İŞGAL EDİLMİŞ TOPRAKLARIMIZIN TEK BİR ÇATI ALTINDA TOPLANMASI İÇİN DÜNYA HİLÂFET’E MUHTAÇTIR

İbrahim Er

Geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in risaleti ilk tebliğ ettiği andan günümüze kadar hak ile batıl arasındaki mücadele hiç hız kesmeden devam etti. Hakkın bir nur ve hidayet kaynağı olarak insanlığın önüne sunulmasına, fetihler yoluyla tebaası yaptığı çeşitli milletleri İslâm potasında eritip tek toplum hâline getirerek, merhamet ve adaletle kuşatmak suretiyle bütün insanlığın zirvesine çıkarmasına batılın karşılığı her zaman sert olmuştur. Karanlık zihniyetlerin ve körelmiş vicdanların uyduruk nizamları, buldukları her fırsatta İslâm beldelerinin üzerine çullanarak katliam, tecavüz, yağmalama gibi yöntemlerle çocuk, kadın ve yaşlı demeden bütün vahşiliklerini sergilemekte bir beis görmemişlerdir. Üstelik bugün dünden farklı olarak, kendisini Müslüman olarak tanıtan ve İslâm beldelerindeki Müslümanların başında yönetici olarak bulunan işbirlikçi ve hain kişiliklerin nezaretinde bu zulümler gerçekleşmekte ve diğer beldelerdeki Müslümanlar da maddi yardımlar dışında hiçbir şey yapamadan olan biteni seyretmektedir.

İslâm ümmeti daha önceleri de çok büyük musibete maruz kaldı. Tatar ve haçlı saldırıları ile İslâm topraklarında işgaller ve çok büyük katliamlar yaşandı. Nitekim I. Haçlı Seferi’nin ardından Kudüs işgal edildi ve mübarek Mescid-i Aksa toprakları büyük komutan Selahaddin Eyyubi tarafından kurtarılasıya kadar (1099-1187) tam 88 yıl haçlı işgali altında kaldı. Bu süre zarfında 70.000 Müslüman katledildi. İslâm topraklarına yönelik bir asırdan fazla bir süre devam eden bu saldırılar Müslümanlar açısından büyük yıkımların ve kayıpların yaşandığı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir. Çünkü Müslümanlar, haçlılara karşı birçok savaşta mağlup olmuşlar Kudüs’le birlikte Lübnan ve Suriye de (Şam Vilayeti) uzun yıllar boyunca haçlı işgali altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Haçlılar karşısındaki bu hezimetin neticesinde yaşanan zillet ve hayal kırıklıkları, Müslümanları yeni fetihlerden ve mücadelelerden uzak tutmuş, bütün güçlerini haçlıları topraklarında uzaklaştırmaya harcamak zorunda bırakmıştır. Ancak ümmet ne pahasına olursa olsun sonunda bu haçlı güruhunu topraklarından çıkarmayı başarmış ve onlara karşı galip gelmiştir.

Haçlı saldırılarının ardından ümmetin yaşadığı başka büyük işgal ise 1258 yılındaki Moğol istilasıdır. Bağdat’ı işgal eden Moğollar burada büyük bir katliam gerçekleştirdiler ve bir hafta içerisinde tam 90.000 Müslümanı kadın ve çocuk demeden katlettiler. Bağdat’ı yağmaladılar, yakıp yıktılar ve canlı kimseyi bırakmamacasına ölüm kustular. Ardından aynı yıl Şam Vilayetini de işgal ettiler. Ancak Müslümanlar haçlılara yaptıklarının aynısını Moğollara da yaptılar ve Baybars komutasındaki bir orduyla 1260 yılındaki Ayn Calut Savaşı’nın sonrasında Moğolları mağlup ederek İslâm topraklarından attılar.

Bu işgaller ümmeti zillet içerisinde bırakıp çok büyük zararlara ve kayıplara sebep olmuş olsa da, ümmette küfür tarafına fikrî ve ruhi bir kayma meydana getirmemiştir. Dolayısıyla var olan işgaller askerî işgalin ötesine geçmemiştir. Ümmet üzerinde kâfirler lehine fikrî ve ruhi kaymanın başladığı dönem ise 19. yüzyılın başları ve sonrasıdır. İşte bu dönemin sonrasındaki siyasi gelişmeler, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Hilâfet Devleti’nin Lozan Antlaşmasıyla birlikte resmen ortadan kaldırılması ve akabinde Hilâfet’in ilgası, İslâm topraklarındaki işgalin niteliğini de değiştirmiştir. 

Şöyle ki: İslâm topraklarında yüzyılı bulan işgaller bile yaşansa o zaman ümmetin birliğini sağlayan ve Müslümanları koruyup gözetmekle yükümlü olan halifeler yani Müslümanların kendilerine ait bir devletleri vardı. Bu devletin varlığı, ümmette en ağır işgaller karşısında bile bir gün kurtulacağı umudunu ve beklentisini daima diri tutmuştur. Halifeler, saldırılara ve işgallere karşı harekete geçmeye, Müslümanları kâfirlerin elinden kurtarmak için ordularını harekete geçirmeye sürekli olarak gayret göstermişlerdir. Sonuçta haçlı ve Tatar saldırılarında olduğu gibi bir asır süren işgallere ve büyük katliamlara maruz kalmış olsalar bile, İslâm Devleti’nin halifeleri ne pahasına olursa olsun saldırıları püskürtmüşler ve işgalleri kaldırmışlardır. İşte ümmetin işgal altındaki durumunu öncekilerden ayıran en önemli fark budur. Zira bugün ümmet için ordularını harekete geçirecek ne bir halife vardır, ne de ümmetin kurtuluşunu sağlayacak bir birlik söz konusudur.

Fransa’da gerçekleşen 1789 ihtilalinin ardından kalkınma sürecine giren Avrupa, ardı ardına gerçekleşen icatlarla hızlı bir sanayileşme sürecine girdi ve sanayiye dayalı bir ekonomi hamlesiyle büyük sermayelere hükmeden toplulukların ortaya çıkmasını sağladı. Kısa süre içerisinde bu sermaye sahipleri yönetimde etkili hâle gelirlerken kapitalist nizamın fiilen hayata geçmesini de sağlamış oldular. Ortaya çıkan bu yeni ideolojinin yayılmacılığının sömürü esasına dayanması ise kaçınılmaz bir durumdu. Ekonomik açıdan güçlenen kapitalist Avrupa devletlerinin gözlerini zayıf durumda olan ülkelere, onların yer altı ve yer üstü zenginliklerine dikmeleri fazla zaman almadı. Sömürgeci kâfirlerin bu devletler içerisinde dikkatlerini en fazla çeken ve gözlerini kamaştıran yer ise “Hasta Adam” olarak isimlendirdikleri Osmanlı İslâm Devleti idi.

Ancak bu sömürgeci kâfirler (haçlılar), Müslümanların birliğinin ve devletlerinin varlığının ne anlama geldiğini geçmişten gelen tecrübelerle çok iyi biliyorlardı. Müslümanların topraklarını ve dolayısıyla yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirmenin ve buralara kalıcı olarak yerleşilmenin yolunun devletlerini yok etmekten ve topraklarını parçalamaktan geçtiği konusunda en ufak bir şüpheleri yoktu. Bunun için 19. yüzyılın başlarında harekete geçerek Araplardan ve Türklerden kendilerine ajanlık edecek çok sayıda hain buldular. İslâm topraklarında isyanlar başlattılar, milliyetçi ve vatancı duyguları tahrik edip kitleleri devlete karşı harekete geçirdiler. Ekonomik açıdan zaten iyi durumda olmayan Osmanlı İslâm Devleti’ni isyanlar ve işgallerle daha da sıkıntılı bir duruma soktular. Siyasi açıdan ise Batı kültürüyle yozlaşmış Avrupa destekli güya aydınlanma hareketlerinin oluşturduğu siyasi zorluklar, son dönemlerde yerini yönetime karşı darbelere ve baskınlara bıraktı. Böylece bu şartlar altında daha da zayıflayan Osmanlı Devleti, sömürgeci Batı’nın kendisini yıkmak için başlattığı I. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş oldu.

Sömürgeci Batı için İslâm Devleti’nin varlığı öylesine büyük bir tehdit oluşturuyordu ki onun “Hasta Adam” olarak kalmasına ve nefes almaya devam etmesine bile izin vermediler. Onu öldürmekten başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı. Zira o nefes almaya devam ettiği müddetçe isyancının da, işgalcinin de topraklarına kalıcı olarak yerleşme imkânı yoktu. O, varlığını devam ettirdiği müddetçe ümmetin birliğinin kalıcı olarak parçalanması söz konusu olmayacaktı. İşte işin kâfir Batı adına kalan bu kısmını halletmek de Tanzimat’tan günümüze kadar bu topraklarda varlığını sürdüren, kendilerine “aydınlanmacı” ve “vatansever” gibi isimler takan, Batı kültürünü benimseyip aynen Batı gibi Osmanlı İslâm Devleti’nden nefret eden laik yobazlara kalmıştır. Onlar da hayranı oldukları Avrupalı efendileriyle birlikte yüz yıl boyunca yıkmak için uğraştıkları Hilâfet’i, bir İngiliz tertibi olan Kurtuluş Savaşı’nın ardından önce 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırıp, sonra da 3 Mart 1924 tarihinde Halifeliği kaldırarak resmen bitirmiş oldular.   

Topraklarımız sömürgeci kâfirler tarafından bu şekilde işgal edildikten sonra onlar bu işgalin kalıcı olması için harekete geçtiler ve parçalara ayırdıkları bu toprakların yeniden bir çatı altında toplanmasının önüne geçmek için kendi kültürlerini ümmete empoze etmeye başladılar. Aralarındaki sınırların yeniden kaldırılmaması için vatancı ve milliyetçi duyguları sürekli olarak bağımsızlık naralarıyla tahrik ederek yapay sınırları ve üzerlerinde yaşadıkları toprakları kutsal olarak kabul etmelerini sağladılar. Maalesef ümmetin evlatları onların bu pis fikirlerini benimser ve savunur hâle geldiler. Onlar ise ümmetin içine düşmüş olduğu bu hâlin devamını sağlayarak ümmet üzerindeki işgallerini, en az kendileri kadar Batı kültürünü benimsemiş ve sahiplenmiş olsan ajanlar üzerinden siyasi olarak yürütmeye devam etmektedirler.

Bugün parçalanmış İslâm topraklarında oluşturulan güya bağımsız devletlerin sayısı ellinin üzerindedir. Bunların her biri, kendi aralarında milletinin ve sömürgeciler tarafından belirlenmiş topraklarının (vatanının) kutsallığı esası üzerine birbirlerine bağlanmışlardır. Bunun sonucu olarak da, İslâm toprakları üzerinde olması gereken ümmet bilincinin yerini vatancı ve milliyetçi duygular almıştır. Bu yüzden İslâm topraklarında bulunmalarına rağmen, bu devletlerden birinin başına gelenler diğerini hiç bir şekilde ilgilendirmemektedir. Her biri, kendisi dışında kalan ümmetin diğer evlatlarına karşı yapılanlara duyarsız ve sorumsuz bir şekilde hareket etmektedirler. Bu parçalanma ve işgalin ümmet üzerindeki tesiri öylesine büyük olmuştur ki; ümmetin en cengâver evlatları olan ve İslâm sancağını yüceltmek için cepheden cepheye koşan Kürt, Türk ve Araplar birbirlerinden nefret eder hale getirilmişlerdir.  Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِين

“Allah’a ve Rasulün itaat edin ve çekişmeye girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.”1

وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُو  

“Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin.”2

Sömürgeci kâfirlerin İslâm beldelerine sokmuş olduğu fitneler ve ümmetin zamanla sahiplenmiş olduğu Batı kültürü bugün şüphesiz işleri daha da zorlaştırmakta ve aradaki sınırları daha da kalınlaştırmaktadır. Onlar ise bu durumu değerlendirerek topraklarımda yeraltı ve yerüstü zenginliklerimize el koymak ve bizleri sömürmek için proje üzerine proje uygulamakta ve hatta bu projeleri uygularken birbirleri ile açıkça yarışmakta bir sakınca görmemektedirler. İslâm topraklarındaki bu hayâsız yarışın bedeli Hilâfet’in ilgasından günümüze kadar milyonlarca Müslümanın katledilmesi, namuslarının kirletilmesi, mallarının yağmalanması, zindanlarda çürümeye terk edilmesi ve topraklarından sürülüp kamplarda yaşamaya mahkûm edilmesidir. Sadece 2001 yılında ABD tarafından başlatılan Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında katledilen Müslüman sayısı milyonu çoktan aşmıştır. Sudan, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Yemen, Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerin halkları Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında hâlen bedel ödemeye devam etmektedirler. Filistin, Doğu Türkistan, Arakan gibi Hilâfet’in ardından üzerlerindeki zulmün kronikleştiği bölgeleri ise saymaya gerek bile yoktur.  

Müslümanlar, kendilerine koruyucu kalkan olan devletlerini kaybedip de akıbetleri kapitalist sırtlanların ve en az onlar kadar sırtlanlaşmış olan işbirlikçi hain yöneticilerin insafına(!) kaldıktan sonra, içinde bulundukları durumun farkına varıp kurtuluş amacı ve umuduyla elbette birtakım hareketlerde bulundular. Ancak bu hareketlerin neredeyse tamamı duygusal ve doğaçlama ortaya çıkan hareketlerdi. Çünkü bu hareketler, soykırım derecesine varan katliamların, yağmalamaların, tecavüzlerin karşısında daha fazla dayanamayan, bir şey yapmak isteyip de eli kolu kendilerine uygulanan sistemler ve ajan yöneticiler tarafından bağlanmış olan Müslümanların öfkeli haykırışlarından ibaretti. Sonuç olarak bu hareketlerin hiç birisi; meselenin İslâm topraklarının sömürgeci kâfirler tarafından parçalanarak işgal edilmesinden ve başlarındaki hain yöneticiler ile onlara ait sistemler tarafından sıkı sıkıya kuşatılmasından ibaret olduğunun ya da bir başka ifade ile Hilâfet Devleti’nin ortadan kaldırılmasından kaynaklandığının farkında değildiler. İşte ümmet nezdinde var olan bu belirsizlik Müslümanların içinde bulundukları acziyetin boyutlarını daha da büyütmüştür. Öyle ki, son iki asırdır ümmetin başına gelen musibetlerin neredeyse tamamının sömürgeci Batı’nın hile, tuzak, fitne ve en nihayetinde işgallerinden kaynaklandığı gün gibi ortadadır. Üstelik onlar tüm bu zulümleri demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi söylem ve uygulamalar üzerinden yürütmektedirler.  Ancak tüm bunlara rağmen Müslümanlar, kurtuluşu ve çözüm reçetesini hâlâ onların bu işgal ve sömürü araçlarında yer alan söylem ve eylemlerde aramaktadırlar. İşte ümmet için asıl yıkıcı olan husus da budur. Bu konuda sömürgecilerin ajanlığını/işbirlikçiliğini yapan ve ümmetine ihanette sınır tanımayan yöneticilere ise değinmeye gerek bile yoktur. Onlar bu gibi durumlarda Müslümanları oyalamak, işgalleri ve katliamların meşrulaştırılması için kurulduğu aşikâr olan ve bu zamana kadar Müslümanların yararına bir tane bile kararı bulunmayan Birleşmiş Milletlere (BM) başvurarak zulümlere ortak olmaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Ümmetin topraklarındaki bu işgalin ağırlığını hisseden bazı hassasiyet sahibi Müslümanlar ise kendilerini bir takım ameli işlere, hayır ve yardım faaliyetlerine ya da ahlaki çalışmalara adamak suretiyle ümmeti uyandırıp üzerlerindeki sömürgeci kuşatmayı kırabileceklerini sandılar. Ama ne yazıktır ki bu gayretler de ümmetin üzerindeki sömürgeci işgalini kaldırmayı başaramadı ve daha önceki başarısızlıklarda olduğu gibi her seferinde hayal kırıklığı ve umutsuzluk olarak geri döndü. Bu arada, ümmetin işgal edilmiş toprakları üzerindeki yöneticileri/sömürge valileri de Müslümanların içinde bulunduğu bu zillete karşı duyarsız kalmadılar ve boş durmadılar. Ümmetin bağrında oluşturulan ve adeta bir ölüm makinası gibi Müslüman katleden Yahudi varlığına ses çıkarmamalarına ve onu kollayıp büyütmelerine rağmen, bir Hristiyan’ın 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’yı kundaklamayı denemesinden sonra derhal(!) BM’de daimi olarak temsil de edilen İslâm Konferansı Teşkilatını kurdular. Sonra da Müslümanların maruz kaldığı her katliamın ardından almış oldukları tavsiye kararlarını BM genel kurulunda gündeme getirdiler.

Ümmetin gücü onun birlik olmasına, parçalanıp bölünmeden tek çatı altında toplanmasına bağlıdır. Yüzyıllar boyunca Müslümanları alt etmek için uğraşan kâfirler bu uğurda aralarındaki kavgaları ve mezhep savaşlarını bir kenara bırakarak birlik olmuşlar ve Müslümanlara topyekûn saldırmışlardır. Müslümanlar karşısında zafer elde etseler ve bazı bölgeleri uzun yıllar işgal altında tutmuş olsalar da sonunda mutlaka mağlup olmuşlar ve İslâm topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Ta ki Osmanlı İslâm Devleti’ni ortadan kaldırasıya kadar…

İşte meselenin özü budur, yani Müslümanların toprakları üzerindeki işgali bitirecek ve ümmeti yeniden tek çatı altında toplayacak, birliğini muhafaza edecek, canının, malının ve namusunun koruyucusu olacak yegâne güç Hilâfet Devleti’dir. Nasıl ki kâfirler, Müslümanlar karşısında zafere ulaşmanın yolunu onları tek çatı altında tutan devletlerini yıkmakta görerek bu yolla topraklarımızı parçalayıp işgal ettilerse onları bu topraklardan kovmanın, parçalanmış toprakları birleştirmenin ve ümmetin birliğini tesis etmenin yolu da Hilâfet Devleti’nin ikamesinden geçmektedir. Bu nedenle ümmetin kurtuluşu ve tekrar izzetli ve şerefli günlerine dönüşü için yapılacak olan tek çalışma, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna uygun olarak II. Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması için yapılacak çalışmadır. Bunun dışında yapılacak olan bir çalışma, ne kadar samimi duygularla yapılırsa yapılsın, daha önce defalarca tecrübe edildiği gibi ümmetin enerjisini boşa harcamaktan ve tekrar tekrar aynı başarısızlığı yaşayıp sonra da karamsarlığa kapılmaktan başka bir şey getirmeyecektir. 

Ümmetin işgal altındaki topraklarını sömürgeci kâfirlerin elinden kurtaracak olan yegâne güç yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi Hilâfet Devleti ve onun dirayetli halifeleridir. O halifeler ki, devletin bekası ve ümmetin selametinin tesisi ancak onlarla olur. Onlar bugünkü hainler gibi küfre ve küfrün necis nizamlarına meyletmezler, toplumu kandırarak bu nizamları benimsemeye sevk etmezler. Tam tersi bu nizamları şiddetle reddederler ve yeryüzünden kaldırmak için ordularını harekete geçirirler. Onların adaleti Allah’ın emir ve nehiylerinden ibaret olan hak çizgisidir. Bu çizgiye bağlı kalarak tesis ettikleri adaletle anılırlar; bugün hâlâ adaletiyle anılan ve kıyamete kadar da anılacak olan Halife Hz. Ömer gibi… 

O halifeler ki; bugünkü yöneticiler gibi meydanlarda esip gürledikten sonra kapalı kapılar ardında ümmeti satmazlar, kâfirlere ve zalimlere karşı destansı bir direniş örneği sergileyerek canlarını ortaya koyan müminlere yanındayız görüntüsü verdikten sonra Halep’te olduğu gibi sırtlarından vurmazlar. Onları ve bu direniş esnasında küçücük bir alana sıkıştırılmış hâlde yardım bekleyen savunmasız sivilleri düşmanın insafına terk ederek onların canlarının ve namuslarının heder edilmesine izin vermezler. Onlar için ordularını harekete geçirirler tıpkı, Rum şehri Amuriye valisinin eline esir düşen Müslüman bir kadının feryadına büyük bir orduyla cevap vererek, o şehri fethedip Rum valiyi öldürdükten sonra yardım dileyen kadını kendi elleriyle kurtaran Mu’tasım Billah gibi… 

O Halifeler ki; bugünkü işbirlikçiler gibi, ne kâfirlere ne de onların maşalarına karşı asla taviz vermezler. Onların oyunlarına gelmezler, kendi dünyalık menfaatleri için asla Müslümanlara ihanet etmezler. Bütün gayretlerini Allah’ın dininin yücelmesine ve ümmetin parçalanmamasının önüne geçilmesine sarf ederler tıpkı, Osmanlı Hilâfeti’ni işgallere, isyanlara ve en önemlisi Batı kültürüyle kendilerinden geçmiş, benliklerini kaybetmiş hainlere rağmen 32 yıl boyunca ayakta tutmayı başarmış Abdülhamit Han gibi…

İşte İslâm ümmetini sömürgeci kâfir Batı’nın işgalinden kurtararak topraklarını yeniden birleştirecek ve ümmetin gücünü yeniden tesis ederek eski izzetli ve şerefli günlerine tekrar döndürecek olan yegâne güç II. Râşidî Hilâfet Devleti’nden başkası değildir. Bunu bize geçmişin ve günümüzün vakıaları açık bir şekilde göstermekte, daha da önemlisi şer’î naslar bizi bununla yani Hilâfet Devleti’ni kurmak için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna uygun olarak çalışmakla yükümlü kılmaktadır. Hem ümmetin kurtuluşu, hem de dünya ve ahiret saadetinin tesisi bu çalışmadan geçmektedir.

لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُونَ  

“Artık çalışanlar böylesi için çalışsınlar.”3

[1] Enfal Suresi 46

[2] Ali İmran Suresi 103

[3] Saffat Suresi 61


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz