DEMOKRASİ+ÇÖZÜM=KÖRDÜĞÜM

Murat Altın

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, selamı rahmeti ve bereketi Rasulüne, âline, ashabına ve O’nun yolu üzere giden müminlerin üzerine olsun.

 ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

“İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir.” (Nahl Suresi 125)

Okuyucularımıza dergimizin 122. sayısındaki “Çözüm Sürecine İslâmî Çözüm” başlıklı makalemde şöyle demiştim:

“Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin ana gündemine yerleşen IŞİD’in Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye sınır kenti olan Kobani (Ayn al-Arap)’ye saldırıları sonrası çıkan olaylardan geriye kalan acı bilanço; Güneydoğu’da birçok ilimizde sokağa çıkma yasağı ilan edilirken 30’u aşkın cana binlerce yaralıya ve milyarlık ekonomik kayıplara mal olmuştur. Kobani protestolarında yaşanan bu olaylar maalesef yine buz dağının görünen kısmıdır. Görünmeyen suyun altında kalan kısım ise daha büyük, daha da yıkıcı olacak bir potansiyele sahiptir.” Ben o gün bu tespitleri, uyarıları yaparken henüz ne Suruç olayı gerçekleşmiş ne de bugünkü resmî kayıplara göre 42 güvenlik görevlisi ve 13 sivil vatandaşımız katledilmemişti. Türkiye’nin son 40 yılına adeta ambargo koyup 40 bine yakın masum cana milyarlarca lira maddi zarara mal olan PKK, AKP’nin artık “Analar ağlamasın.” sloganıyla yola çıktığı çözüm süreci maalesef yine kana bulandı. Ve maalesef korktuğumuz o kâbus 7 Haziran genel seçimlerinin hemen ardından kanlı eylemlerine yine hız kesmeden devam ediyor. Tüm Türkiye olarak ocağına ateş düşen ailelerin yürek dayanmaz dramatik hallerini bu son olsun diye çaresizce dua ederek izlemek zorunda kalıyoruz. Yaşadığımız bu büyük felaketin kahreden daha vahim boyutuysa bitti bitecek denen terörün ülkemizi tehdit ederek, kurduğu hain pusularla can almaya devam ediyor olmasıdır. Örgüt kendini sözde Kürt haklarının savunucusu ilan ederek hain eylemlerine doğu ve güneydoğuda karakol basıp, okul, şantiye, iş makinesi, hastane, kamuya ait araçları yakıp, yıkarak bölgeyi istikrarsızlığa sürüklemektedir. Dolaysıyla da bu terör eyleminden en fazla bölge insanı maddi ve manevi zarara uğratmakta, birçok köy ve mezra boşaltılarak Kürtler zorla evlerinden, barklarından göçe zorlanmaktadır. Bununla da kalmayan Marksist örgüt menfaatleri doğrultusunda Müslüman Kürtleri de katletmekten asla çekinmemektedir. Görünen o ki örgütün “sözde” Kürtler adına girdiği bu mücadelenin sonucu basit bir hesapla kâr zarar mukabilinden ele alındığında, Kürtler adına hiç bir kazanç gözükmemektedir. Zira kazananın olmadığı işlenen bu yıkım ve cinayetlere rağmen Kürtlerle, Türklerin hâlâ beraberce yaşıyor olmaları aralarında herhangi bir ayrılığın olmadığının bariz bir kanıtıdır. Velhasıl Kürtlerle, Türkler arasına yakılan bu fitne ateşinin, körüklenen bu kin ve nefretin, uyandırılmak istenen bu taassubun sebebi nedir? Naçizane akılları kurcalayan bu ve benzeri birçok çelişkili durum “Kürt meselesinin” tarihi vesikalar ışığında incelenmesini gerekli kılmaktadır. Ortadoğu’nun kadim halkı Kürtler asırlarca İslâm Devleti sınırları içerisinde İslâm’a kaidelerine en sadık millet olarak anılmışlardır. İslâm’ın fikrî liderliğinde Kürtlerle Türkler bin yılı aşkın bir zaman diliminde aynı coğrafya üzerinde hiç bir ayrılığa düşmeden huzur içinde yaşamışlardır. Lakin bu mümtaz durum Cumhuriyet dönemiyle başlayan Türk milliyetçiliği esasına dayalı kavmiyetçi siyasetler, Türkiye vatandaşlığı gibi üst kimlik dayatmaları, asimile çalışmalarıyla kökleri yaklaşık bir asra uzanan “Kürt sorunu”nu doğurmuştur. Oysa Kürtler Osmanlı’nın son döneminde kuzuların dahi çakal kesildiği o zor zamanlarında hep devlete sadık kalmışlardır. Cumhuriyet dönemi Kurtuluş Savaşı’nda din, iman, namus uğruna dönemin büyük devletleri Fransız ve Rus ordularına, Ermeni ve Rum çetelerine her türlü olumsuzluğa, yokluğa rağmen geçit vermemişlerdir. Kısacası Kürtler ne Türklere ne de diğer milletlerden olan din kardeşlerine karşı halel getirecek bir tavır içerisine asla girmemişlerdir. Üstelik Osmanlı’dan sonra Kürtler de İslâm’a duyulan bu sadakatin bedelini tüm İslâm beldelerindeki Müslümanlar gibi çok ağır ödemişlerdir.

Ana hatlarıyla kısaca bu şekilde tahlil ettiğimiz “Kürt meselesi” tarihi vesikaları incelendiğinde Cumhuriyet dönemine kadar hiçbir sorun gözükmemektedir. Peki, sonra birden bire ne oluyor da Kürtler, Türklere “Biz sizinle yaşamak istemiyoruz.” diyor? Ortaya çıkan bu müstesna durumun müsebbibi sömürgeci ABD ve Avrupa’nın ümmet üzerindeki çıkar çatışmasının bir eseridir. Özellikle emperyalistlerin iştahını kabartan Türkiye’nin doğusundaki zengin petrol ve bor gibi yeraltı zenginliklerimizdir. Nitekim Osmanlı’nın dirayetli Halifesi II. Abdülhamit Han özellikle 19. yy. son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu anlaşılan petrol için büyük çaba harcadı. Uğruna savaşların çıkartılacağı yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün önemini anlayan halife II. Abdülhamit Han, Osmanlı’nın içine düştüğü siyasi çıkmazdan dolayı şahsi malından ödenek çıkartarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girdi. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Musul, Kerkük ve Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervleri olduğunu haritalarıyla tespit ettirmiştir. O gün haritayla tespit edilen Doğu Anadolu’nun bir kısmını kapsayan petrol bölgeleri; Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri’de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor. O günün teknolojisiyle petrol tespitini belgelendiren II. Abdülhamit Han’ın ömrü petrol çıkartmaya yetmedi, lakin dünyadaki değişimi yakından takip ediyor, o dönem petrolün yeni kullanım alanlarının bulduğunu biliyordu. Özellikle İngilizlerin güçlü donanmaları ile sahip oldukları güneş batmayan sömürge imparatorluklarını kömür yerine petrolle çalışan gemilerle idare etmek istiyorlardı. Halife II. Abdülhamit han bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte çok güçlü stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Zayıflayıp güçsüz kalan Osmanlı halifesi bu cevheri işleyemeden elinden kaçırmaktan korkarak Musul’un petrol arazilerini şahsen satın aldı. Çünkü İngilizler bu bölgeyi ısrarlı bir biçimde her ne pahasına olursa olsun istiyordu. Büyük Britanya’nın efsane başbakanı Churchill’in “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir.” sözü de adeta İngilizlerin petrol için ne denli hırslı olduğunun göstergesidir.

Sözünü ettiğimiz bu bilgiler yumağının tamamı Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Osmanlı Döneminde Irak” isimli kitapta yer almaktadır. Bu minvalde Osmanlıyı lağvederek 1920’de Hilâfet’in başkenti İstanbul'a giren İngilizler, ne oldu da tek kurşun atmadan 1923’te geri döndü? Çünkü dünyayı ele geçirip sömürmenin önündeki tek engel olan Hilâfet’in kaldırılması, aynı zamanda dünya petrolünün başkenti olan Musul ve Kerkük'ün Lozan’da bizden koparılması anlamına geliyordu. O gün koskoca Osmanlıyı bir oldubittiye getirip alelacele topraklarını cetvelle bölen İngilizler, bugün de ABD liderliğinde Irak, Sudan ve Suriye’yi kaça böleceklerinin hesabındalar. Yeni dünya düzeni, demokrasi ve özgürlükler bahanesiyle Ortadoğu’da petrol bölgelerini yeniden şekillendirirken ABD’nin, sizce ülkemizin zengin petrol yatakları üzerinden bir hesabı yok mudur? Bu minvalde yine kapitalist Batı’nın önümüze koyduğu küçük resme bakarak arkada gizlenen büyük resmi görmemiz gerekiyor. Bu boyutuyla “Kürt meselesi” ele alındığında Güney ve Doğu Anadolu’yu hatta tüm Ortadoğu’yu da içine alan, savaş ve kaosun sebepleri daha net bir biçimde açığa çıkmaktadır. İslâm âleminin içinde yaşamakta olduğu bu kardeş kavgalarının tek ve yegâne sebebi, Batılı kapitalist ideolojinin İslâm toprakları üzerinde tahakküm kurmasının bir neticesidir.

Genelde İslâm âlemi özelde Türkiye üzerinde gayri İslâmî fasit ideolojiler yüzünden, ümmetin zihninde milliyetçilik gibi daha birçok zehirli fikir uygun ortam bulup kök salabilmektedir. Hilâfet’ten sonra demokrasi havariliğine soyunan Müslümanlar hayatla alakalı sorunlarını bu fasit ideolojiyle çözemeyip durumu daha da içinden çıkılmaz kördüğüm haline getirmişlerdir. Bunun en son bariz örneğini ülkemizde yaşanan terör olaylarına bakarak söyleyebiliriz. AK Parti’nin önce “Kürt açılımı” sonra “Çözüm süreci” adı altında ürettiği bu politikalar sorunu çözemediği gibi daha da derinleştirip yine kördüğüm haline getirmiştir. Çözüm sürecinde Kürtlere tanınan ana dilde eğitim ve kamusal alanda dil serbestliği üzerine kurulu olan politikalar adeta duvara çarparak infilak etmiştir. AK Parti hükümetinin çözüm stratejisi Avrupa ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde belki başarı sağlayabilir, fakat sorun bizde İslâmî bir beldede ise yaşanan bu tür problemleri asla kökünden çözemeyecektir.

Sözünü ettiğimiz problem İslâm Ümmeti’nin problemi ise tabii ki çözümü de İslâm’ın akidesinden olmalıdır. Kurduğumuz bu denkleme 1400 yıllık İslâm Devleti’nin pak geçmişi şer’î çözümleri delil niteliğindedir. Bunun en güzel örneğini Osmanlı’nın son dönemindeki Hamidiye Alayları’nın kuruluş amacında görmekteyiz. Emperyalist batılıların İslâm toprakları üzerinde tefrikalarını çözen, dirayetli Halife Abdülhamit Han bütün gücüyle o dönemde Doğu Anadolu’yu kuşatan fitneyi ortadan kaldırmak ve orada kurulacak bir Ermeni Devleti’ni engellemek için, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmaya çalışmıştı. Dönemin büyük devletlerinin reform isteklerini Avrupalıların misyoner faaliyetlerini engellemek veya kontrol altına almak için Kürt aşiretlerden askerî birlikler teşkil ederek bütün bu felaketleri İslâm ve iman gücüyle bertaraf etmiştir.

 يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara Suresi 269)

Kur’an’ın ifadesiyle Allah Celle Celâlehû meseleleri anlamayı isabetli karar ve çözümü, olayları değerlendirme kabiliyetini sünnetine, düzenine, yasalarına uygun olarak iradesinin tecellisine tâbi akıllı ve sorumlu kimselere verir. Kendilerine ilim ve hikmet verilenler dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşanlardır. Ku’ran hükümleri ve vahiy ile gelen ilkelerden yalnızca akıl ve vicdan sahipleri düşünüp ibret alırlar. Şimdi gelinen bu vahim tablo karşısında hepimizin çok iyi düşünüp bir sonuca varması gerekiyor. Biiznillah sözün özü şudur ki Müslüman mahallesinde salyangoz satılmıyor. İslâm coğrafyasında fitnenin fesadın terörün bitirilmesi, haksız yere akan Müslüman kanının durdurulması ancak ve ancak yakında yeniden kurulacak II. Râşidî Hilâfet’le mümkündür. Ezcümle haksız yere cana kıymayı yasaklayan ve çok ağır yaptırımları olan İslâm dininin getirdiği yüksek ideallerden birisi de insan hayatına verilen kıymettir. Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim bu hususta şöyle buyurmuştur:

 مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاء تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ

 “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir hayat kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. Andolsun ki; onlara, peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Sonra, onlardan birçoğu, bu ayet ve mucizeler geldikten sonra, yine de yeryüzünde fesat çıkarmaya ve azgınlık etmeye devam ettiler.” (Maide Suresi 32)

 


Yorumlar

  1. Bilal Aydoğan

    Gerçekten sahih tespitlerle dolu bir yazı. Kaleminize sağlık. Yazılarınızı bekliyoruz...

  2. yakup özdemir

    kardeşimiz hakkı ve hakikati ortya koymuş kendisinden allah razi olsun güzel degerlendirmiş

Yorum Yaz