HİLÂFET DEVLETİ’NDE KAMU MÜLKİYETİ

Dr. Âyed Fadl Eş-Şa’râvî

Kamu mülkiyeti şeriatın, insanların aralarında ortak olduğunu şeriatın nassla belirlediği hususlardır. Bunun ferdî olarak sahiplenilmesi yasaktır.[1] O tüm insanlara ait bir mülktür ve onlar üzerinde dondurulmuştur. Yaşayan herkes ve kıyamete kadar gelecek tüm insanlar bundan faydalanır.

Merafiku’l cemaanın yani kamuya ait mal ve hizmetlerin yeterli miktarda bulunmaması durumunda insanlar bunları elde edebilmek amacıyla dağılırlar. Bunlar, enerji ve su gibi tükenmeyecek kadar çok miktardaki tüm madenleri kapsadığı gibi tabiatı itibariyle bireylerin sahip olmaları yasaklanmış olan tüm eşyaları da kapsar. Bu türden madenlerin tuz gibi herhangi bir güç harcanmadan kolayca faydalanılabilecek bir maden olmasıyla, altın, gümüş, demir ve bakır gibi açıkta bulunmayan madenlerden olması, billur gibi donmuş bir halde veya petrol gibi akıcı nitelikte bir maden olması arasında fark yoktur.

Tabiatı itibarıyla fertlerin mülk edinmeleri men edilmiş olan eşyalara gelince bunlar: Yollar, nehirler, denizler, göller, körfezler, boğazlar, okullar, mescitler ve hastanelerdir.

Kamu Mülkiyetinin Tabiatı

İslâm’da mülkiyet üç türe ayrılır: Özel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti. Ümmet’in maslahatı için devletin değerlendirerek gelirlerini toplaması ve kendisi hakkında harcama yapılması bakımından mali siyasetle alâkası olduğu için, kamu mülkiyetini ilgilendiren gerekçeleri ve onun sıfatlarını aşağıdaki şekilde nitelendirebiliriz:

Birincisi: Kamu Mülkiyeti Merafiku’l Cemaadandır

Kamu mülkiyeti bütün insanların muhtaç olduğu merafiku’l cemaadandır. Bunların yokluğunda veya kıtlığında insanlar başka yerlerde bunları bulabilme arayışına girerler ve dağılırlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ فِي الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ

Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda, merada ve ateşte.”[2]

Hadiste bu üç şeyin zikredilmesi sınırlandırma ifade etmemektedir. Ancak benzetme yoluyla yapılan bir ifade çeşididir. Bu üç şeyin hükmü; kolaylıkla elde edilerek kullanılan şeylerin de hükmüdür. Örneğin; petrol, gaz, madenler, tuz, kibrit, katran, nehirler, denizler, göller, taşlar, ormanlardaki ağaçlar, odun, odun kömürü, denizlerdeki balıklar, yabani kuşlar, otlaklar ve güneş enerjisi gibi çok sayıdaki varlıklar da suyun, ateşin ve meranın hükmünü alır.[3]

İkincisi: Bazısı Allah’ın Yarattığından Bazısı ise Beşerin Düzenlemesi ve Başarılarındandır

Allah’ın yaratmış olduğu kamu mülkiyetlerine örnek birinci bentte sıraladıklarımızdır. Ancak beşer tarafından oluşturulan kamu mülkiyeti örnekleri Allah Teâlâ’nın var ettiği mülkiyetlerden istifade edilmesi için ortaya konulan çözümlerdir. Su pompaları ve su tahliye motorları, nakil boruları, elektrik santralleri, direkleri ve kabloları, petrol çıkartma aletleri ve nakil boruları, petrol depolama ve boşaltma limanları, petrol arıtma tesisleri, kömür madenleri, kömür çıkarma aletleri, taş ocakları, nükleer enerji santralleri, atom fırınları, güneş enerjisinden faydalanma inşaatları, barajlar, köprüler, tüneller, yapay kanallar, yapay göller, caddeler, devlet yolları, genel alanlar, parklar, oyun alanları, mescitler, hastaneler, demir yolları, limanlar, hava alanları ve sığınaklar... Bunlar, beşer tarafından gerçekleştirilen düzenlemelerden olup kamu mülkiyeti niteliğine sahip olması nedeniyle bunların mülkiyetinde tüm insanlar hak sahibidir.

Üçüncüsü: Bol Olmasıyla Ayrıcalık Gösterir

Su, mera ve ateş nadir olmayan şeylerdendir ve bol olması ayrıcalığına sahiptir. Bu haliyle bütün insanların kullanmasına elverişlidir. Aynı zamanda hayatın zaruretlerindendir. Bunun için fertlerin bunlardan faydalanması, düzenlemesi işini devletin üstlenmesi gerekir. Ta ki böylece bu faydalanma süreci devam ettikçe hiçbir kimseye zulmedilmesin. Güçlü ve kuvvetli olanlar bunlara hükmederek zayıflar üzerinde bir hâkimiyet kurmasınlar.

Dördüncüsü: Ölçülemeyecek Kadar Çok Olan Aynları Fertlerin Mülk Edinmelerinin Caiz Olmaması

الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ فِي الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ

 Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda, merada ve ateşte[4] hadisinde yer alan merafiku’l cemaada yer alan şeyleri fertlerin mülk edinmeleri caiz değildir. Bunun delili Tirmîzî’nin rivayet etmiş olduğu şu hadistir:

عَن أبْيَضَ بنْ حَمَّالٍ أَنَّهُ وَفَدَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَاسْتَقْطَعَهُ الْمِلْحَ فَقَطَعَ لَهُ فَلَمَّا أَنْ وَلَّى قَالَ رَجُلٌ مِنْ الْمَجْلِسِ أَتَدْرِي مَا قَطَعْتَ قَالَ فَانْتَزَعَهُ لَهُ إِنَّمَا قَطَعْتَ لَهُ الْمَاءَ الْعِدَّ

“Ebyad b. Hammal’dan. Kendisi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek bir tuzlayı kendisine ikta etmesini istedi. Rasulullah da o tuz madenini ona verdi. Ebyad dönüp gidince mecliste bulunanlardan birisi Rasulullah’a: Ona neyi ikta ettiğinizi biliyor musunuz? Ona tükenmeyecek kadar büyük bir tuz madenini ikta ettiniz deyince o tuzlayı ondan geri aldı.[5] Kesintisiz olması nedeniyle hadiste tuz, çok miktardaki suya benzetilmiştir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem burasının tükenmeyecek kadar büyük bir tuz madeni yani tuz dağı olduğunu öğrendiğinde onu geri almış ve onun fert tarafından mülk edinilmesini engellemiştir. Çünkü o, toplumsal bir mülkiyettir. Bu hüküm sadece tuzla ile sınırlı olmayıp tüm madenlere de aynen uygulanır.

Tükenmeyecek kadar çok miktardaki madenlere bu asırda insanoğlunun keşfettiği; petrol, gaz, altın, gümüş, bakır, tuz, demir, kalay, kömür madeni, kurşun, uranyum, alüminyum… gibi bazı madenleri örnek verebiliriz. Bunlar ve benzeri madenler raiyyenin tüm fertlerinin faydalanma hakkı bulunan stratejik maddelerdendir. Çünkü bunlar Allah Subhanehû’nun yarattığı servetlerdendir. İnsanoğlu için bunları yerin altında biriktirmiştir. Aynı zamanda bu maddeler; mal, nakit, sivil sanayi, askerî sanayi, uzay savaşı ve servetin birikimi gibi hassas maddeler üzerinde devletin egemenliğini yürütmesi için devletin gücünü tamamlayan maddelerdir.

Bunun için İslâm, değerlendirilmesi için elverişli olan cihetleri sınırlandıran şeriatlarıyla bu maddeleri kuşatmış, raiyyeden olan fertlerin oluşturduğu topluma devlet tarafından belirlenen faydalanma türlerinin her türlüsü ile istifade etme imkânını sağlamıştır. Bu iş fıkıh kitaplarında geniş bir şekilde yer alan hususlardandır.

Beşincisi: Fertlerin Sınırlı Bir Miktarla Bazı Aynları Mülk Edinmelerinin Caiz Olması

Öte yandan miktar bakımından az olduğu için fertlerin mülk edinebilecekleri madenler vardır ve bunlar hakkında rikâz (insanlarca toprağa gömülmüş maden) hükümleri uygulanarak beşte biri devlete bırakılır. Buluntu hakkında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e sorulduğunda o şöyle dedi:

سُئِلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنِ اللُّقَطَةِ، فَقَالَ: مَا كَانَ فِي طَرِيقٍ مَأْتِيٍّ أَوْ فِي قَرْيَةٍ عَامِرَةٍ فَعَرِّفْهَا سَنَةً، فَإِنْ جَاءَ صَاحِبُهَا وَإِلا فَلَكَ، وَمَا لَمْ يَكُنْ فِي طَرِيقٍ مَأْتِيٍّ، وَلا فِي قَرْيَةٍ عَامِرَةٍ فَفِيهِ وَفِي الرِّكَازِ الْخُمْسُ

“Bulunan şey insanların gelip geçtiği bir yolda veya içerisinde insanların yaşadığı bir köyde bulunmuşsa bir yıl süre ile onu tanıt, duyur. Sahibi gelirse ona ver, gelmezse senindir. Şayet insanların gelip geçtiği bir yol üzerinde değilse veya içerisinde insanların yaşamadığı bir köyde bulunmuşsa rikâzdan sayılır ve beşte bir vardır.”[6]

İnsanların muhtaç olmadıkları bir su kaynağını ferdin mülk edinmesi caizdir. Fakat bir yolu veya rıhtımı veya deniz kenarını veya merafiku’l cemaadan sayılan benzeri yerleri veya genelin menfeati ile alâkalı yerleri mülk edinmesi caiz değildir. Ancak yollarda veya mescitte oturmak veya denizde ya da nehirde avlanmak veya parkta oturmak gibi mülk edinme şeklinde sahiplenmeden kamuya ait bu mekânlardan faydalanılması caizdir. Kullanmış olduğu mekânı haczetmesi caiz değildir. Zira bunun dışında herhangi bir ferdin de bu mekânlardan faydalanma hakkı vardır ve emir sahibi bu hususları tanzim eder.

KAMU MÜLKİYETİ KARŞISINDA DEVLETİN MESÛLİYETİ

Hilâfet Devleti reayanın işlerini görüp gözetmekten doğrudan doğruya sorumludur. Reayanın özel ve genele ait mallarının korunması bu sorumluluğun gereklerindendir. Kamu mülkiyetine yönelik saldırılara izin vermemesi ise bu malın muhafaza edilmesi kapsamında değerlendirilir. Yine kamu mülkiyetinden faydalanılma hususunun tanzimi için İslâm şeriatından istinbat edilmiş kanuni kuralların konulması da bu görüp gözetme kapsamında yer alan işlerdendir. Cemaatin çıkarı için o malları himâye eder. Kamu mülkiyetine ait mallarla ilgili olarak Hilâfet Devleti’nin sorumlu olduğu hususlar aşağıda beyan edilmektedir:

Birincisi: Saldırının ve Bir Zarar Verilmesinin Engellenmesi

Hangi taraftan ve nereden olursa olsun devlet, kamu mülkiyeti mülklerine yönelik bir saldırıya izin vermez. Devlet, bu mülkiyeti himâye etmek, herhangi bir devlet malının, tesisin, aletin, yolun, sahanın, sahilin veya benzerlerinin açgözlüler veya bozguncu kimseler tarafından tahrip edilmesini men etmekle şeran mükelleftir. Çünkü bunlar topluma ait mülklerdendir. Emir sahibinin kamu mülkiyetlerinin bazı kısımlarını kendisinin veya yakınının mülküne geçirmesi caiz değildir. Böyle bir olayın yaşanması halinde Ümmet Meclisi, Mezalim Mahkemesi ve Ümmet’in cumhuru tarafından hesaba çekilir. Burada Ümmet’e düşen görev emir sahibinin muhasebe edilmesi için nizamı şekillendirmektir.

Bu kapsamda Maverdi şöyle diyor: “Mezalimin bakması gereken hususlar on kısmı kapsar: Birinci Kısım: Valilerin, reayaya yönelik saldırılarına bakmak… Beşinci Kısım: Gasıplara karşılık vermek. Bu iki kısımdır. Bunlardan birincisi: Ya malı ele geçirmeyi çok fazla arzulamaktan ya da ehline olan düşmanlık nedeniyle mülklerin sahiplerinin elinden kabzedilmesi gibi otorite tarafından yapılan zorla ele geçirmelerdir. Mezalim, işlerin derinlemesine araştırılması esnasında bunu bilir ve mazlumların mallarının iadesini emreder. Ancak durum net olarak bilinemiyorsa duruşma yapılır.”[7]

İkincisi: Kamuya Ait Alanlardan Faydalanma İşinin Tanzimine Müdahale

Caddelerin, sahaların, oto parkların veya yaya geçitlerinin veya çarşılardaki oturma yerlerinin, deniz avı için avlanma sahalarının, yüzme alanlarının ve tuzlalardan tuz çıkarma sahalarının belirlenmesi gibi hususlara toplum fertlerinin her birinin ihtiyaçları oranında uygun olan nasibi elde edebilmesi için müdahalede bulunulur. Böylelikle bu alanlardan faydalanmakta güçlü olanlar zayıf olanlar üzerinde bir üstünlük kurmamış ve faydalanma hususundaki anlaşmazlıklar ve kindarlıklar engellenmiş olur.

Üçüncüsü: Kamu Mülkiyetinden Faydalanmakta Çekişen Taraflar Arasını Islah Etmek[8]

Dünya malını elde etme hususunda rekabet etmek, sahibi bilinen ve hisselerine göre dağıtımı yapılmış bir miras malı gibi olmayıp herkesin kamu malından faydalanmakta yarışması insanın tabiatındandır. Kamu mülkiyetinin bu durumu toplumda bir takım çekişmelere ve ihtilaflara yol açabileceğinden ihkak-ı hak (hakkın sahibine teslim edilmesi) için devletin meseleye müdahale etmesi, anlaşmazlığı ve ihtilafı ortadan kaldırması gerekir. Bu iş, devletin hakkı ve görevidir. Kamu mülkiyetinde oturan bir kimse hakkında İmam Ahmed şöyle demektedir: “Orada oturur ve bunu uzatırsa engellenir. Çünkü bu durumda adeta onun sahibi gibi olmuş olur… Şayet yer hakkında iki kişi birbiri ile yarışacak olursa muhtemelen aralarında kavga çıkar. Muhtemelen de imam bunlardan birisini haklı bulur. Şayet oturan kimse yoldan geçen kimsenin yolunu daraltıyor ve oturmak için ona bir yer bırakmıyorsa belli bir bedel karşılığı imamın ona veya başkasına imkân tanıması helal olmaz.[9]

Dödüncüsü: Genel Himâ’nın (Koru) Korunması

Birtakım özel maksatlar nedeniyle devletin yani Halîfe’nin, genel mülkiyetin ve şu anda uygulandığı gibi insanların özel mülklerinin bir kısmını koruma altına alma hakkı vardır.

عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ الله عَنهُمَا أنَّ الصَعْبَ بن جَثَّامَةَ قَالَ إن رَسُولُ الله صَل الله عَلَيهِ وَسَلَّمَ قَالَ: لا حِمَى إلا للهِ وَلِرَسُولِهِ

İbni Abbas -Allah onlardan razı olsun-, Sa’b b. Cessame’den dedi ki: Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: Himâ (koru) ancak Allah’a ve Rasulü’ne aittir.”[10]

Ebu Ubeyd el-Kasım b. Selam şöyle diyor: “Sa’b b. Cessame’nin Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den naklen söylemiş olduğu hadis; imamın Allah için koru hakkı olduğunu göstermektedir. Tıpkı Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in koru yaptığı gibi. Tıpkı Ömer’in koru yaptığı gibi. Bunların tümü himâ kapsamı içerisine girer.”[11] Ebu Ubeyd el-Kasım b. Selam, Allah için olan korunun iki şekilde gerçekleşeceğini söyler. Birincisi: Allah yolunda savaşta kullanılan atlar için toprağın koru haline getirilmesi ki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kendisi bizzat bunu yapmıştır. İkincisi: Sadaka hayvanları için yapılır ki bunu da Ömer RadiyAllahu Anh yapmıştır.[12] Burada Buhari ve Ebu Davud’un rivayetinde yer alan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Nakî’de ve Ömer RadiyAllahu Anh’ın Rabeze’de yapmış olduğu koruluğa işaret vardır.

Himâ: Mubah bir arazinin âmmenin maslahatı için tahsis edilmesidir. Bu merafiki âmmeden farklıdır. Ancak bu, himâyı özel mülkiyet de devlet mülkiyeti de yapmaz. Bilakis genele ait bir mülk olarak kalır. Genel mülkiyet, genel mubahları kapsamına alır. Bunların tümü genelin çıkarı için mevkuftur.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ondan sonra gelen Raşit Halîfeler zamanında himâ, cihad atlarına ve sadaka develerine ait bir arazi idi. Şu anda ise buna benzer gayeler için; cihad için hazırlanan orduya ait tesisler, kışlalar, askerî eğitim sahaları ve benzeri yerler için de kullanılabilir.[13]

Beşincisi: Arazilerin Kullanılabilir Hale Getirilmesinin Tanzimi (Ölü Arazilerin İhya Edilmesi)

İslâm, ölü arazilerin ihya edilmesini teşvik etmiştir. Bu hususta Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

مَنْ أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً فَهِيَ لَهُ

 Kim ölü bir araziyi ihya ederse onun olur.[14] Bir başka rivayette ise şöyle buyurmaktadır:

مَنْ أعَمَرَ أَرْضًا لَيْسَتْ لِأَحَدٍ فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا

Herhangi bir kimseye ait olmayan bir araziyi imar eden kimse ona sahip olmaya daha hak sahibidir.”[15]

Şafii’ye göre ölü arazi şudur: “İmar edilen bir yere bitişik olsa dahi imar edilmemiş ve harim (korunmuş) olmayan her şey ölüdür.” Ebu Hanife şöyle dedi: “Mevat (ölü araziler) imardan sonra suyun ulaşmadığı yerlerdir.” Ebu Yusuf şöyle dedi: “İmar edilmiş bulunan bir arazinin en uzak bir noktasında duran bir münadi yüksek sesle bağırdığında imar edilmiş olan yerde ona en yakında olan bir kimsenin sesini duyamadığı yerdir.”[16] Maverdi, “Komşuların ve uzakta bulunanların ölü arazilerin ihya edilmesinde aynı konumda olduğunu” söyler. Fakat İmam Malik, “Ölü arazinin komşularının imar edilmiş toprak ehlinden olduğunu ve uzaktakilere göre araziyi canlandırmaya daha bir hak sahibi olduğunu söyler.[17]

Bu faaliyetler, içerisinde bulunduğumuz günlerde canlandırma, arazi ıslahı/reformu olarak isimlendirilmektedir. Burada en büyük sorumluluk devlete aittir. Bu devletler bazen arazi ıslahını teşvik eder. Bunun için birtakım vergilerden muaf tutmak, alt yapı ve ucuz elektrik sağlanması gibi kanunlar çerçevesindeki uygulamalarla insanları arazi iyileştirmelerine teşvik ederler.

Halîfe’nin bu ölü arazilerden ikta etmesi caizdir. Bu hususta Ebu Yusuf, müminlerin emiri Harun er-Reşid’e yönelik olarak şöyle demektedir: “Ey müminlerin emiri! Güç kullanılarak fethedilen ve halkı ile sulh yapılan araziler hakkında sordun… Bunlar kimsenin mülkü değildir, kimsenin elinde de değildir. Onlar ölü arazilerdir. Her kim oraları canlandırırsa veya bir kısmını canlandıracak olursa onun olur. Dilediğin ve uygun gördüğün kimseye ikta etme ve kiraya verme hakkın da vardır. Buralar hakkında sana göre uygun gördüğün şeyi yapabilirsin. Ölü olan bir araziyi ihya eden herkes o arazinin sahibi olur. Ebu Hanife RadiyAllahu Anh şöyle demektedir: İmam izin verdiği zaman ölü olan bir araziyi ihya eden kimse o araziye sahip olur. İmam’ın izni olmaksızın ölü bir araziyi ihya eden kimse o araziye sahip olamaz. İmam araziyi onun elinden alabilir ve orada kiralama, ikta veya bir başka şeyi yapabilir.”[18]

Ebu Yusuf, İmam'ın izninin Ebu Hanife tarafından şart koşulmasını insanlar arasında çekişmelerin meydana gelmesi veya birbirlerine zarar vermeleri durumunda İmam tarafından ihtilafların ortadan kaldırılmasına yorumlamaktadır. İnsanların açgözlülük, arzular, enaniyet gibi etkenlere göre tahakküm etmeleri nedeniyle Ebu Hanife’nin görüşünün daha uygun, uyumlu olduğu görülmektedir. Nüfusun düzenli olarak artış göstermesi, bayındırlık ve imar faaliyetlerindeki artış sonrasında ölü sahaların azalması nedeniyle “konut patlaması” olarak isimlendirilen gelişmelerin gölgesinde çatışma ve çekişmelerin vuku bulması daha büyük bir ihtimaldir. Bir kargaşanın olmaması için canlandırma faaliyetlerinin tanzimine müdahale etmekten başka bir yol yoktur.

Her kim de ölü bir araziyi canlandırır ve ardından da üç yıl üst üste orayı boş bırakacak olursa, bu arazi ile ilgili olarak anlaşmazlığı ortadan kaldırma ve araziyi bir başkasına verme gücüne sahip olan cihet devlettir. Bunun delili Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisidir:

مَنْ أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً فَهِيَ لَهُ ، وَلَيْسَ لِمُحْتَجِرٍ حَقٌّ بَعْدَ ثَلاثِ سِنِينَ

“Kim ölü bir araziyi canlandırırsa onundur. Taşla çeviren (başkası el koymasın diye etrafını çeviren) kimsenin üç yıldan sonra hakkı yoktur.[19] İmam Şafiî’nin Müsnedi’nde şöyle geçmektedir: Ömer b. el-Hattab RadiyAllahu Anh dedi ki:

لَيْسَ لِأَحَدٍ إلَّا ما أَحَاطَتْ عَلَيْهِ جُدْرَانُهُ إنَّ إحْيَاءَ الْمَوَاتِ مَا يَكُونُ زَرْعًا أَوْ حَفْرًا , أَوْ يُحَاطُ بِالْجُدْرَانِ , وَهُوَ مِثْلُ إبْطَالِهِ التَّحْجِيرَ بِغَيْرِ مَا يَعْمُرُ بِهِ مِثْلُ مَا يَحْجُرُ

 “Bir duvar ile çevirmesi dışında hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Ölü arazinin ihya edilmesi ziraatla, kuyu kazmakla veya duvarla çevirmekle olur. O, bir başkası tarafından taşla çevrilerek iptal edilmesi gibidir. Yani imar etmek taşla çevirmek gibidir.[20] İşte burada kimin ektiğini, kimin de boş bıraktığını denetleme ve buna göre de kişi hakkındaki uygun olan icraatı yerine getirmek suretiyle işleri disipline etme işlevini yerine getirme hususunda devletin önemi öne çıkmaktadır.

Abdullah b. Ebî Bekir’den: Dedi ki: “Bilal b. Haris el-Müzeni Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi ve Rasulullah da geniş ve uzun bir araziyi ona ikta etti. Ömer Halîfe olduğunda ona şöyle dedi: Ey Bilal! Sen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den geniş ve bir uzun arazinin ikta edilmesini istedin, o da onu sana verdi. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendisinden bir şey istendiği zaman onu geri çevirmezdi. Şu anda ise sen elindekinin hakkından gelemiyorsun. Bunun üzerine el-Müzeni: Evet, doğru söylüyorsun, dedi. Ömer: Öyleyse gücün yettiği, ekip biçtiğin kadarını elinde tut. Geri kalanını ise bize bırak ki Müslümanlar arasında onu bölüştürelim. Bunun üzerine el-Müzeni şöyle dedi: Hayır, Allah’a yemin olsun ki Rasulullah’ın bana ikta etmiş olduğu hiçbir şeyi geri vermem. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki elbette yapacaksın. Ardından da işlemekten aciz kaldığı kısmı ondan aldı ve Müslümanlar arasında dağıttı.”[21] Ömer RadiyAllahu Anh tarafından yapılan bu müdahale, Halîfe veya Devlet Başkanı sıfatıyla yapılan bir müdahaledir. Kendisi böyle bir işe kalkışmıştır zira o, emir sahibi olduğu için bu fiili bir başkasının hakkına saldırı olarak görmüyor tam tersine sahip olduğu haklardan sayıyordu.

Devletin yeni arazileri istimlâk etme imkânı ile ilgili hususa gelince: Bir yönüyle cemaatin maslahatını gördüğü zaman devletin bunu yapması caizdir. Diğer yönüyle de istimlâk ettiği arazi ferdî mülkiyetten ise mal sahibine bedelini öder.

Yine arazileri kendiliğinden ıslah etmek veya insanları arazileri ıslah etmeye teşvik etmek devletin görevlerindendir. Bu kapsamda devlet, ıslaha konu olan yerlere kanallar veya borularla su ve elektrik temin ettikten, hastaneler ve yollar açtıktan sonra bazı insanlara ıslah etmeleri için muayyen arazileri verir, ondan faydalanmaları için onlara mülk yapar. Böylelikle çölleşmiş olan bu bölgelerde çalışmak kolaylaşır. Bazen de birtakım ekonomistleri endişeye düşüren sorunlardan olan çölleşmenin azalmasına katkıda bulunmuş olur.

Altıncısı: Vakıfları Görüp Gözetmek ve Disipline Etmek

Vakfın lügat anlamı şudur: Hapsetmek, evi durdurdu, onu hapsetti.[22] Dilde şâz olarak kullanım dışında أوقفت “durdurdum” denilmez. حبست أحبست “hapsettim, hapsettirdim”[23] denilir. Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen hadiste bu şekilde kullanılmıştır. Dedi ki: “Hayber’de Ömer’in payına bir arazi düştü. Bu hususta ne emredeceğini öğrenmek için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulallah! Bana göre daha güzelinin isabet etmediği kadar güzel bir arazi payıma düştü. Bu hususta bana ne emredersin? Buyurdu ki:

إِنْ شِئْتَ حَبَّسْتَ أَصْلَهَا , وَتَصَدَّقْتَ بِهَا

 “Dilersen aslını hapsedersin ve onu tasadduk edersin.” Bunun üzerine Ömer onu tasadduk etti. Ancak aslının satılmaması, hibe edilmemesi ve miras bırakılmamasını şart koştu. Dedi ki: Ömer onu fakirlere, yakın akrabaya, kölelere, misafirlere ve yolda kalmışlara tasadduk etti. O arazinin velayetine sahip olan kimsenin (mütevellinin) onunla zenginleşmeden ve mal biriktirmeden[24] maruf ölçüsünde ondan yemesinde veya arkadaşına yedirmesinde bir günah yoktur.”

Istılahta Vakıf: Aslı hapsetmek menfaati ise akıtmaktır. Bir kaynağı hapseden kimse “vakıf” olarak, hapsedilen mal da “el-aynu’l mahbûse” diye isimlendirilir. Bir malın vakfı muhtelif türler altında gerçekleşir: el-vakfu’z zürrî, (aile veya soydan gelenlere ait vakıf), el-vakfu’l hayrî, (hayır vakfı), vakfu’s sebîl (sebil vakfı) bunlardandır. Vakfeden kimse; mülkü ya üzerine göre veya Allah Teâlâ’nın mülkü üzere aynıyla hapseden kimsedir.

İbni Kudame’nin el-Muğnisi’nde şöyledir: “Seleften ilim ehlinin çoğu ve onlardan sonra gelenler vakfın sıhhatine kaildirler. Cabir dedi ki: Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ashabından Zü Makdere haricinde herkes vakfetmiştir.[25]

Müslüman, Müslümanlar için bir şeyi vakfettiği zaman (mutlak olarak vakıf yaptığında) kendisinin de ondan faydalanması caizdir. Çünkü Müslümanlar cümlesinin içine o da girmektedir. Örneğin: Bir mescit vakfettiğinde orada namaz kılabilir veya vakfettiği kuyudan su içebilir.[26] Bu, genel mülkiyet kapsamına girer. Ancak çocukları ve torunları gibi belli bir topluluğa vakfetmişse vakıf bunlarla sınırlı kalır.

Vakıfla ilgilenilecek cihete gelince: İşin başında vâkıf (vakıfta bulunan kimse) buna bakar. Veya vakıf mutlak değilse yani çocuklara, akrabalara veya zürriyete ait ise ona vâkıf olarak tayin eden kimse tarafından bakılır. Vefat sonrası mülkün mefkûfun aleyhe (kendisi namına vakıf yapılana) veya Allahu Teâlâ’ya intikal imkânına göre vakfa bakacak olan cihet belirlenir. Şayet bu, kendisi namına vakıf yapılan olduğunu söyleyecek olursak vakfa kendisi namına vâkıf yapılan bakar. Çünkü o, onun aynını mülk ettirmiş ve faydalandırmıştır. Şayet onun Allah olduğunu söyleyecek olursak, Allah adına vakfa bakar ve masraflarını gerekli yerlerine harcar. Çünkü o, Allah’a ait bir maldır. Miskinler için yapılan bir vakfa bakacak olan da Müslümanların yöneticisidir. Miskinler için olan bir vakıf, mescitler ve benzerleri veya sınırlandırılması ve kuşatılması mümkün olmayan vakıfların bakımı yöneticiye aittir. Çünkü onun bakımını üstlenecek tayin edilmiş bir malik yoktur. Hâkim onun için bir naip atayabilir. Çünkü bizzat kendisinin buna bakması mümkün olmayabilir.[27]

Bu açıklamalara göre İbni Kudame; işlerine bakacak tayin edilmiş kimse bulunmadığı, insanlardan onu kucaklayacak kimsenin olmaması ve hasredilmesi mümkün olmadığı için miskinlere ve mescitlere ait vakıfların bakımını üstlenecek olan kimsenin yönetici (Halîfe) olduğu görüşündedir. Bu türden vakıflar için tayin edilmiş bir malik bulunmadığından işleri yürütecek olan, takip etme yetkisine sahip olan devlettir. Devlet kamuya ait haklardan, kamuya ait mallardan ve bu çerçeve içerisinde yer alan mülklerden sorumludur. Efendimiz Ömer RadiyAllahu Anh’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Her kim bir mal istiyorsa bana gelsin. Zira Allah Tebârake ve Teâlâ beni onun hazinedarı ve taksim edicisi kılmıştır.”[28]

Devlet, cemaatin naibi ve onun temsilcisidir. Devlet, hazinedar, infak eden ve güden kimse konumundadır. Yine devlet, mülkiyetlerden birisinin bir diğerine karşı aşırılığa gitmemesi, haddi aşmaması için muhtelif türleriyle mülkiyetlerin hamisidir. Devlet, cemaate ait olan bir mülkün fert tarafından veya ferde ait bir mülkün devlet tarafından mülk edinilmesine izin vermez. Bir yol açılması veya cemaat için bir tesisin inşa edilmesinin zaruri olması halinde olduğu gibi devlet, ancak eş değerini ödedikten sonra birtakım şartlar içerisinde bunu yapabilir. Yani ferdî mülkiyete, kamu mülkiyetine ve devlet mülkiyetine saygı göstermek Hilâfet Devleti’nin görevidir. Bir mülkiyetin bir başka mülkiyete nakledilmesi halinde mali karşılığının ödenmesinden sonra istisnai hallerde şeriat tarafından buna cevaz verilmiştir.

Devlet, fertler tarafından gerçekleştirilmesi, güç olan büyük projelerde kamu mallarını değerlendirir. Yapılan harcamaya göre kârlı olmayan bir takım projelerin veya devasa büyüklükte sermayeyi gerektiren projelerin fertler tarafından hayata geçirilememesi tabiidir. Böylesi durumlarda insanların işlerini kapsamlı bir şekilde görüp gözetmek ve idare etmekle sorumlu olan Hilâfet Devleti için bu projeleri ikame etmekten veya finansmanını sağlamaktan başka çıkar yol yoktur. İnsanlar için hayati niteliği olan tesisleri temin etmek de devletin görevlerindendir. Hilâfet Devleti, kalkınmaya liderlik eder, ekonomik faaliyetlere ait süreci tashih eder, kamuya ait tesislerden faydalanılmasını kolaylaştırır. Suların arıtılması, deniz sularının tahliye edilmesi, çevre kirliliği ve benzeri hususları kontrol etmesi gibi bunlardan en kolay bir şekilde faydalanma imkânlarını oluşturur ve sağlık şartlarının tam uyumuna bakar.

Fertlerin gerçekleştirmekten aciz olduğu işlerin en bariz olanları şunlardır: Ağır sanayiler, demir yolları, yolların açılması, havaalanlarının inşası, köprüler yapılması ve büyük tüneller gibi kamuya ait yapılardır. İşte burada Hilâfet Devleti’nin boşluğu doldurma ve mesuliyetini taşıma rolü yer alır.



[1] Abdullah, Muhammed Hüseyin, el-Fikru’l İslâmî.

[2] Süneni Ebu Davûd

[3] El-Hûlî, el-Behî, es-Servetü Fî Zılli’l İslâm

[4] Daha önce geçmişti.

[5] Tirmîzî,

[6] Süneni Nesei

[7] El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniyye a e. S. 260

[8] el-Mesrî, D. Rafîk Usûlu’l İktisadî’l İslâm, a.e, S. 43. El-Hûlî, el-Behî es-Servetü Fi Zılli’l İslâm a.e, S. 102

[9] İbni Kudame, el-Muğnî ve’ş Şerhu’l Kebîr, Daru’l Kitabu’l Arabî, Beyrut-Lübnan, H. 1403/M. 1983 6/63

[10] Fethu’l Bârî Şerhu Sahîhu’l Buhârî,

[11] Ebu Ubeyd, el-Kasım b. Selam. El-emval, a.e, S. 299. El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniyye, a.e, S. 233, 234.

[12] Ebu Ubeyd, el-Kasım b. Selam. El-emval, a.e, S. 297. . El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniyye, a.e, S. 233, 234.

[13] El-Mesrî, D. Rafîk Usûlu’l İktisadî’l İslâm, a.e, S. 44-45

[14] Fethu’l Bârî Şerhu Sahîhu’l Buhârî

[15] Fethu’l Bârî Şerhu Sahîhu’l Buhârî,

[16] El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultaniye a.e, S. 223

[17] A.e, S. 223

[18] Ebu Yûsuf, el-Harac a.e, S. 63-64

[19] Ez-Zeyleî, Nasbu’r Râye, Daru’l Hadis, el-Kahire-Mısır, H. 1357/M. 1938, 4/290

[20] El-İmamu’ş Şafiî, Müsnedü’ş Şafiî, a.e, S. 382

[21] El-Beyhakî, es-Sünenü’l Kübrâ

[22] El-Fîrûz Âbâdî, el-Kamûsu’l Muhît, Daru’l Kütübü’l İlmiyye,

[23] İbni Kudame, el-Muğnî, a.e, 6/185

[24] El-Beyhakî

[25] İbni Kudâme, el-Muğnî, a.e, 6/185

[26] A.e, 6/193

[27] A.e, 6/243

[28] İbnü’l Cevzî, Tarîhu Ömer b. el-Hattab, Daru’r Râidu’l Arabî, Beyrut-Lübnan, H. 1402/M. 1982, S. 87.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz