Hilâfet Devleti’nin
gelirleri ve bu gelirlerin harcanacağı yerler yalnızca şer’î hükümlere göre
belirlenir ve değişmez. Ne gelirler ne de harcamalar konusunda aklî görüşlere
başvurulmaz. Zira şer’î hükümler bu konuyu açık ve net olarak beyan etmiştir.
Devletin gelirleri
ve giderleri şer’î ahkam dahilinde düzenlenir. Hilâfet Devleti’inde maliye ve
maliye siyasetinin genel içeriği şer’î hükümler tarafından belirlenirken
devletin başkanı olan halifeye de kendi görüş ve içtihadına göre ve şer’î ahkâma
uygun olarak tasarrufta bulunma hakkı verilmiştir.
Dolayısıyla
demokratik kapitalist sistemlerin aksine Hilâfet Devleti’nde günümüzdeki gibi
yıllık, beş yıllık, on yıllık gibi zamana bağlı ve tahminlere dayalı bütçeler
yoktur. Devletin bütçesi meclise de sunulmaz, vekillerce de tartışılmaz bu
anlamda hiç kimsenin görüşüne de başvurulmaz. Maliye gelir ve giderlerini şer’î
ahkâm tartışmaya mahal vermeyecek şekilde belirlemiş, idaresini de halifeye
bırakmıştır.
Bu ise içerisinde
yaşadığımız kapitalist ekonomi ve finans sistemlerinden tamamen farklıdır. Zira
İslâmi bakış açısı ve uygulamaları kapitalist sistemini bakış açısı ve
uygulamalarına taban tabana zıttır. Günümüzde kapitalist devletler ülkeden
ülkeye değişen nüanslar olsa da genel olarak benzer bakış ve yaklaşımlara
sahiptir. Hükümet her yıl bir bütçe tasarısı hazırlar ve onaylanmak üzere
parlamentoya sunar. Tasarı parlamentoda tartışıldıktan sonra onaylanarak kanun
hâlini alır. Bütçe tasarısı parlamentoda ele alınırken bölümler hâlinde
tartışılır, bütçe kalemleri ve ayrılan tahsisatlar okunur, ancak bütçe
kalemleri bütün hâlinde oylanır. Bütçede ilgili mali yılın gelir ve giderleri
belirlenirken çoğunlukla varsayım ve tahminlerle hareket edilir. Örneğin,
falanca gelir kaleminden şu kadar gelir elde edileceği tahmin edilir. Filanca
projeye şu kadar harcama yapılması öngörülür. Bu varsayımlar da hükümetin
benimsediği orta vadeli program, kalkınma planları ve kamu idarelerinin
stratejik planları gibi hedeflere göre yapılır. Bu esasa binaen her yıl
devletin gelir ve gider kalemlerini varsayım ve tahminlere göre belirleyen bir
bütçe kanunu çıkarılarak yürürlüğe sokulur.
İslâm’da kesinlikle
böyle bir şey yoktur. İslâm’ın iktisat nizamı, hazırlanan bütçenin yıllık
olması, bölümleri, gelir ve gider kalemleri ile bunların tasarrufu gibi hiçbir
hususta demokratik kapitalist ekonomi sistemine benzemez. İslâm’da her yıl
hazırlanan bir bütçe yoktur maliyenin gelir ve gider kalemlerini İslâm şeriatı
belirlemiş, halifeye de bu kaynaklar üzerinde tasarruf yetkisi vermiştir.
İslâm’da devletin
hazinesi Beytu’l-Mâl’dir. Tüm gelirler ve giderler Beytu’l-Mâl üzerinden işlem
görür. Beytu’l-Mâl bir bina veya depo değil bir kurumun adıdır. Müslümanların
maslahatları için yapılan tüm mali tasarruflar Beytu’l-Mâl kapsamında yer alır.
Halife tüm bu gelir ve giderleri divanlar dahilinde organize ederek yönetir.
1- Beytu’l-Mâl’in
gelir kalemleri doğrudan şer’î hükümler tarafından aşağıdaki gibi
belirlenmiştir:
2- Fey (Savaşsız
elde edilen mallar)
3- Ganimet (Savaşla
elde edilen mallar)
4- Enfal (Genel
olarak tüm savaş ganimetleri)
5- Harâc (Fetih
yoluyla elde edilmiş arazilerden alınan gelir)
6- Cizye
(Gayrimüslimlerden alınan gelir)
7- Kamu mülkiyeti
gelirleri (petrol, gaz, elektrik, maden ve su kaynakları, ormanlar, meralar
vs.)
8- Devlet mülkiyeti
gelirleri
9- Öşür (Fetih
yoluyla elde edilmemiş arazilerden alınan gelir)
10- Define ve
madenlerin beşte biri
11- Zekât malları
12- Devlet
görevlilerin haksız yolla elde ettikleri mallar ve diğer cezalar
13- Mirasçısı
olmayanların Beytu’l-Mâl’e aktarılan malları
14- Mürtetlerin el
konulan malları
Bunlardan zekât
malları ayrı bir bölüme konulur. Çünkü bu malların harcanacağı sekiz sınıf
doğrudan Kur’an’da zikredilmiştir. Hiçbir durumda bu sekiz sınıftan başkasına
harcanması asla caiz değildir. Ancak halife bu sekiz sınıf arasında nasıl
dağılım yapacağına kendi görüş ve içtihadına göre karar verebilir. Yine kamu
mülkiyeti gelirleri de ayrı bir bölüme konulur. Çünkü bu gelirler tüm
Müslümanların hakkıdır, devlet işlerinde kullanılmaz. Ancak halife şer’î hükümler
çerçevesinde kendi görüş ve içtihadına göre bunların Müslümanlar yararına nasıl
değerlendirileceğine karar verir. Diğer kalemler ise halifenin görüş ve
içtihadına göre ayrı bölümlerde tutulabileceği gibi birlikte de tutulabilir ve halife
bunları uygun gördüğü şekilde devletin, ümmetin ve Müslümanların maslahatına göre
değerlendirir.
Bunların
haricinde kalan en önemli konu vergilerdir. İslâm’da kesinlikle daimi vergi
yoktur ve vergi devletin gelir kalemlerinden biri de değildir. Ancak
Beytu’l-Mâl gelirlerinin yeterli olmaması durumunda belirli bir maksadı yerine
getirmek üzere ve bununla sınırlı kalmak üzere halifenin geçici nitelikte vergi
koyma hakkı vardır. Örneğin; devlet bir savaşa çıkacaksa ve Beytu’l-Mâl’de
bulunan ödenek savaş hazırlıklarına yetmiyorsa, Müslümanlara bu hazırlıklar
tamamlanana kadar halifenin vergi koyma hakkı vardır. Halife burada sadece
Müslümanların zenginlerine, yani temel ihtiyaçlarından fazlasına sahip olan
kimselere vergi koyar. Bunun yeterli olmaması hâlinde kapsamını genişletebilir
veya süresini uzatabilir. Fakat maksat olan savaş hazırlıkları tamamlanmışsa
artık vergiyi sürdüremez, aksi takdirde zulüm olur. Bütün bunlar [ما لَا
يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلَّا بِهِ فَهُوَ وَاجِبٌ] “Kendisi olmadıkça
vacibin tamamlanmayacağı husus da vaciptir” şer’î kaidesine dayalıdır. Cihad farz olduğundan
cihada hazırlanmak da farzdır. Bu farzın ikamesi için gerekli olan zaruretler
de farzdır.
Buna göre İslâm’da
verginin bazı şartları vardır:
1- Beytu’l-Mâl’in
doğrudan yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Fakirlere, miskinlere,
yolda kalmışlara ve cihada yapılan harcamalar gibi.
2-
Beytu’l-Mâl’in bedel şeklinde yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Personel maaşları,
asker erzakı gibi.
3- Beytu’l-Mâl’in
bedel şeklinde olmayıp maslahat ve iyileştirme amacıyla yükümlü olduğu zorunlu
giderleri karşılamak. Yol yapmak, su çıkarmak, okul, cami, hastane inşa etmek
gibi ümmet açısından zaruret olan ve mahrumiyeti ümmete zarar verecek hususlar.
4- Beytu’l-Mâl’in
acil durum şeklinde yükümlü olduğu zorunlu giderleri karşılamak. Müslümanların
maruz kaldığı kıtlık, fırtına, deprem, sel felaketleri ve düşman saldırısı
gibi.
5- Yukarıdaki bu
dört durumdan dolayı devletin aldığı borçları karşılamak.
Dolayısıyla İslâm’da
daimi veya dolaylı vergi kesinlikle yoktur. Zira vergi şer’î hükümlerle
belirlenmiş devletin daimi gelir kaynaklarından biri olmadığı gibi, sürekli ve
kalıcı bir gelir hâline getirilmesi şer’an zulümdür. Oysa günümüz kapitalist
sistemlerinde devletlerin başlıca gelir kaynağı vergilerdir. Şu anda Türkiye’de
bütçenin çok büyük bir kısmı, onlarca isim altında halktan alınan doğrudan ve
dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Devletin vergiyi temel gelir kaynağı hâline
getirmesi, ülke ekonomisi, istikrarı ve halkın refahı üzerinde yıkıcı etkilere
sahiptir. Kapitalist ekonomik sistemin tümüyle batıl ve bir sömürgecilik aracı
olması şöyle dursun, yalnızca vergiler konusu bile bu kokuşmuş sistemin neden
olduğu yıkımı anlamak için yeterlidir.
Bir başka mesele de
ganimetler ve cizyedir. Hilâfet Devleti, İslâm’ı tüm cihana bir hidayet ve nur
olarak taşımak üzere davet ve cihad ile mükellef bir devlettir. Dış siyaseti ve
buna bağlı diğer siyasetleri de bu esasa dayalı olduğundan, dış dünya ile daima
harp hâlindedir. Geçmişte olduğu gibi İslâm’ın adaletine sığınacak diğer halk
ve milletlerin dinlerini koruyarak devlete tâbi olması cizye gelirlerini
artıracaktır. Zira kapitalist rejimler, kendi halkları da dahil olmak üzere
dünyayı fesada ve karanlığa boğmuştur. Ahlaksızlık, sosyal çalkantılar,
ekonomik krizler, ailevi ilişkiler tarihte hiç olmadığı kadar utanç verici
düzeylere inmiştir. İnsanlık artık İslâm’a geçmişten çok daha fazla muhtaçtır.
Hilâfet Devleti Allah’ın izniyle kurulup adaletini tüm dünyaya izhar ettikten
sonra fetih ve ilhak sürecinin hızlanacağına şüphe yoktur. Bu durumda gayrimüslim
halklardan alınacak cizye, savaşan devletlerden elde edilecek ganimet gelirlerini
muazzam düzeye çıkaracaktır. Sözünü ettiğimiz halkların sayısı milyonlar,
devletlerin ganimetleri milyarlarla ölçülmektedir.
Arazilerden alınan
harac ve öşür gelirleri de oldukça yüksek olacaktır. Zira bugün öşri arazi
niteliğindeki Arap yarımadası, Endonezya, Güneydoğu Asya vb. beldeler
haricindeki tüm İslâm toprakları haraci arazilerden oluşmaktadır. Bu arazilerden
harac alınacağı gibi, üzerinde zekât gerektiren mallar üretiliyorsa ayrıca öşür
ödemeleri de gerekecektir. Sözünü ettiğimiz bu araziler milyonlarca kilometre
karelik topraklardır.
Ayrıca devletin
karada, denizde ve hatta havada elde edeceği yer altı ve yer üstü kaynaklar,
madenler ve zenginlikler de muazzam değerlere ulaşmaktadır. Günümüz
ekonomilerinin bilhassa İslâm topraklarındaki bu servetlere ve stratejik
kaynaklara olan bağımlılığı dikkate alındığında, Allah’ın izniyle kurulduğu
zaman Hilâfet Devleti’nin paha biçilmez bir güce kavuşacağı aşikârdır.
Devlet mülkiyetine
ait gelirlere gelince; kamu mülkiyeti ve ferdî mülkiyet kapsamında olmayan tüm
araziler, binalar, kaynaklar, fabrikalar vs. tamamı devlete aittir. Devlet
sahip olduğu arazileri, binaları ve kaynakları işleterek ciddi bir gelir elde
edeceği gibi, İslâm’daki arazi hükümlerinin mükemmel yansımaları sonucu
tarımsal üretimde de müthiş bir ilerleme kaydedilecektir. Tarım ve
hayvancılığın geliştirilmesiyle birlikte günümüzdeki köyden kentlere göç olgusu
tersine dönecek, büyük şehirlerin yükü hafifleyecektir. Devlet ayrıca altyapı
hizmetleri ve kamusal hizmetler sunarak da önemli bir gelir kalemine sahip
olmaktadır. Devletin kuracağı fabrikalar ağırlıklı olarak fertlerin
kuramayacağı ve günümüzde de çoğunlukla devletler tarafından işletilen enerji,
ağır sanayi ve savunma sanayi fabrikaları olacak; bu sayede devlet bir yandan
büyük bir gelir elde ederken, öte yandan cihada hazırlık yapacaktır.
Dediğimiz gibi İslâm’ın
ekonomiye, bütçeye, gelir ve giderlere bakışı, bugün hükmü altında yaşadığımız kapitalist
ekonomik sistemden tamamen farklıdır. Kapitalist sistemin temel odak noktası
borç ve alacaktan ibarettir ve tüm yaklaşımlar bu temele dayandırılır. Oysa İslâm’ın
ekonomik sisteminde temel problem insanların ihtiyacını karşılamaktır. Bu
nedenle kapitalist ekonomide insanların güya “sınırsız” ihtiyaçlarını
karşılamak için “üretimi maksimize etme” yaklaşımı benimsenirken, İslâm
üretimin “dağıtımını” esas alır.
İslâm’ın iktisat
siyasetinin hedefi insanların ihtiyaçlarını doyurmaktır. İnsanın ihtiyaçları
ise zorunlu (barınak, yiyecek, giyecek) ve lüks ihtiyaçlar olarak ikiye
ayrılır. Her insan, Müslüman olsun ya da olmasın, içerisinde yaşadığı toplumun
seviyesine uygun bir yaşam sürme hakkına sahiptir. Bu amaçla İslâm, her insanın
temel ihtiyaçlarını güvence altına almasını, lüks ihtiyaçlarını da mümkün
olduğu ölçüde sağlamasını devlete farz kılar. İslâm insanlara birer fert olarak
bakar, insanlar topluluğu şeklinde bakmaz. Kapitalist ekonomide gayri safi milli
hasıla, kişi başına düşen milli gelir gibi ülkenin toplam nüfusuna bağlı olarak
yapılan değerlendirmelerin İslâm’da hiçbir kıymeti ve itibarı yoktur. Bilakis İslâm,
çocuk olsun büyük olsun, kadın olsun erkek olsun, Müslüman olsun Hristiyan
olsun, insanca yaşama hakkına sahip tek tek her bir ferdin ihtiyaçlarının
karşılanıp karşılanmadığına bakar. Bir yandan devletin tebaasının bir bütün
olarak gelir ve refah düzeyini artırırken öte yandan bu tebaadan her bir ferdin
tek tek ihtiyaçlarının karşılandığından emin olur. Kapitalist sistemde olduğu
gibi, zenginlerin mallarıyla fakirlerin mallarını toplayıp hepsinin sayısına
bölüp fakirlerin sahip olmadığı bir rakamı kişi başına düşen milli gelir
sloganıyla pazarlamak apaçık bir yalan ve düpedüz bir sahtekârlıktır. Şu anda
Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir yaklaşık 22.000 dolardır, yani aylık
yaklaşık 1800 dolardır. Oysa milyonlarca aile bu rakamın beşte biri olan 1600
TL civarındaki asgari ücretle geçinmeye çalışmaktadır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış