HİLÂFET DEVLETİ’NDE MALİ KAYNAK SIKINTISI NASIL ÇÖZÜLÜR?

Yusuf Yavuzkan

Hilâfet Devleti’nin gelirleri ve bu gelirlerin harcanacağı yerler yalnızca şer’î hükümlere göre belirlenir ve değişmez. Ne gelirler ne de harcamalar konusunda aklî görüşlere başvurulmaz. Zira şer’î hükümler bu konuyu açık ve net olarak beyan etmiştir.

Devletin gelirleri ve giderleri şer’î ahkam dahilinde düzenlenir. Hilâfet Devleti’inde maliye ve maliye siyasetinin genel içeriği şer’î hükümler tarafından belirlenirken devletin başkanı olan halifeye de kendi görüş ve içtihadına göre ve şer’î ahkâma uygun olarak tasarrufta bulunma hakkı verilmiştir.

Dolayısıyla demokratik kapitalist sistemlerin aksine Hilâfet Devleti’nde günümüzdeki gibi yıllık, beş yıllık, on yıllık gibi zamana bağlı ve tahminlere dayalı bütçeler yoktur. Devletin bütçesi meclise de sunulmaz, vekillerce de tartışılmaz bu anlamda hiç kimsenin görüşüne de başvurulmaz. Maliye gelir ve giderlerini şer’î ahkâm tartışmaya mahal vermeyecek şekilde belirlemiş, idaresini de halifeye bırakmıştır.

Bu ise içerisinde yaşadığımız kapitalist ekonomi ve finans sistemlerinden tamamen farklıdır. Zira İslâmi bakış açısı ve uygulamaları kapitalist sistemini bakış açısı ve uygulamalarına taban tabana zıttır. Günümüzde kapitalist devletler ülkeden ülkeye değişen nüanslar olsa da genel olarak benzer bakış ve yaklaşımlara sahiptir. Hükümet her yıl bir bütçe tasarısı hazırlar ve onaylanmak üzere parlamentoya sunar. Tasarı parlamentoda tartışıldıktan sonra onaylanarak kanun hâlini alır. Bütçe tasarısı parlamentoda ele alınırken bölümler hâlinde tartışılır, bütçe kalemleri ve ayrılan tahsisatlar okunur, ancak bütçe kalemleri bütün hâlinde oylanır. Bütçede ilgili mali yılın gelir ve giderleri belirlenirken çoğunlukla varsayım ve tahminlerle hareket edilir. Örneğin, falanca gelir kaleminden şu kadar gelir elde edileceği tahmin edilir. Filanca projeye şu kadar harcama yapılması öngörülür. Bu varsayımlar da hükümetin benimsediği orta vadeli program, kalkınma planları ve kamu idarelerinin stratejik planları gibi hedeflere göre yapılır. Bu esasa binaen her yıl devletin gelir ve gider kalemlerini varsayım ve tahminlere göre belirleyen bir bütçe kanunu çıkarılarak yürürlüğe sokulur.

İslâm’da kesinlikle böyle bir şey yoktur. İslâm’ın iktisat nizamı, hazırlanan bütçenin yıllık olması, bölümleri, gelir ve gider kalemleri ile bunların tasarrufu gibi hiçbir hususta demokratik kapitalist ekonomi sistemine benzemez. İslâm’da her yıl hazırlanan bir bütçe yoktur maliyenin gelir ve gider kalemlerini İslâm şeriatı belirlemiş, halifeye de bu kaynaklar üzerinde tasarruf yetkisi vermiştir.

İslâm’da devletin hazinesi Beytu’l-Mâl’dir. Tüm gelirler ve giderler Beytu’l-Mâl üzerinden işlem görür. Beytu’l-Mâl bir bina veya depo değil bir kurumun adıdır. Müslümanların maslahatları için yapılan tüm mali tasarruflar Beytu’l-Mâl kapsamında yer alır. Halife tüm bu gelir ve giderleri divanlar dahilinde organize ederek yönetir.

1- Beytu’l-Mâl’in gelir kalemleri doğrudan şer’î hükümler tarafından aşağıdaki gibi belirlenmiştir:

2- Fey (Savaşsız elde edilen mallar)

3- Ganimet (Savaşla elde edilen mallar)

4- Enfal (Genel olarak tüm savaş ganimetleri)

5- Harâc (Fetih yoluyla elde edilmiş arazilerden alınan gelir)

6- Cizye (Gayrimüslimlerden alınan gelir)

7- Kamu mülkiyeti gelirleri (petrol, gaz, elektrik, maden ve su kaynakları, ormanlar, meralar vs.)

8- Devlet mülkiyeti gelirleri

9- Öşür (Fetih yoluyla elde edilmemiş arazilerden alınan gelir)

10- Define ve madenlerin beşte biri

11- Zekât malları

12- Devlet görevlilerin haksız yolla elde ettikleri mallar ve diğer cezalar

13- Mirasçısı olmayanların Beytu’l-Mâl’e aktarılan malları

14- Mürtetlerin el konulan malları

Bunlardan zekât malları ayrı bir bölüme konulur. Çünkü bu malların harcanacağı sekiz sınıf doğrudan Kur’an’da zikredilmiştir. Hiçbir durumda bu sekiz sınıftan başkasına harcanması asla caiz değildir. Ancak halife bu sekiz sınıf arasında nasıl dağılım yapacağına kendi görüş ve içtihadına göre karar verebilir. Yine kamu mülkiyeti gelirleri de ayrı bir bölüme konulur. Çünkü bu gelirler tüm Müslümanların hakkıdır, devlet işlerinde kullanılmaz. Ancak halife şer’î hükümler çerçevesinde kendi görüş ve içtihadına göre bunların Müslümanlar yararına nasıl değerlendirileceğine karar verir. Diğer kalemler ise halifenin görüş ve içtihadına göre ayrı bölümlerde tutulabileceği gibi birlikte de tutulabilir ve halife bunları uygun gördüğü şekilde devletin, ümmetin ve Müslümanların maslahatına göre değerlendirir.

Bunların haricinde kalan en önemli konu vergilerdir. İslâm’da kesinlikle daimi vergi yoktur ve vergi devletin gelir kalemlerinden biri de değildir. Ancak Beytu’l-Mâl gelirlerinin yeterli olmaması durumunda belirli bir maksadı yerine getirmek üzere ve bununla sınırlı kalmak üzere halifenin geçici nitelikte vergi koyma hakkı vardır. Örneğin; devlet bir savaşa çıkacaksa ve Beytu’l-Mâl’de bulunan ödenek savaş hazırlıklarına yetmiyorsa, Müslümanlara bu hazırlıklar tamamlanana kadar halifenin vergi koyma hakkı vardır. Halife burada sadece Müslümanların zenginlerine, yani temel ihtiyaçlarından fazlasına sahip olan kimselere vergi koyar. Bunun yeterli olmaması hâlinde kapsamını genişletebilir veya süresini uzatabilir. Fakat maksat olan savaş hazırlıkları tamamlanmışsa artık vergiyi sürdüremez, aksi takdirde zulüm olur. Bütün bunlar [ما لَا يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلَّا بِهِ فَهُوَ وَاجِبٌ] “Kendisi olmadıkça vacibin tamamlanmayacağı husus da vaciptir şer’î kaidesine dayalıdır. Cihad farz olduğundan cihada hazırlanmak da farzdır. Bu farzın ikamesi için gerekli olan zaruretler de farzdır.

Buna göre İslâm’da verginin bazı şartları vardır:

1- Beytu’l-Mâl’in doğrudan yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Fakirlere, miskinlere, yolda kalmışlara ve cihada yapılan harcamalar gibi.

2- Beytu’l-Mâl’in bedel şeklinde yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Personel maaşları, asker erzakı gibi.

3- Beytu’l-Mâl’in bedel şeklinde olmayıp maslahat ve iyileştirme amacıyla yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Yol yapmak, su çıkarmak, okul, cami, hastane inşa etmek gibi ümmet açısından zaruret olan ve mahrumiyeti ümmete zarar verecek hususlar.

4- Beytu’l-Mâl’in acil durum şeklinde yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Müslümanların maruz kaldığı kıtlık, fırtına, deprem, sel felaketleri ve düşman saldırısı gibi.

5- Yukarıdaki bu dört durumdan dolayı devletin aldığı borçları karşılamak.

Dolayısıyla İslâm’da daimi veya dolaylı vergi kesinlikle yoktur. Zira vergi şer’î hükümlerle belirlenmiş devletin daimi gelir kaynaklarından biri olmadığı gibi, sürekli ve kalıcı bir gelir hâline getirilmesi şer’an zulümdür. Oysa günümüz kapitalist sistemlerinde devletlerin başlıca gelir kaynağı vergilerdir. Şu anda Türkiye’de bütçenin çok büyük bir kısmı, onlarca isim altında halktan alınan doğrudan ve dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Devletin vergiyi temel gelir kaynağı hâline getirmesi, ülke ekonomisi, istikrarı ve halkın refahı üzerinde yıkıcı etkilere sahiptir. Kapitalist ekonomik sistemin tümüyle batıl ve bir sömürgecilik aracı olması şöyle dursun, yalnızca vergiler konusu bile bu kokuşmuş sistemin neden olduğu yıkımı anlamak için yeterlidir.

Bir başka mesele de ganimetler ve cizyedir. Hilâfet Devleti, İslâm’ı tüm cihana bir hidayet ve nur olarak taşımak üzere davet ve cihad ile mükellef bir devlettir. Dış siyaseti ve buna bağlı diğer siyasetleri de bu esasa dayalı olduğundan, dış dünya ile daima harp hâlindedir. Geçmişte olduğu gibi İslâm’ın adaletine sığınacak diğer halk ve milletlerin dinlerini koruyarak devlete tâbi olması cizye gelirlerini artıracaktır. Zira kapitalist rejimler, kendi halkları da dahil olmak üzere dünyayı fesada ve karanlığa boğmuştur. Ahlaksızlık, sosyal çalkantılar, ekonomik krizler, ailevi ilişkiler tarihte hiç olmadığı kadar utanç verici düzeylere inmiştir. İnsanlık artık İslâm’a geçmişten çok daha fazla muhtaçtır. Hilâfet Devleti Allah’ın izniyle kurulup adaletini tüm dünyaya izhar ettikten sonra fetih ve ilhak sürecinin hızlanacağına şüphe yoktur. Bu durumda gayrimüslim halklardan alınacak cizye, savaşan devletlerden elde edilecek ganimet gelirlerini muazzam düzeye çıkaracaktır. Sözünü ettiğimiz halkların sayısı milyonlar, devletlerin ganimetleri milyarlarla ölçülmektedir.

Arazilerden alınan harac ve öşür gelirleri de oldukça yüksek olacaktır. Zira bugün öşri arazi niteliğindeki Arap yarımadası, Endonezya, Güneydoğu Asya vb. beldeler haricindeki tüm İslâm toprakları haraci arazilerden oluşmaktadır. Bu arazilerden harac alınacağı gibi, üzerinde zekât gerektiren mallar üretiliyorsa ayrıca öşür ödemeleri de gerekecektir. Sözünü ettiğimiz bu araziler milyonlarca kilometre karelik topraklardır.

Ayrıca devletin karada, denizde ve hatta havada elde edeceği yer altı ve yer üstü kaynaklar, madenler ve zenginlikler de muazzam değerlere ulaşmaktadır. Günümüz ekonomilerinin bilhassa İslâm topraklarındaki bu servetlere ve stratejik kaynaklara olan bağımlılığı dikkate alındığında, Allah’ın izniyle kurulduğu zaman Hilâfet Devleti’nin paha biçilmez bir güce kavuşacağı aşikârdır.

Devlet mülkiyetine ait gelirlere gelince; kamu mülkiyeti ve ferdî mülkiyet kapsamında olmayan tüm araziler, binalar, kaynaklar, fabrikalar vs. tamamı devlete aittir. Devlet sahip olduğu arazileri, binaları ve kaynakları işleterek ciddi bir gelir elde edeceği gibi, İslâm’daki arazi hükümlerinin mükemmel yansımaları sonucu tarımsal üretimde de müthiş bir ilerleme kaydedilecektir. Tarım ve hayvancılığın geliştirilmesiyle birlikte günümüzdeki köyden kentlere göç olgusu tersine dönecek, büyük şehirlerin yükü hafifleyecektir. Devlet ayrıca altyapı hizmetleri ve kamusal hizmetler sunarak da önemli bir gelir kalemine sahip olmaktadır. Devletin kuracağı fabrikalar ağırlıklı olarak fertlerin kuramayacağı ve günümüzde de çoğunlukla devletler tarafından işletilen enerji, ağır sanayi ve savunma sanayi fabrikaları olacak; bu sayede devlet bir yandan büyük bir gelir elde ederken, öte yandan cihada hazırlık yapacaktır.

Dediğimiz gibi İslâm’ın ekonomiye, bütçeye, gelir ve giderlere bakışı, bugün hükmü altında yaşadığımız kapitalist ekonomik sistemden tamamen farklıdır. Kapitalist sistemin temel odak noktası borç ve alacaktan ibarettir ve tüm yaklaşımlar bu temele dayandırılır. Oysa İslâm’ın ekonomik sisteminde temel problem insanların ihtiyacını karşılamaktır. Bu nedenle kapitalist ekonomide insanların güya “sınırsız” ihtiyaçlarını karşılamak için “üretimi maksimize etme” yaklaşımı benimsenirken, İslâm üretimin “dağıtımını” esas alır.

İslâm’ın iktisat siyasetinin hedefi insanların ihtiyaçlarını doyurmaktır. İnsanın ihtiyaçları ise zorunlu (barınak, yiyecek, giyecek) ve lüks ihtiyaçlar olarak ikiye ayrılır. Her insan, Müslüman olsun ya da olmasın, içerisinde yaşadığı toplumun seviyesine uygun bir yaşam sürme hakkına sahiptir. Bu amaçla İslâm, her insanın temel ihtiyaçlarını güvence altına almasını, lüks ihtiyaçlarını da mümkün olduğu ölçüde sağlamasını devlete farz kılar. İslâm insanlara birer fert olarak bakar, insanlar topluluğu şeklinde bakmaz. Kapitalist ekonomide gayri safi milli hasıla, kişi başına düşen milli gelir gibi ülkenin toplam nüfusuna bağlı olarak yapılan değerlendirmelerin İslâm’da hiçbir kıymeti ve itibarı yoktur. Bilakis İslâm, çocuk olsun büyük olsun, kadın olsun erkek olsun, Müslüman olsun Hristiyan olsun, insanca yaşama hakkına sahip tek tek her bir ferdin ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığına bakar. Bir yandan devletin tebaasının bir bütün olarak gelir ve refah düzeyini artırırken öte yandan bu tebaadan her bir ferdin tek tek ihtiyaçlarının karşılandığından emin olur. Kapitalist sistemde olduğu gibi, zenginlerin mallarıyla fakirlerin mallarını toplayıp hepsinin sayısına bölüp fakirlerin sahip olmadığı bir rakamı kişi başına düşen milli gelir sloganıyla pazarlamak apaçık bir yalan ve düpedüz bir sahtekârlıktır. Şu anda Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir yaklaşık 22.000 dolardır, yani aylık yaklaşık 1800 dolardır. Oysa milyonlarca aile bu rakamın beşte biri olan 1600 TL civarındaki asgari ücretle geçinmeye çalışmaktadır.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz