Topluma
doğruyu-yanlışı göstermede ve yine toplumu belirli bir doğrultuda kanalize
etmede âlimlerin etkisi ve ağırlığı tartışılmaz bir gerçektir. Belki de
yaşadığımız şu günlerde toplum olarak iyiden iyiye hissettiğimiz gerçek muttaki
âlimlerin yokluğudur. Başka bir ifadeyle “kaht-ı ulema.”
Zihinlerde oluşacak soruların önüne geçebilmek adına bir gerçeği en başından
ifade etmekte fayda var; ilim sahibi olmak muttaki âlim olmaktan farklıdır.
Yaşadığımız coğrafyada ilim sahibi kimselerin varlığından bahsedebilirken
âlimden bahsetmek çok da kolay değil maalesef. İlim sahibi ile âlim arasındaki
fark ise; ilim sahibi kimse fetvalarıyla statükoyu memnun etmeyi amaçlarken
âlim, o konuyla alakalı Allah’ın hükmünü ortaya koyar statükoya rağmen… Yine
aralarındaki fark; ilim erbabı takiyyeye icabet ederken yani zalime zulmünü
haykırma noktasında takiyyeye müracaat ederken âlim, canına mal olacağını bilse
bile zalime zalim demekten geri kalmaz.
Gerçek âlimlere
ciddi manada ihtiyaç duyduğumuz asrımızda faydalı olur ümidiyle duruşuyla, fetvalarıyla
ve hakkı söylemesiyle maruf, âlimlerin sultanı (Sultanu’l Ulema) İzz bin
Abdisselam’ı siz okuyucularıma tanıtmak istiyorum. Öncesinde âlimlerin toplum
içerisindeki etkilerine kısa da olsa değinecek olursak şöyle ki;
Vakıada yeri olan,
vakıada gördüklerimizle, yaşadıklarımızla daha da bir anlam kazanan ve ağırlığı
olan Araplara ait bir sözü paylaşmak yerinde olacaktır. “Âlim düşürse âlem
düşer.” Bu ümmetin, âlimlere ihtiyacı var, âlimlerden de beklentileri
vardır. Ümmet âlimlerden cennet yolunu açmalarını ister. Müslümanlar âlimlerden
hakkıyla yol göstermelerini beklerler. Ümmet âlimlerden liderlik bekler. Bu
ümmet artık zalimlerin hasmı, mazlumların hamisi olan âlimlerin arkasında
yürümek ister. Müslümanlar artık Batı’nın değil İslâm’ın aşığı âlimler görmek
ister. Batılı kâfirlerin değil, Allah’ın istediği şekilde hükümler veren
âlimler görmek ister. Müslümanlar dili Kur’an’la ıslanmış, fikriyatı ve zihniyeti
İslâm’la donanmış öncü âlimlere hasrettir. Bu Ümmet artık ilmiyle amil olmayan
değil de “Kur’an’ın emrettikleriyle yaşayamayacaksam Kur’an hamilinin en
bedbahtı olayım.” diyen Salim ibn Ubey gibi ilmiyle amil olan âlimlere
hasrettir. Kısacası İslâm ümmeti artık zayıfığıyla beraberinde Müslümanları da
düşürmeyecek âlimler arzu etmektedir. Âlimlerin toplum nazarındaki konumuna dair
nassların bazıları şöyledir:
Allah Subhânehu
ve Teâlâ âlimler hakkında şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا
يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ العُلَمَاءُ
“Kulları içinde
ancak âlimler Allah’tan(hakkıyla) korkar.”[1]
Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem ise âlimleri şu sözleriyle betimlemiştir:
العُلَمَاءَ وَرَثَةُ الأَنْبِيَاءِ
“Âlimler enbiyanın
varisleridir.”[2]
Şimdi ise âlimin
ehemmiyetini bir iki misal üzerinden anlatmak istiyorum: “İmamı Azam Ebu Hanife bir gün yolda yürürken bir çocuğun çamura
düştüğünü gördü. İmamı Azam ona ‘bundan sonra düşmemek için daha dikkatli ol’
dedi. Çocuk ardından İmam Ebu Hanife’nin tesiri altında kalacağı şu muhteşem
cevabı verdi: Ey İmam! Benim düşmem çok mühim bir iş değildir. Tekrar ayağa
kalkmam da kolaydır. Hem ben düştüğüm zaman yalnız başıma düşmüş olurum. Ancak
senin düşmenle bütün âlem düşmüş olur. Sakın siz düşmeyin’ dedi. İmamı Azam
çocuğun bu sözleri üzerine ağladı.”
Bir başka misalde: “Öğrencisinden
ayrılacak olan hoca, öğrencisinden dua ister. ‘Bizi de dualarından unutma’ der
öğrencisine. Aldığı cevap şaşırtıcıdır. ‘Ben
bugüne kadar kendime/kendim için dua etmedim ki hocam! Hep sizler için dua
ettim.’ Bu cevaba mukabil hoca merakını gizleyemez ve hemen sorar: ‘Evlat kendin için değil de bizler için dua
ediyor olman hangi sebeptendir?’ Cevap manidar. Hem de ziyadesiyle manidar. ‘Hocam
eğer siz sapıtırsanız bütün ümmet sapıtır da ondan.”
Yukarıdaki misalde de geçtiği üzere çocuğun endişe duyduğu husus bugün
bizim başımıza gelmiştir. Yani âlimlerin düşmesiyle birlikte ümmet de
düşmüştür. Çünkü âlim olmak; orucu bozan hâllerin konuşulması kadar başımızdaki
yöneticilerin kâfirlerle işbirliği yapıyor olmalarının haram oluşuna fetva
vermeyi de gerektirir. Eşcinsellerin hayâsızca yürüyüşlerinin, gayri ahlaki ve
gayri meşru işlerin asıl müsebbibinin küfür nizamı olan demokrasi olduğunu
haykırmayı gerektirir. Çorapsız namaz kılınır mı kılınmaz mı sorusuna fetva
yayınlamak kadar başımızdaki yöneticilerin ABD ile stratejik anlaşma yapmalarının
haram oluşuna hükmetmeyi de gerektirir.
Özellikle
getirdiğim misallerin âlimlerin toplum üzerindeki etkisini anlatmak adına
faydalı ve yeterli olduğunu düşünüyor ve asıl konuma İzz bin Abdisselam’ı
anlatmaya geçmek istiyorum. Tabii ki burada amacımız muttaki âlim İzz bin
Abdisselam’ın biyografisini baştan sona en ince ayrıntısına kadar anlatmak
değildir. Buna ne makalenin hacmi el verir ne de formatı…
İsmi, Abdülazîz bin
Abdüsselam, künyesi Ebu Muhammed’dir. Lakabı İzzeddîn ve Sultanu’l Ulema yani âlimlerin
sultanıdır. (H.578) 1182 senesinde Dımeşk’te doğdu. (H.660) 1262
senesinde Kahire’de vefat etti. Hani bir âlimi tanıtırken sarf edilen “küçük
yaşta Kur’an hafızlığını tamamlamış, ilme olan merakıyla ailesinin dikkatini
çekmiştir.” gibi klişe cümleler vardır ya işte bunu İzz bin Abdisselam için
sarf etmek mümkün değildir. Çünkü İzz bin Abdisselam’ın ilme olan ilgisi ve
yoğunlaşması kendisi 27 yaşındayken başından geçen bir olayın akabinde
başlamıştır. Çok geç yaşta ilim tedris etmeye başlamış olmasına rağmen kısa
süre içerisinde ilimde çok önemli yerlere gelerek 45 yaşında Emevî Camii’ne
imam ve hatip tayin edildi. Şeyh İzz bin Abdisselam’ın ilme olan rağbetinin hikâyesi
çok ilginçtir. Tarih kitaplarında rivayet edildiğine göre İzz bin Abdisselam’ın
fakirlik içerisinde sürdürdüğü bir hayatı vardı. Şeyh, Dımeşk Camii’nin Kellase
denen bölümünde uyurdu. Çok soğuk bir gecede boy abdesti ihtiyacı doğdu. Acele
kalktı ve Kellase bölümündeki havuzda (buzu kırarak) duş aldı. Üşüdüğünden
dolayı çok acı çekti. Sonra dönüp uyudu. Fakat aynı şey tekrar başına geldi.
Yine gecenin soğuğuna rağmen cami havuzuna girip duş aldı. Tabii ki bu
birkaç defa tekerrür edince soğuk suda abdest almaktan ötürü yataklara düşecek
kadar hastalandı. Hastalığını işiten o dönemin âlimlerinden birisi ziyaretine
geldiğinde, soğuk suda gusül abdesti almaktan ötürü hastalandığını duyunca buna
hiç gerek olmadığını, böyle bir durumda teyemmümle abdest alınabileceğinin
fetvasını verince, İzz bin Abdisselam hayata yeni bir pencere açmaya karar
verir. Bilmediğini, birçok konunun cahili olduğunu fark eden Şeyh o günden
sonra hayatını ilim öğrenmeye vakfeder.
İzz bin Abdisselam ilim tahsili aşamalarından sonra ömrünün sonuna
kadar dönemin iki büyük ilim ve kültür merkezi niteliğini taşıyan Şam ve
Kahire’de tedrisatta bulunmuştur. Şam’da Aziziye ve Gazali medreselerinde,
Kahire’de ise Salihiyye medresesinde müderrislik yapmıştır. Bunun yanı sıra
Emevî Camii ve Amr b. As Camii gibi birçok camide ders halkaları oluşturarak
eğitim faaliyetini sürdürmüştür.[3]
Onun ilimde geldiği
noktayı ifade etmek adına zamanın Mısır müftüsü Hafız el Münzirî’nin sarf etmiş
olduğu şu söz yeterlidir: “O
Mısır’a gelmeden önce fetva veriyorduk, onun olduğu yerde fetva vermek ona
aittir.”[4]
Şimdi bazı başlıklar çerçevesinde şeyhin bazı yönlerini tanımaya
çalışalım inşaAllah.
Şeyhin Cömertliği
Şeyhin hayatındaki şu olay onun cömertliğinin ne boyutta olduğunu
gözler önüne sermektedir. İzz bin Abdisselam Dımeşk’te olduğu bir zaman, büyük
bir kıtlık olur. Bu kıtlıktan ötürü de insanlar bağ bahçe neleri varsa ucuz
fiyata satarlar. Hanımı, imama gerdanlığını vererek, bir bahçe almasını ister.
İmam eve döndüğünde hanımı sorar: “Bahçeyi aldın mı beyim?” İmam: “Evet
cennette bir bahçe aldım. İnsanların sıkıntıda olduğunu görünce o gerdanlığı
sadaka vermek için bozup parasını fakirlere verdim.” der. Eşi hiç itiraz
etmeden: “Allah hayrını kabul etsin.” der. Çok fakir olmasına rağmen çok sadaka
verirdi. Şeyhten bir şey isteyen olduğunda geri çevirmemek adına sarığından bir
parça koparıp verdiği rivayet edilir.
Şeyhin Fetvalarda Statükonun Değil, Allah’ın Rızasını Kastetmesi
Şeyhin, fetvalarını kimseyi hoşnut etmek gayesiyle değil de Allah’ın
rızasına nail olabilmek gayesiyle verdiğini ispat eder nitelikte bir örneği
paylaşmak istiyorum. İzz bin Abdisselam, fetva vermede acele etmez çok titiz
davranırdı. Yanlış fetvaları ilan vererek düzeltmekten de çekinmezdi. Nitekim
bir defasında verdiği fetvanın hatalı olduğunu anlamış Kahire’de tellal
çağırtarak, “Her kim, İzz bin
Abdisselam’ın şu fetvasını işittiyse bilsin ki bu fetva hatalıdır ve artık
onunla amel etmesin.” diye söz konusu fetvanın yanlışlığını ilan
ettirmiştir.[5]
Bu davranışı onun ne denli hakkı arzuladığını, halk nezdindeki itibarının
sarsılması endişesi taşımadığını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Şeyhi diğerlerine nazaran barizleştiren hatta âlimlerim sultanı yapan
en önemli özelliği fetvalarını kişilere göre değil Allah’ın rızası
doğrultusunda vermesiydi. Şam'da Melik Salih İmaduddin İsmail, haçlılarla
anlaşma yaparak Sakîf, Sayda, Safd ve bazı kaleleri onlara bıraktığında aynı
şekilde Haçlıların Şam'a girip silah almalarına izin verilince şeyh, silah
satışının haram olduğuna hükmedip yapılanın haram olduğunu sultanın yüzüne
haykırdı. Bununla da yetinmeyen İzz bin Abdisselam esnafları bir bir gezerek
şöyle bir fetva yayınladı: “Bugünden sonra
topraklarımıza girip çıkan Haçlılara hiçbir şey satılmayacak ve hiçbir şey
alınmayacaktır.”[6]
Hatta kılıç üreten esnaflara giderek özellikle onlara Haçlılar için kılıç
yapmanın ve satmanın haram olduğu fetvasını verdi ve bu hususa dikkat etmeleri
gerektiğini telkininde bulundu. Buna riayet etmedikleri taktirde Allah katında
zulme ortak olmaktan ötürü zalim olacaklarını açıkça beyan etti. Aynı günlerde
bir terzi, “Ey şeyh, Haçlılar
bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben Haçlılara elbise dikersem zulme ortak
olur muyum?” diye sorar. İz bin Abdisselam’ın cevabı keskindir: “Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne
iplik satan zulme ortak olur, sen zalimin ta kendisi olursun.”
Cuma günleri sultana yapılan duayı kesip, “Allah'ım!
Bu ümmete doğru, sağlam bir durum ortaya çıkar ki senin dostların aziz,
düşmanların zelil olsun.” diye dua etmeye başladı.[7] Bunun
üzerine hükümdar, şeyhi fetva ve hutbe okuma görevlerinden azledip kendisine
zulüm ve baskıya başladı. Şeyh ise hakkı söylemeye devam ediyor ve ne pahasına
olursa olsun Allah’ın razı olacağı fetvayı vermeye devem ediyordu. Şeyhin zulüm
karşısında susmanın şeytanlaşmak olduğunu söylemesi kararlılığının en bariz
özelliğindendir aslında… Şam'dan çıkarılıncaya kadar bu baskılar devam etti.
Bunun üzerine İzz bin Abdisselam, bir merkebe ailesini bir merkebe de
eşyalarını yükleyip hicret etti. Onun Kahire'ye hicret etmeden önce Şam'da ve
Beytu’l Makdis’te hapsedildiği kaynaklarda zikredilen bilgiler arasındadır.[8]
İzz bin Abdisselam, Mısır’a göç ettiğinde el-Melikü’s Salih Necmeddin
Eyyüb (ö.646/1248) tarafından güzel bir şekilde ağırlanmış ve Mısır’ın baş
kadılığı, metruk camilerin ıslah ve onarımı görevinin yanı sıra, Mısır’ın en
büyük camisi olan Amr b. el-As Camii hatipliğine de getirilmiştir. Şeyh burada
da hiçbir makam ve mevki kaygısı taşımadan ve hiç kimseden korkmadan gerçekleri
söylemeye devam etmiştir.
Şeyhin İdarecilere Hakkı Söylemesi/Hakkı Söylemek Âlimin Şanındandır
Belki de İzz bin Abdisselam’ı, zamanında yaşamış âlimlere kıyasla
farklı kılan en önemli tarafı idarecilere karşı hakkı söylemek olmuştur. Çünkü
bildiği doruları söylemek, kınayıcının kınamasına aldırış etmeden hakikatleri
söylemek âlimin şanındandır. Bunun durumun örneklerinden bir tanesini buraya
taşımak istiyorum. Bu olayı meşhur öğrencilerinden el-Bacî anlatıyor:
“Sultanu’l Ulema Rahmetullahi aleyh
bir bayram günü sultanla bayramlaşmak üzere saraya gitti. Saraya girince,
bütün herkesin sultanla bayramlaşmak için hazır bulunduğunu, amirlerin ve
ulemanın, sultanın önünde yerlere kadar eğildiğini gördü. İzz bin Abdisselam,
sultanı, bir tazim kelimesi olmadan ismi ile çağırarak: Ya Eyyüb! Allahu Teâlâ
kıyamet gününde sana ‘Sana bütün Mısır memleketini verdim. Yani seni oraya
sultan yaptım. Sen ise hükmün altındaki topraklarda içki satılmasına müsaade
ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak.’ diye sordu. Sultan Eyyüb: ‘Sen
bunu gördün mü?’ diye sorunca, İzz bin Abdisselam ‘Evet, falan yerde, falan
dükkanda açıktan açığa içki satılıyor ve daha başka birçok kötü işler oluyor.
Sen bu memleketin sultanısın, niye bunlara mani olmuyorsun.’ dedi. Oradakilerin
hepsi bu sözleri duydu. Sultan: ‘Efendim! Bunlar, benim zamanımda olan şeyler
değildir. Babam zamanından kalan şeylerdir.’ dedi. Bunun üzerine İzz bin
Abdisselam ‘Hayır (onların aklî ve naklî hiçbir delilleri yoktur, ancak)
şöyle dediler: Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince
giderek hidayet buluruz.”[9]
mealindeki ayet-i kerimeyi okudu ve ‘Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak görürler.
Hâlbuki bunlar hüccet değildir. Bunlarla hiçbir zaman kurtuluşa erişilemez.
Yani benim zamanımda değil de, babamın zamanından beri satılıyordu, demekle
kurtulunmaz.’ dedi. Bunun üzerine sultan, derhal o içki satılan dükkânı
kapattırdı. El-Bacî, İzz bin Abdisselam´a ‘Nasıl oldu da siz o kadar insanın
içinde sultana o sözleri söylediniz?’ diye sorunca ‘Sultan kibirlenmesin ve
gururlanmasın diye söyledim.’ cevabını verdi. O tekrar ‘Sultandan korkmadınız
mı?’ diye sordu. O da ‘Allahu Teâlâ’nın bana verdiği heybetten dolayı, sultan
benim yanımda küçücük kaldı.’ diye cevap verdi.”
Şeyhin sultanlar karşısındaki dirayetini ve şecaatini anlatan başka bir
misal paylaşmak isterim. Şeyhin cenazesine Mısır ve Şam Sultanı Zahir Rükneddin
Baybars (ö. 676/1277), emirler, askerler, kadılar, âlimler ve halktan büyük bir
topluluk katılmıştır.[10]
Bu büyük kalabalığı gören Sultan Baybars, “Şüphesiz
iktidarımın temelleri bugün daha da sağlamlaşmıştır. Çünkü herkesin kendisine
başvurup sözünü dinlediği bu yaşlı âlim bir işaretiyle bile tahtımı
devirebilirdi”[11] diyerek onun geniş halk kitleleri üzerindeki etkisi sebebiyle
sultanlar nezdindeki otoritesini itiraf etmiştir. Hatta tarih kitaplarında
Baybars’ın şeyhi sürgün etme kararı aldığında geniş halk kitlesinin şeyhle
birlikte hareket etmesi, hatta bazılarının saraya yürümesiyle Baybars’ın, gelip
elini öpmesi durumunda sürgün kararından vazgeçeceğini söylemesi üzerine Şeyhin
cevabı tam da Sultanu’l Ulema’ya ve şanına yakışır türdendi: “Bırak senin elini öpmeyi elimi öpmenden bile razı
gelmem.”
Şeyhi, sultanların âlimi değil de âlimlerin sultanı yapan işte tam da
budur.
Şeyhin hakkı söylemek konusunda başka bir misali de diğerleri kadar
enteresandır. Aybek et-Türkmanî’nin öldürülmesiyle Memluk tahtına henüz on beş
yaşında bir çocuk olan Melik Mansur Nureddin Ali geçmişti (655/1257). Bu sırada
Naibü’s Saltanat/hükümdar vekili olan Seyfeddin Kutuz, yaklaşan Moğol
tehlikesine karşı Mısır âlimlerini istişare için toplamıştı. İstişare neticesinde
heyette, devlet hazinesinin savaş masraflarını karşılayacak yeterlilikte olmaması
sebebiyle savaş hazırlıklarının yapılabilmesi için halktan fazladan vergi
alınması kanaati hâsıl oldu. Bunun üzerine Şeyh İzz bin Abdisselam yine
söylenmesi gerekeni söyledi: “Nureddin Ali
azledilsin ve yerine Seyfeddin Kutuz sultan tayin edilsin. Zira düşmanın
kapımıza dayandığı bir sırada onlarla savaşmak her Mısırlıya farzdır. Hazinenin
durumuna gelince; öncelikle sultanın, emirlerin (ailelerinin) ve askerlerin
ellerindeki değerli mallar/takıları/lüks eşyaları hatta kılıçlarınızdaki takılı
süsler bir araya getirilerek satılsın. Eğer, bunlar ihtiyacı karşılayamazsa o
zaman halktan yeni vergiler alınır. Sizi temin ederim ki Moğollarla yapacağınız
savaşta Allah sizleri zafere ulaştıracaktır.”[12]
İzz bin Abdisselam’ın bu önerisi meclis tarafından kabul görmüş ve
Nureddin Ali azledilerek yerine Seyfeddin Kutuz sultan tayin edilmiştir.
Nitekim savaş hazırlıklarına hemen başlayan Muzaffer Seyfeddin Kutuz, Ayn-ı
Calût mevkiinde Moğollara karşı önemli bir zafer elde etmiştir (658/1260). Bu
zafer, devletin temellerini sağlamlaştırmış ve İslâm dünyasını da Moğol
istilasından kurtarmıştır.[13]
Görüldüğü üzere İzz bin Abdisselam şecaati ve basireti ile devlet
siyasetine yön verebilen kararlılığa sahipti. Başta da ifade ettiğim gibi
Sultanu’l Ulema İzz bin Abdisselam’ı anlatmaya ne makalemin hacmi el verir ne
de formatı. Kısacası İzz bin Abdisselam kimdir diye sorulduğunda şöyle cevap
verilebilir: “Sultanların/ Yöneticilerin/ İdarecilerin âlimi değil
âlimlerin sultanıdır.”
İzz bin Abdisselam’ın yaşadığı dönemde Şam ve Kahire, eğitim ve öğretim
bakımından İslâm tarihinin en parlak ve hareketli şehirlerindendi. Tahsil
hayatına geç sayılabilecek bir yaşta başlayan İzz bin Abdisselam, elverişli ve
zengin bir ilmî ortamda dönemin önde gelen âlimlerinin rahle-i tedrisatından
geçerek tefsir, hadis, fıkıh, usul, kelam, dil ve belagat gibi değişik
alanlarda yeterliliğe ulaşmıştır. Telif ettiği eserler, yetiştirdiği talebeler
ve üstlendiği görevlerle örnek bir âlim olarak tarihteki yerini almıştır.
İzz bin Abdisselam’ın bir âlim aynı zamanda bir eğitimci olarak sonraki
nesillere kazandırdığı en büyük eserlerden bir tanesi de günümüzde fıkıh
kitaplarında müstakil bir ilim başlığı olma özelliğini taşıyan kavaid-i külliye
yani külli kaidelerdir. İzz bin Abdisselam’ın Kavâ‘idü’l-Ahkâm
fî Mesâlihi’l-Enâm adlı eseri, dini ilimlerdeki derecesini en güzel
bir şekilde ortaya koyan, yazıldığı zamandan günümüze kadar ilim erbabının
takdirine mazhar olan ve araştırmacıların önemli başvuru kaynaklarından biri olma
niteliği taşıyan, ayrıca sonraki nesillerde yazılacak olan usul kitaplarındaki
kaideler konusuna kaynaklık teşkil eden bir eserdir. Kavâid ilmi denince akla
gelen isimlerin başında şüphesiz İzz bin Abdisselam gelmektedir. Dileğimiz
asrımızda da İzz bin Abdisselam gibi kendisinden sonraki nesillere
bırakabileceği hayırlı eserleri olan âlimlerimizin/eğitmenlerimizin olması ve
çoğalmasıdır.
[1]
Fâtır 28
[2]
Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû’d Derdâ Radıyallahu Anh kanalıyla tahriç ettiler
[3]
İbn Kesîr, el-Bidâye
[4] Dâvûdî, Tabakât, C. I, s. 321
[5] Sübkî, Tabakât, C, VIII, s. 214
[6]
Sübkî, Tabakât, C. VIII
[7]
Sübkî, Tabakât, C. VIII, s. 243
[8]
İbn Kesîr, el-Bidâye, C. XVII, s. 441
[9]
Zuhruf Suresi 22
[10]
İbn Kesîr, el-Bidâye, C. XVII
[11]
Sübkî, Tabakât, C VIII
[12]
Subki, Tabakât, VIII/215-216
[13]
İbn Hacer, Tağliku’t-Ta’lik, Mukaddime, s.26-28;
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış