Kamu mülkiyeti şeriatın,
insanların aralarında ortak olduğunu şeriatın nassla belirlediği hususlardır. Bunun
ferdî olarak sahiplenilmesi yasaktır.[1] O tüm
insanlara ait bir mülktür ve onlar üzerinde dondurulmuştur. Yaşayan herkes ve kıyamete
kadar gelecek tüm insanlar bundan faydalanır.
Merafiku’l cemaanın
yani kamuya ait mal ve hizmetlerin yeterli miktarda bulunmaması durumunda insanlar
bunları elde edebilmek amacıyla dağılırlar. Bunlar, enerji ve su gibi tükenmeyecek
kadar çok miktardaki tüm madenleri kapsadığı gibi tabiatı itibariyle bireylerin
sahip olmaları yasaklanmış olan tüm eşyaları da kapsar. Bu türden madenlerin tuz
gibi herhangi bir güç harcanmadan kolayca faydalanılabilecek bir maden olmasıyla,
altın, gümüş, demir ve bakır gibi açıkta bulunmayan madenlerden olması, billur gibi
donmuş bir halde veya petrol gibi akıcı nitelikte bir maden olması arasında fark
yoktur.
Tabiatı itibarıyla fertlerin
mülk edinmeleri men edilmiş olan eşyalara gelince bunlar: Yollar, nehirler, denizler,
göller, körfezler, boğazlar, okullar, mescitler ve hastanelerdir.
İslâm’da mülkiyet üç
türe ayrılır: Özel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti. Ümmet’in maslahatı
için devletin değerlendirerek gelirlerini toplaması ve kendisi hakkında harcama
yapılması bakımından mali siyasetle alâkası olduğu için, kamu mülkiyetini ilgilendiren
gerekçeleri ve onun sıfatlarını aşağıdaki şekilde nitelendirebiliriz:
Birincisi:
Kamu Mülkiyeti Merafiku’l Cemaadandır
Kamu mülkiyeti bütün
insanların muhtaç olduğu merafiku’l cemaadandır. Bunların yokluğunda veya kıtlığında
insanlar başka yerlerde bunları bulabilme arayışına girerler ve dağılırlar. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ فِي الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ
“Müslümanlar üç şeyde
ortaktırlar: Suda, merada ve ateşte.”[2]
Hadiste bu üç şeyin
zikredilmesi sınırlandırma ifade etmemektedir. Ancak benzetme yoluyla yapılan bir
ifade çeşididir. Bu üç şeyin hükmü; kolaylıkla elde edilerek kullanılan şeylerin
de hükmüdür. Örneğin; petrol, gaz, madenler, tuz, kibrit, katran, nehirler, denizler,
göller, taşlar, ormanlardaki ağaçlar, odun, odun kömürü, denizlerdeki balıklar,
yabani kuşlar, otlaklar ve güneş enerjisi gibi çok sayıdaki varlıklar da suyun,
ateşin ve meranın hükmünü alır.[3]
İkincisi:
Bazısı Allah’ın Yarattığından Bazısı ise Beşerin Düzenlemesi ve Başarılarındandır
Allah’ın yaratmış olduğu
kamu mülkiyetlerine örnek birinci bentte sıraladıklarımızdır. Ancak beşer tarafından
oluşturulan kamu mülkiyeti örnekleri Allah Teâlâ’nın var ettiği mülkiyetlerden istifade
edilmesi için ortaya konulan çözümlerdir. Su pompaları ve su tahliye motorları,
nakil boruları, elektrik santralleri, direkleri ve kabloları, petrol çıkartma aletleri
ve nakil boruları, petrol depolama ve boşaltma limanları, petrol arıtma tesisleri,
kömür madenleri, kömür çıkarma aletleri, taş ocakları, nükleer enerji santralleri,
atom fırınları, güneş enerjisinden faydalanma inşaatları, barajlar, köprüler, tüneller,
yapay kanallar, yapay göller, caddeler, devlet yolları, genel alanlar, parklar,
oyun alanları, mescitler, hastaneler, demir yolları, limanlar, hava alanları ve
sığınaklar... Bunlar, beşer tarafından gerçekleştirilen düzenlemelerden olup kamu
mülkiyeti niteliğine sahip olması nedeniyle bunların mülkiyetinde tüm insanlar hak
sahibidir.
Üçüncüsü:
Bol Olmasıyla Ayrıcalık Gösterir
Su, mera ve ateş nadir
olmayan şeylerdendir ve bol olması ayrıcalığına sahiptir. Bu haliyle bütün insanların
kullanmasına elverişlidir. Aynı zamanda hayatın zaruretlerindendir. Bunun için fertlerin
bunlardan faydalanması, düzenlemesi işini devletin üstlenmesi gerekir. Ta ki böylece
bu faydalanma süreci devam ettikçe hiçbir kimseye zulmedilmesin. Güçlü ve kuvvetli
olanlar bunlara hükmederek zayıflar üzerinde bir hâkimiyet kurmasınlar.
Dördüncüsü:
Ölçülemeyecek Kadar Çok Olan Aynları Fertlerin Mülk Edinmelerinin Caiz Olmaması
الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ فِي الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ
“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda,
merada ve ateşte”[4] hadisinde yer alan
merafiku’l cemaada yer alan şeyleri fertlerin mülk edinmeleri caiz değildir. Bunun
delili Tirmîzî’nin rivayet etmiş olduğu şu hadistir:
عَن أبْيَضَ بنْ حَمَّالٍ أَنَّهُ وَفَدَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَاسْتَقْطَعَهُ الْمِلْحَ فَقَطَعَ لَهُ فَلَمَّا أَنْ
وَلَّى قَالَ رَجُلٌ مِنْ الْمَجْلِسِ أَتَدْرِي مَا قَطَعْتَ قَالَ فَانْتَزَعَهُ لَهُ إِنَّمَا قَطَعْتَ لَهُ الْمَاءَ الْعِدَّ
“Ebyad b. Hammal’dan. Kendisi
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek bir tuzlayı kendisine ikta etmesini
istedi. Rasulullah da o tuz madenini ona verdi. Ebyad dönüp gidince mecliste bulunanlardan
birisi Rasulullah’a: Ona neyi ikta ettiğinizi biliyor musunuz? Ona tükenmeyecek
kadar büyük bir tuz madenini ikta ettiniz deyince o tuzlayı ondan geri aldı.”[5] Kesintisiz olması nedeniyle
hadiste tuz, çok miktardaki suya benzetilmiştir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem burasının tükenmeyecek
kadar büyük bir tuz madeni yani tuz dağı olduğunu öğrendiğinde onu geri almış ve
onun fert tarafından mülk edinilmesini engellemiştir. Çünkü o, toplumsal bir mülkiyettir.
Bu hüküm sadece tuzla ile sınırlı olmayıp tüm madenlere de aynen uygulanır.
Tükenmeyecek kadar çok
miktardaki madenlere bu asırda insanoğlunun keşfettiği; petrol, gaz, altın, gümüş,
bakır, tuz, demir, kalay, kömür madeni, kurşun, uranyum, alüminyum… gibi bazı madenleri
örnek verebiliriz. Bunlar ve benzeri madenler raiyyenin tüm fertlerinin faydalanma
hakkı bulunan stratejik maddelerdendir. Çünkü bunlar Allah Subhanehû’nun yarattığı servetlerdendir. İnsanoğlu için bunları yerin
altında biriktirmiştir. Aynı zamanda bu maddeler; mal, nakit, sivil sanayi, askerî
sanayi, uzay savaşı ve servetin birikimi gibi hassas maddeler üzerinde devletin
egemenliğini yürütmesi için devletin gücünü tamamlayan maddelerdir.
Bunun için İslâm, değerlendirilmesi
için elverişli olan cihetleri sınırlandıran şeriatlarıyla bu maddeleri kuşatmış,
raiyyeden olan fertlerin oluşturduğu topluma devlet tarafından belirlenen faydalanma
türlerinin her türlüsü ile istifade etme imkânını sağlamıştır. Bu iş fıkıh kitaplarında
geniş bir şekilde yer alan hususlardandır.
Beşincisi:
Fertlerin Sınırlı Bir Miktarla Bazı Aynları Mülk Edinmelerinin Caiz Olması
Öte yandan miktar bakımından
az olduğu için fertlerin mülk edinebilecekleri madenler vardır ve bunlar hakkında
rikâz (insanlarca toprağa gömülmüş maden) hükümleri uygulanarak beşte
biri devlete bırakılır. Buluntu hakkında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e sorulduğunda o şöyle dedi:
سُئِلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنِ اللُّقَطَةِ،
فَقَالَ: مَا كَانَ فِي طَرِيقٍ مَأْتِيٍّ أَوْ فِي قَرْيَةٍ عَامِرَةٍ فَعَرِّفْهَا
سَنَةً، فَإِنْ جَاءَ صَاحِبُهَا وَإِلا فَلَكَ، وَمَا لَمْ يَكُنْ فِي طَرِيقٍ مَأْتِيٍّ،
وَلا فِي قَرْيَةٍ عَامِرَةٍ فَفِيهِ وَفِي الرِّكَازِ الْخُمْسُ
“Bulunan
şey insanların gelip geçtiği bir yolda veya içerisinde insanların yaşadığı bir köyde
bulunmuşsa bir yıl süre ile onu tanıt, duyur. Sahibi gelirse ona ver, gelmezse senindir.
Şayet insanların gelip geçtiği bir yol üzerinde değilse veya içerisinde insanların
yaşamadığı bir köyde bulunmuşsa rikâzdan sayılır ve beşte bir vardır.”[6]
İnsanların muhtaç olmadıkları
bir su kaynağını ferdin mülk edinmesi caizdir. Fakat bir yolu veya rıhtımı veya
deniz kenarını veya merafiku’l cemaadan sayılan benzeri yerleri veya genelin menfeati
ile alâkalı yerleri mülk edinmesi caiz değildir. Ancak yollarda veya mescitte oturmak
veya denizde ya da nehirde avlanmak veya parkta oturmak gibi mülk edinme şeklinde
sahiplenmeden kamuya ait bu mekânlardan faydalanılması caizdir. Kullanmış olduğu
mekânı haczetmesi caiz değildir. Zira bunun dışında herhangi bir ferdin de bu mekânlardan
faydalanma hakkı vardır ve emir sahibi bu hususları tanzim eder.
KAMU MÜLKİYETİ KARŞISINDA
DEVLETİN MESÛLİYETİ
Hilâfet Devleti
reayanın işlerini görüp gözetmekten doğrudan doğruya sorumludur. Reayanın özel ve
genele ait mallarının korunması bu sorumluluğun gereklerindendir. Kamu mülkiyetine
yönelik saldırılara izin vermemesi ise bu malın muhafaza edilmesi kapsamında değerlendirilir.
Yine kamu mülkiyetinden faydalanılma hususunun tanzimi için İslâm şeriatından istinbat
edilmiş kanuni kuralların konulması da bu görüp gözetme kapsamında yer alan işlerdendir.
Cemaatin çıkarı için o malları himâye eder. Kamu mülkiyetine ait mallarla ilgili
olarak Hilâfet Devleti’nin sorumlu
olduğu hususlar aşağıda beyan edilmektedir:
Birincisi:
Saldırının ve Bir Zarar Verilmesinin Engellenmesi
Hangi taraftan ve nereden
olursa olsun devlet, kamu mülkiyeti mülklerine yönelik bir saldırıya izin vermez.
Devlet, bu mülkiyeti himâye etmek, herhangi bir devlet malının, tesisin, aletin,
yolun, sahanın, sahilin veya benzerlerinin açgözlüler veya bozguncu kimseler tarafından
tahrip edilmesini men etmekle şeran mükelleftir. Çünkü bunlar topluma ait mülklerdendir.
Emir sahibinin kamu mülkiyetlerinin bazı kısımlarını kendisinin veya yakınının mülküne
geçirmesi caiz değildir. Böyle bir olayın yaşanması halinde Ümmet Meclisi, Mezalim
Mahkemesi ve Ümmet’in cumhuru tarafından hesaba çekilir. Burada Ümmet’e düşen görev
emir sahibinin muhasebe edilmesi için nizamı şekillendirmektir.
Bu kapsamda Maverdi
şöyle diyor: “Mezalimin bakması gereken hususlar on kısmı kapsar: Birinci
Kısım: Valilerin, reayaya yönelik
saldırılarına bakmak… Beşinci Kısım:
Gasıplara karşılık vermek. Bu iki kısımdır. Bunlardan birincisi: Ya malı ele geçirmeyi
çok fazla arzulamaktan ya da ehline olan düşmanlık nedeniyle mülklerin sahiplerinin
elinden kabzedilmesi gibi otorite tarafından yapılan zorla ele geçirmelerdir. Mezalim,
işlerin derinlemesine araştırılması esnasında bunu bilir ve mazlumların mallarının
iadesini emreder. Ancak durum net olarak bilinemiyorsa duruşma yapılır.”[7]
İkincisi:
Kamuya Ait Alanlardan Faydalanma İşinin Tanzimine Müdahale
Caddelerin, sahaların,
oto parkların veya yaya geçitlerinin veya çarşılardaki oturma yerlerinin, deniz
avı için avlanma sahalarının, yüzme alanlarının ve tuzlalardan tuz çıkarma sahalarının
belirlenmesi gibi hususlara toplum fertlerinin her birinin ihtiyaçları oranında
uygun olan nasibi elde edebilmesi için müdahalede bulunulur. Böylelikle bu alanlardan
faydalanmakta güçlü olanlar zayıf olanlar üzerinde bir üstünlük kurmamış ve faydalanma
hususundaki anlaşmazlıklar ve kindarlıklar engellenmiş olur.
