri- rutin
bir değişiklik değil sürece uyumlu kişilerin tespit ve tesciline dönük manevralardır.
İşte bugün Suruç saldırıları gösterdi ki; ABD’nin henüz güvenebileceği şahin
bir ekip oluşmuş değildir. Her iki yapıyı -yani
siyasi kanat olan HDP ve askerî kanat olan Kandil- kontrol etmek isteyecektir.
Çünkü Suriye iç meselesinde Kandil'i, Türkiye iç siyasetinde de HDP’ye ihtiyaç
duymaktadır.
ABD bu süreçte, silahlı
yöntemi benimseyen şahinlerin, siyasetçi kesime karışmaması gerektiğini ve ona yeni
bir kulvar açıp, hareket alanı oluşturmak zorunda olduğunu iyi bilmektedir.
Kandil’i bombalamakla işin bitirilemeyeceğini de iyi bilmektedir. Bu çerçeve de
Kandil’de bulunan PKK’lıları Kobani sahasına çekmek en mantıklı olandır. Dikkat
edilirse ABD Türkiye’nin Kandil’i bombalamasını olumlu karşılamış ve sonrasında
PYD güçlerini bombalamaması konusunda Türkiye’den garanti alındığını en yetkili
ağızdan ifade edilmişti. PYD’nin bulunduğu alanın bombalanmaması konusundaki
garanti, PKK’nin tek güvenli bölge olan bu topraklara geçişleri
kolaylaştıracaktır. Hâlihazırda KCK Dış İlişkiler Sözcüsü Demhat Agit “Bu hava saldırıları Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin
desteği ile gerçekleşmiştir.”[7]
diyerek, birkaç koldan baskı altında olduklarını itiraf etmiştir.
Bir diğer ihtilaflı konu
olarak gösterilen mesele ise “Güvenli Bölge” kavramında somutlaşmaktadır. Her
ne kadar ABD karşı çıksa da Türkiye’nin bu kavramı dile getiriş amacı
mültecilerin geçişlerine engel olmak içindir. Yüzlerce kilometre dev blok
duvarları sınıra dikmesi bu gayelere mebnidir. Cemil Bayık bir röportajda “IŞİD ile mücadelenin bir sonucu olarak
Kürtlerin bir ulus olarak tanınmak istendiğini.”[8]
söyledi. ABD’nin asıl gayesi ise işte Cemil Bayık’ın “ulus olarak tanınmak”
diye ifade ettiği Suriye’nin kuzeyinde bir otonom devlet inşa etmektir.
Türkiye’deki bir kısım yazarçizerlerin bu politikaları tescil mahiyetinde “Rojava
(Kürtlerin yaşadığı yere göre güneşin battığı taraf/Türkiye’nin güney tarafı
demek gibi)” kelimesini çokça zikretmeleri ABD planlarına meşruiyet
kazandırmaktadır.
Saldırı sonrası siyasi hesaplar açısından: AKP hükümeti Suruç
saldırısı sonrası tek başına iktidar olmasının kaçınılmaz olduğunu ABD’nin
direktifleriyle anladı. Bunun için hemen HDP’ye olan yönelişi durdurmak için
Suruç saldırısını kullandı. “Barışa darbe
vuran taraf oldukları.” yönünde bir anti propaganda yaptı. Hemen sonrasında teröre çanak tuttukları
gerekçesiyle hem IŞİD’e hem de PKK’ye ortak bombardıman yaptı. Saldırı sonrası
şayet IŞİD’i tek başına bombalayıp ardından İncirlik üslerini ABD’ye açmış
olsaydı Türkiye halkı kendi terör sorunları dururken yapılan operasyonu yersiz
olarak değerlendirebilirdi. Ancak şu anda görüyoruz ki katliam makineleri gibi
çalışan Amerikan F-16 uçakları İncirlik’ten kalkarak Suriye topraklarında
Müslümanların üzerine bomba yağdırmaktadır. Fakat görülen o ki Müslüman Türkiye
halkı bu oyunu göremedi ve sessiz kaldı. Burada AKP hükümeti, hem ülke içinde
hem de ülke dışında farklı gruplarına yönelik operasyonlarla tarafsız olduğu
algısını oluşturmayı başardı. Bu vesileyle süreci halka yönelik bir seçim
malzemesine dönüştürdü. Halkın AKP’ye mecbur bırakılması gerekiyordu, bu
yapıldı. Terörü bitirecek, istikrarı tekrar sağlayacak bir hükümet ancak tek
başına iktidar olacak bir hükümettir izlenimi verildi.
Sonuç olarak: Bugün yüksek sesle dile getirmemiz gereken en
önemli şey hiçbir siyasi hesap peşinde koşmadan, hiçbir sömürgeci kâfirin
hesaplarına bağlı olmadan, hiçbir menhus emele alet olmadan, korunması gereken
ve sahip çıkılması gereken bu ümmetin kanıdır. Silahlı olmayan kimselerin
öldürülmesinin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Tarafgirlik yapıp “Bu insanlar şu meşrepten, şu ırktan şu
inançtan.” deyip yürek
soğutmak yahut “Bu adamlar bizim
adamlarımız, bunların düşmanı bizimde düşmanımız deyip.” şiddeti körüklemek
makul olan bir yaklaşım tarzı değildir. Doğru olan hesap sorulacak alanı doğru
tespit etmektir.
Hizb-ut Tahrir Türkiye
Medya Bürosu Başkanı Sayın Mahmut Kar’ın 27.07.2015 tarihli açıklaması
kanaatimce doğru bir siyasi bakış vermektedir. “Bu katliamın gerçek failleri ve asıl katiller Batılılardır. Bu olay
Türkiye ve bölge üzerindeki Amerikan/İngiliz çatışmasının kirli bir tuzağıdır.’’
[1]
20.07.2015 tarihli basın açıklaması
[2]
Financial Times konuşması- 05.08.2015
[3]
Haberturk 15.07.2015
[4]
Daily Telegraph 17.08.2015
[5]
The Guardian 03.08.2015
[6]
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner 03.08.2015- Basın Açıklaması
[7]
Daily Telegraph Gazetesi’ne verdiği röportaj
[8]
Daily Telegraph 17.08.2015
Yorumlar