Üçüncüsü:
Kamu Mülkiyetinden Faydalanmakta Çekişen Taraflar Arasını Islah Etmek[8]
Dünya malını elde etme
hususunda rekabet etmek, sahibi bilinen ve hisselerine göre dağıtımı yapılmış bir
miras malı gibi olmayıp herkesin kamu malından faydalanmakta yarışması insanın tabiatındandır.
Kamu mülkiyetinin bu durumu toplumda bir takım çekişmelere ve ihtilaflara yol açabileceğinden
ihkak-ı hak (hakkın sahibine teslim edilmesi) için devletin meseleye
müdahale etmesi, anlaşmazlığı ve ihtilafı ortadan kaldırması gerekir. Bu iş, devletin
hakkı ve görevidir. Kamu mülkiyetinde oturan bir kimse hakkında İmam Ahmed şöyle
demektedir: “Orada oturur ve bunu uzatırsa engellenir. Çünkü bu durumda adeta
onun sahibi gibi olmuş olur… Şayet yer hakkında iki kişi birbiri ile yarışacak olursa
muhtemelen aralarında kavga çıkar. Muhtemelen de imam bunlardan birisini haklı bulur.
Şayet oturan kimse yoldan geçen kimsenin yolunu daraltıyor ve oturmak için ona bir
yer bırakmıyorsa belli bir bedel karşılığı imamın ona veya başkasına imkân tanıması
helal olmaz.”[9]
Dödüncüsü:
Genel Himâ’nın (Koru) Korunması
Birtakım özel maksatlar
nedeniyle devletin yani Halîfe’nin, genel mülkiyetin ve şu anda uygulandığı gibi
insanların özel mülklerinin bir kısmını koruma altına alma hakkı vardır.
عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ الله عَنهُمَا أنَّ الصَعْبَ بن جَثَّامَةَ
قَالَ إن رَسُولُ الله صَل الله عَلَيهِ وَسَلَّمَ قَالَ: لا حِمَى إلا للهِ وَلِرَسُولِهِ
“İbni Abbas -Allah onlardan
razı olsun-, Sa’b b. Cessame’den dedi ki: Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem şöyle dedi: Himâ (koru) ancak Allah’a ve Rasulü’ne aittir.”[10]
Ebu Ubeyd el-Kasım b.
Selam şöyle diyor: “Sa’b b. Cessame’nin Nebi
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den naklen söylemiş olduğu hadis; imamın Allah için
koru hakkı olduğunu göstermektedir. Tıpkı Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in koru
yaptığı gibi. Tıpkı Ömer’in koru yaptığı gibi. Bunların tümü himâ kapsamı içerisine
girer.”[11]
Ebu Ubeyd el-Kasım b. Selam, Allah için olan korunun iki şekilde gerçekleşeceğini
söyler. Birincisi: Allah yolunda savaşta kullanılan atlar için toprağın koru
haline getirilmesi ki Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in kendisi bizzat bunu yapmıştır. İkincisi: Sadaka hayvanları için yapılır ki bunu
da Ömer RadiyAllahu Anh yapmıştır.[12]
Burada Buhari ve Ebu Davud’un rivayetinde yer alan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Nakî’de ve
Ömer RadiyAllahu Anh’ın Rabeze’de yapmış
olduğu koruluğa işaret vardır.
Himâ: Mubah bir arazinin
âmmenin maslahatı için tahsis edilmesidir. Bu merafiki âmmeden farklıdır. Ancak
bu, himâyı özel mülkiyet de devlet mülkiyeti de yapmaz. Bilakis genele ait bir mülk
olarak kalır. Genel mülkiyet, genel mubahları kapsamına alır. Bunların tümü genelin
çıkarı için mevkuftur.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ondan sonra
gelen Raşit Halîfeler zamanında himâ, cihad atlarına ve sadaka develerine ait bir
arazi idi. Şu anda ise buna benzer gayeler için; cihad için hazırlanan orduya ait
tesisler, kışlalar, askerî eğitim sahaları ve benzeri yerler için de kullanılabilir.[13]
Beşincisi:
Arazilerin Kullanılabilir Hale Getirilmesinin Tanzimi (Ölü Arazilerin İhya Edilmesi)
İslâm, ölü arazilerin
ihya edilmesini teşvik etmiştir. Bu hususta Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
مَنْ أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً فَهِيَ لَهُ
“Kim ölü bir araziyi ihya ederse onun olur.”[14] Bir başka rivayette
ise şöyle buyurmaktadır:
مَنْ أعَمَرَ أَرْضًا لَيْسَتْ لِأَحَدٍ فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا
“Herhangi bir kimseye
ait olmayan bir araziyi imar eden kimse ona sahip olmaya daha hak sahibidir.”[15]
Şafii’ye göre ölü arazi
şudur: “İmar edilen bir yere bitişik olsa dahi imar edilmemiş ve harim (korunmuş)
olmayan her şey ölüdür.” Ebu Hanife şöyle dedi: “Mevat (ölü araziler) imardan
sonra suyun ulaşmadığı yerlerdir.” Ebu Yusuf şöyle dedi: “İmar edilmiş bulunan
bir arazinin en uzak bir noktasında duran bir münadi yüksek sesle bağırdığında
imar edilmiş olan yerde ona en yakında olan bir kimsenin sesini duyamadığı yerdir.”[16]
Maverdi, “Komşuların ve uzakta bulunanların
ölü arazilerin ihya edilmesinde aynı konumda olduğunu” söyler. Fakat İmam Malik, “Ölü arazinin komşularının
imar edilmiş toprak ehlinden olduğunu ve uzaktakilere göre araziyi canlandırmaya
daha bir hak sahibi olduğunu” söyler.[17]
Bu faaliyetler, içerisinde
bulunduğumuz günlerde canlandırma, arazi ıslahı/reformu olarak isimlendirilmektedir.
Burada en büyük sorumluluk devlete aittir. Bu devletler bazen arazi ıslahını teşvik
eder. Bunun için birtakım vergilerden muaf tutmak, alt yapı ve ucuz elektrik sağlanması
gibi kanunlar çerçevesindeki uygulamalarla insanları arazi iyileştirmelerine teşvik
ederler.
Halîfe’nin bu ölü arazilerden
ikta etmesi caizdir. Bu hususta Ebu Yusuf, müminlerin emiri Harun er-Reşid’e yönelik
olarak şöyle demektedir: “Ey müminlerin emiri! Güç kullanılarak fethedilen ve
halkı ile sulh yapılan araziler hakkında sordun… Bunlar kimsenin mülkü değildir,
kimsenin elinde de değildir. Onlar ölü arazilerdir. Her kim oraları canlandırırsa
veya bir kısmını canlandıracak olursa onun olur. Dilediğin ve uygun gördüğün kimseye
ikta etme ve kiraya verme hakkın da vardır. Buralar hakkında sana göre uygun gördüğün
şeyi yapabilirsin. Ölü olan bir araziyi ihya eden herkes o arazinin sahibi olur.
Ebu Hanife RadiyAllahu Anh şöyle demektedir: İmam izin verdiği zaman ölü
olan bir araziyi ihya eden kimse o araziye sahip olur. İmam’ın izni olmaksızın ölü
bir araziyi ihya eden kimse o araziye sahip olamaz. İmam araziyi onun elinden alabilir
ve orada kiralama, ikta veya bir başka şeyi yapabilir.”[18]
Ebu Yusuf, İmam'ın izninin
Ebu Hanife tarafından şart koşulmasını insanlar arasında çekişmelerin meydana gelmesi
veya birbirlerine zarar vermeleri durumunda İmam tarafından ihtilafların ortadan
kaldırılmasına yorumlamaktadır. İnsanların açgözlülük, arzular, enaniyet gibi etkenlere
göre tahakküm etmeleri nedeniyle Ebu Hanife’nin görüşünün daha uygun, uyumlu olduğu
görülmektedir. Nüfusun düzenli olarak artış göstermesi, bayındırlık ve imar faaliyetlerindeki
artış sonrasında ölü sahaların azalması nedeniyle “konut patlaması” olarak
isimlendirilen gelişmelerin gölgesinde çatışma ve çekişmelerin vuku bulması daha
büyük bir ihtimaldir. Bir kargaşanın olmaması için canlandırma faaliyetlerinin tanzimine
müdahale etmekten başka bir yol yoktur.
Her kim de ölü bir araziyi
canlandırır ve ardından da üç yıl üst üste orayı boş bırakacak olursa, bu arazi
ile ilgili olarak anlaşmazlığı ortadan kaldırma ve araziyi bir başkasına verme gücüne
sahip olan cihet devlettir. Bunun delili Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisidir:
مَنْ أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً فَهِيَ لَهُ ، وَلَيْسَ لِمُحْتَجِرٍ حَقٌّ
بَعْدَ ثَلاثِ سِنِينَ
“Kim ölü bir araziyi
canlandırırsa onundur. Taşla çeviren (başkası el koymasın diye etrafını
çeviren) kimsenin üç yıldan sonra hakkı yoktur.”[19] İmam
Şafiî’nin Müsnedi’nde şöyle geçmektedir: Ömer b. el-Hattab RadiyAllahu Anh dedi ki:
لَيْسَ لِأَحَدٍ إلَّا ما أَحَاطَتْ عَلَيْهِ جُدْرَانُهُ إنَّ إحْيَاءَ
الْمَوَاتِ مَا يَكُونُ زَرْعًا أَوْ حَفْرًا , أَوْ يُحَاطُ بِالْجُدْرَانِ , وَهُوَ
مِثْلُ إبْطَالِهِ التَّحْجِيرَ بِغَيْرِ مَا يَعْمُرُ بِهِ مِثْلُ مَا يَحْجُرُ
“Bir duvar ile çevirmesi dışında hiçbir kimsenin
hakkı yoktur. Ölü arazinin ihya edilmesi ziraatla, kuyu kazmakla veya duvarla çevirmekle
olur. O, bir başkası tarafından taşla çevrilerek iptal edilmesi gibidir. Yani imar
etmek taşla çevirmek gibidir.”[20] İşte burada kimin ektiğini,
kimin de boş bıraktığını denetleme ve buna göre de kişi hakkındaki uygun olan icraatı
yerine getirmek suretiyle işleri disipline etme işlevini yerine getirme hususunda
devletin önemi öne çıkmaktadır.
Abdullah b. Ebî Bekir’den:
Dedi ki: “Bilal b. Haris el-Müzeni Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi
ve Rasulullah da geniş ve uzun bir araziyi ona ikta etti. Ömer Halîfe olduğunda
ona şöyle dedi: Ey Bilal! Sen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den geniş ve
bir uzun arazinin ikta edilmesini istedin, o da onu sana verdi. Zira Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendisinden bir şey istendiği zaman onu geri çevirmezdi.
Şu anda ise sen elindekinin hakkından gelemiyorsun. Bunun üzerine el-Müzeni: Evet,
doğru söylüyorsun, dedi. Ömer: Öyleyse gücün yettiği, ekip biçtiğin kadarını elinde
tut. Geri kalanını ise bize bırak ki Müslümanlar arasında onu bölüştürelim. Bunun
üzerine el-Müzeni şöyle dedi: Hayır, Allah’a yemin olsun ki Rasulullah’ın bana ikta
etmiş olduğu hiçbir şeyi geri vermem. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Allah’a yemin
olsun ki elbette yapacaksın. Ardından da işlemekten aciz kaldığı kısmı ondan aldı
ve Müslümanlar arasında dağıttı.”[21] Ömer RadiyAllahu Anh tarafından yapılan bu müdahale,
Halîfe veya Devlet Başkanı sıfatıyla yapılan bir müdahaledir. Kendisi böyle bir
işe kalkışmıştır zira o, emir sahibi olduğu için bu fiili bir başkasının hakkına
saldırı olarak görmüyor tam tersine sahip olduğu haklardan sayıyordu.
Devletin yeni arazileri
istimlâk etme imkânı ile ilgili hususa gelince: Bir yönüyle cemaatin maslahatını
gördüğü zaman devletin bunu yapması caizdir. Diğer yönüyle de istimlâk ettiği arazi
ferdî mülkiyetten ise mal sahibine bedelini öder.
Yine arazileri kendiliğinden
ıslah etmek veya insanları arazileri ıslah etmeye teşvik etmek devletin görevlerindendir.
Bu kapsamda devlet, ıslaha konu olan yerlere kanallar veya borularla su ve elektrik
temin ettikten, hastaneler ve yollar açtıktan sonra bazı insanlara ıslah etmeleri
için muayyen arazileri verir, ondan faydalanmaları için onlara mülk yapar. Böylelikle
çölleşmiş olan bu bölgelerde çalışmak kolaylaşır. Bazen de birtakım ekonomistleri
endişeye düşüren sorunlardan olan çölleşmenin azalmasına katkıda bulunmuş olur.
Altıncısı:
Vakıfları Görüp Gözetmek ve Disipline Etmek
Vakfın lügat anlamı
şudur:
Hapsetmek, evi durdurdu, onu hapsetti.[22] Dilde
şâz olarak kullanım dışında أوقفت “durdurdum” denilmez. حبست أحبست “hapsettim, hapsettirdim”[23] denilir. Abdullah
b. Ömer’den rivayet edilen hadiste bu şekilde kullanılmıştır. Dedi ki: “Hayber’de
Ömer’in payına bir arazi düştü. Bu hususta ne emredeceğini öğrenmek için Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulallah! Bana göre daha
güzelinin isabet etmediği kadar güzel bir arazi payıma düştü. Bu hususta bana ne
emredersin? Buyurdu ki:
إِنْ شِئْتَ حَبَّسْتَ أَصْلَهَا , وَتَصَدَّقْتَ بِهَا
“Dilersen aslını hapsedersin ve onu tasadduk edersin.” Bunun üzerine Ömer
onu tasadduk etti. Ancak aslının satılmaması, hibe edilmemesi ve miras bırakılmamasını
şart koştu. Dedi ki: Ömer onu fakirlere, yakın akrabaya, kölelere, misafirlere ve
yolda kalmışlara tasadduk etti. O arazinin velayetine sahip olan kimsenin (mütevellinin)
onunla zenginleşmeden ve mal biriktirmeden[24]
maruf ölçüsünde ondan yemesinde veya arkadaşına yedirmesinde bir günah yoktur.”
Istılahta Vakıf: Aslı hapsetmek
menfaati ise akıtmaktır. Bir kaynağı hapseden kimse “vakıf” olarak, hapsedilen
mal da “el-aynu’l mahbûse” diye isimlendirilir. Bir malın vakfı muhtelif
türler altında gerçekleşir: el-vakfu’z zürrî, (aile veya soydan gelenlere ait vakıf),
el-vakfu’l hayrî, (hayır vakfı), vakfu’s sebîl (sebil vakfı) bunlardandır. Vakfeden
kimse; mülkü ya üzerine göre veya Allah Teâlâ’nın mülkü üzere aynıyla hapseden kimsedir.
İbni Kudame’nin el-Muğnisi’nde
şöyledir: “Seleften ilim ehlinin çoğu ve onlardan sonra gelenler vakfın sıhhatine
kaildirler. Cabir dedi ki: Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ashabından Zü Makdere
haricinde herkes vakfetmiştir.[25]
Müslüman, Müslümanlar
için bir şeyi vakfettiği zaman (mutlak olarak vakıf yaptığında) kendisinin de ondan
faydalanması caizdir. Çünkü Müslümanlar cümlesinin içine o da girmektedir. Örneğin:
Bir mescit vakfettiğinde orada namaz kılabilir veya vakfettiği kuyudan su içebilir.[26]
Bu, genel mülkiyet kapsamına girer. Ancak çocukları ve torunları gibi belli bir
topluluğa vakfetmişse vakıf bunlarla sınırlı kalır.
Vakıfla ilgilenilecek
cihete gelince: İşin başında vâkıf (vakıfta bulunan kimse) buna bakar. Veya vakıf
mutlak değilse yani çocuklara, akrabalara veya zürriyete ait ise ona vâkıf olarak
tayin eden kimse tarafından bakılır. Vefat sonrası mülkün mefkûfun aleyhe (kendisi
namına vakıf yapılana) veya Allahu Teâlâ’ya intikal imkânına göre vakfa bakacak
olan cihet belirlenir. Şayet bu, kendisi namına vakıf yapılan olduğunu söyleyecek
olursak vakfa kendisi namına vâkıf yapılan bakar. Çünkü o, onun aynını mülk ettirmiş
ve faydalandırmıştır. Şayet onun Allah olduğunu söyleyecek olursak, Allah adına
vakfa bakar ve masraflarını gerekli yerlerine harcar. Çünkü o, Allah’a ait bir maldır.
Miskinler için yapılan bir vakfa bakacak olan da Müslümanların yöneticisidir. Miskinler
için olan bir vakıf, mescitler ve benzerleri veya sınırlandırılması ve kuşatılması
mümkün olmayan vakıfların bakımı yöneticiye aittir. Çünkü onun bakımını üstlenecek
tayin edilmiş bir malik yoktur. Hâkim onun için bir naip atayabilir. Çünkü bizzat
kendisinin buna bakması mümkün olmayabilir.[27]
Bu açıklamalara göre
İbni Kudame; işlerine bakacak tayin edilmiş kimse bulunmadığı, insanlardan onu kucaklayacak
kimsenin olmaması ve hasredilmesi mümkün olmadığı için miskinlere ve mescitlere
ait vakıfların bakımını üstlenecek olan kimsenin yönetici (Halîfe) olduğu görüşündedir.
Bu türden vakıflar için tayin edilmiş bir malik bulunmadığından işleri yürütecek
olan, takip etme yetkisine sahip olan devlettir. Devlet kamuya ait haklardan, kamuya
ait mallardan ve bu çerçeve içerisinde yer alan mülklerden sorumludur. Efendimiz
Ömer RadiyAllahu Anh’ın şöyle dediği rivayet
edilmektedir: “Her kim bir mal istiyorsa bana gelsin. Zira Allah Tebârake ve
Teâlâ beni onun hazinedarı ve taksim edicisi kılmıştır.”[28]
Devlet, cemaatin naibi
ve onun temsilcisidir. Devlet, hazinedar, infak eden ve güden kimse konumundadır.
Yine devlet, mülkiyetlerden birisinin bir diğerine karşı aşırılığa gitmemesi, haddi
aşmaması için muhtelif türleriyle mülkiyetlerin hamisidir. Devlet, cemaate ait olan
bir mülkün fert tarafından veya ferde ait bir mülkün devlet tarafından mülk edinilmesine
izin vermez. Bir yol açılması veya cemaat için bir tesisin inşa edilmesinin zaruri
olması halinde olduğu gibi devlet, ancak eş değerini ödedikten sonra birtakım şartlar
içerisinde bunu yapabilir. Yani ferdî mülkiyete, kamu mülkiyetine ve devlet mülkiyetine
saygı göstermek Hilâfet Devleti’nin
görevidir. Bir mülkiyetin bir başka mülkiyete nakledilmesi halinde mali karşılığının
ödenmesinden sonra istisnai hallerde şeriat tarafından buna cevaz verilmiştir.
Devlet, fertler tarafından
gerçekleştirilmesi, güç olan büyük projelerde kamu mallarını değerlendirir. Yapılan
harcamaya göre kârlı olmayan bir takım projelerin veya devasa büyüklükte sermayeyi
gerektiren projelerin fertler tarafından hayata geçirilememesi tabiidir. Böylesi
durumlarda insanların işlerini kapsamlı bir şekilde görüp gözetmek ve idare etmekle
sorumlu olan Hilâfet Devleti için
bu projeleri ikame etmekten veya finansmanını sağlamaktan başka çıkar yol yoktur.
İnsanlar için hayati niteliği olan tesisleri temin etmek de devletin görevlerindendir.
Hilâfet Devleti, kalkınmaya liderlik
eder, ekonomik faaliyetlere ait süreci tashih eder, kamuya ait tesislerden faydalanılmasını
kolaylaştırır. Suların arıtılması, deniz sularının tahliye edilmesi, çevre kirliliği
ve benzeri hususları kontrol etmesi gibi bunlardan en kolay bir şekilde faydalanma
imkânlarını oluşturur ve sağlık şartlarının tam uyumuna bakar.
Fertlerin gerçekleştirmekten
aciz olduğu işlerin en bariz olanları şunlardır: Ağır sanayiler, demir yolları,
yolların açılması, havaalanlarının inşası, köprüler yapılması ve büyük tüneller
gibi kamuya ait yapılardır. İşte burada Hilâfet Devleti’nin boşluğu doldurma ve
mesuliyetini taşıma rolü yer alır.
[1] Abdullah,
Muhammed Hüseyin, el-Fikru’l İslâmî.
[2] Süneni Ebu
Davûd
[3] El-Hûlî, el-Behî,
es-Servetü Fî Zılli’l İslâm
[4] Daha önce
geçmişti.
[5] Tirmîzî,
[6] Süneni Nesei
[7] El-Mâverdî,
el-Ahkâmu’s Sultaniyye a e. S. 260
[8] el-Mesrî,
D. Rafîk Usûlu’l İktisadî’l İslâm, a.e, S. 43. El-Hûlî, el-Behî es-Servetü Fi Zılli’l
İslâm a.e, S. 102
[9] İbni Kudame,
el-Muğnî ve’ş Şerhu’l Kebîr, Daru’l Kitabu’l Arabî, Beyrut-Lübnan, H. 1403/M. 1983
6/63
[10] Fethu’l Bârî
Şerhu Sahîhu’l Buhârî,
[11] Ebu Ubeyd,
el-Kasım b. Selam. El-emval, a.e, S. 299. El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniyye, a.e,
S. 233, 234.
[12] Ebu Ubeyd,
el-Kasım b. Selam. El-emval, a.e, S. 297. . El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniyye,
a.e, S. 233, 234.
[13] El-Mesrî,
D. Rafîk Usûlu’l İktisadî’l İslâm, a.e, S. 44-45
[14] Fethu’l
Bârî Şerhu Sahîhu’l Buhârî
[15] Fethu’l Bârî
Şerhu Sahîhu’l Buhârî,
[16] El-Mâverdî,
el-Ahkâmu’s Sultaniye a.e, S. 223
[17] A.e, S. 223
[18] Ebu Yûsuf,
el-Harac a.e, S. 63-64
[19] Ez-Zeyleî,
Nasbu’r Râye, Daru’l Hadis, el-Kahire-Mısır, H. 1357/M. 1938, 4/290
[20] El-İmamu’ş
Şafiî, Müsnedü’ş Şafiî, a.e, S. 382
[21]
El-Beyhakî, es-Sünenü’l Kübrâ
[22] El-Fîrûz Âbâdî,
el-Kamûsu’l Muhît, Daru’l Kütübü’l İlmiyye,
[23] İbni Kudame,
el-Muğnî, a.e, 6/185
[24] El-Beyhakî
[25] İbni Kudâme,
el-Muğnî, a.e, 6/185
[26] A.e, 6/193
[27] A.e, 6/243
[28] İbnü’l Cevzî,
Tarîhu Ömer b. el-Hattab, Daru’r Râidu’l Arabî, Beyrut-Lübnan, H. 1402/M. 1982,
S. 87.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış