لِكُلٍّ جَعَلْنَا
مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا
“…Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir metot kıldık…”
(Maide 48)
Her işi hikmetle yapan Allah Subhanehu
ve Teâlâ
Rububiyyet sıfatıyla kulları için, hayata
kılavuz olan bir nizamı içeren Kitabı Mübin’i, Resul-i Kibriyası’na indirdi. Yeri-göğü
terbiye edip emrine amade kılan yüce yaratıcı, indirdiği nizam ile de
kullarının bireysel, ailevi ve sosyal hayatlarını düzene koyup, terbiye etmeyi
diledi.
Bu nizamın kullarının hayatına, kuşatıcı bir şekilde egemen olmasını,
bu nizamla yönetip yönetilmelerini emredip, bunun dışındaki cahiliye
nizamlarıyla yönetmek ve yöneltilmekten şiddetle menetti. Bu yüzden, O’nun
indirdiği nizamın şekillendirmediği her birey, aile ve toplumun terbiyeden
yoksun olmaktan başka şansı kalmadı.
Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
إِنَّا أَنزَلْنَا
إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ
وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
“Doğrusu, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği
gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hainlerden taraf olma." (Nisa 105)
Resul-i Zişan, O’nun gösterdiği metot üzere yürüdü ve O’nun muradına
uygun olarak, şeriatını kuşatıcı bir şekilde hayata hâkim kılıp, bir asrısaadet
iklimini meydana getirerek, kendi toplumuna dünya ve ahiret saadetini bahşetti.
Bugün Müslümanlarda, yeniden İslam nizamına dönmek konusundaki yoğun
arzunun varlığı bir gerçektir. Dahası bu arzu; İslam nizamının hâkim olduğu bir
toplumu inşa etmek için, kâfi gelen bir şiddettedir. Lakin görev bağlamında
ümmet, hangi organının İslam’ın ortaya koyduğu hangi yükümlülüklere muhatap
olduğu konusunda bir zihin karışıklığı yaşadığından, bunu
gerçekleştirememektedir. Organlar vazifesini şaşırıp, birbirinin alanına
müdahale edince, nusret ve zafer gecikmektedir. Yeryüzüne, İslam’ın hâkim
olmadığı yıllar uzayıp giderken, ekin ve nesiller ifsat olup durmaktadır.
Hâlbuki her şeyi hikmetle yaratan Allah Subhanehu ve Teâlâ İslam
ümmetine mükellefiyetler yüklerken, her şeyi yerli yerince koymuş, ümmeti teşkil
eden hiçbir organa, kaldıramayacağı yükü yüklememiştir.
Kaldı ki; biz “Teklifi hükümler nelerdir?” “Mükellef kime denir?” vb.
konuları hep işleyip durduk. Ancak içinde bulunduğumuz vakıaya uygun düşecek,
kuşatıcı bir şekilde İslam’ı ve ümmeti ana gövdelere ayırarak, vazife
taksiminde bulunmadık ki; her kısım, her organ neyle yükümlü olduğunu bellesin,
üzerine düşeni hakkıyla yerine getirmeye koyulsun ve üzerine vazife olmayana
yeltenip, esas işini ihmal etmesin.
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ
نَفْسًا
“Allah her kişiyi ancak gücünün yeteceğiyle mükellef
tutar.” (Bakara 286) ayetini
bir de bu boyutuyla ele alsaydık hakikati keşfetmiş olacaktık.
Kuşkusuz ilk etapta İslam; farz-ı ayın, farzı kifaye ve haramlardan meydana
gelmiştir. Ümmet ise; fertlerden, cemaat/lar/dan ve devletten oluşmuştur. Fert
bazında birey öncelikle farz-ı ayınları yerine getirmekle yükümlüdür. Artı her
haramdan kaçınmakla da yükümlüdür. Lakin Müslüman bireyin yükümlülükleri
bununla bitmediğinden, fert olarak kalması caiz değildir. Müslüman ferdin, fert
olarak hayatını sürdürmesi, sayıları pek çok olan, hayati öneme haiz ve ağır
görevleri ihtiva ederken söz konusu farzı kifayelerin ihmal edilmesi anlamına
geleceğinden dolayı haramdır.
Gelelim konunun can alıcı bölümüne. O da Farzı kifayelerin kendine özgü
bir özelliğe sahip olmasıdır. Farzı kifayelerin en önemli özelliği; onların
edası için İslami otoritenin mevcudiyetinin şart olması meselesidir. Farzı
kifeyelerin bu özelliği, mevcut otoriteyle karşı karşıya gelmemek adına hep
gizlenmiştir. Kaldı ki hakikat adına bu bir cinayettir. Bu kadar potansiyel
gücüne rağmen, İslam ümmetinin bu halde olmasının yegâne sebebi; bu hakikatin bilerek
veya bilmeyerek gizlenmiş olmasıdır.
İslami otoriteden maksat kuşkusuz devlettir, Hilafettir. Emir-ül
Mü’minin’dir, Halifedir. Diğer bir ifadeyle (taç-ül fürüz) farzların tacıdır.
Onun varlığıyla İslam’ın bilumum hükümleri yürürlüğe girer. Onun mevcudiyetiyle
İslam hayat sahasına iner. Allah Subhanehu
ve Teâlâ bunu böyle kılmış, Şeriat ahkâmının
icra edilmesini Hilafet’in/Halifenin mevcudiyetine bağlamıştır.
Bu bağlamda Müslümanların bir doğal durumu bir de doğal olmayan durumu
vardır. Doğal olan; Müslümanların Halifesinin olduğu, dolayısıyla İslam ahkâmının
uygulandığı durumdur. Doğal olmayan ise; Müslümanların Halifesiz oldukları ve
dolayısıyla İslam ahkâmının uygulanmadığı durumdur.
Diğer taraftan Allah Subhanehu
ve Teâlâ; Müslüman cemaate, karşı
karşıya kaldığı duruma uygun düşen bir mükellefiyet yüklemiştir. Doğal durum
karşısında cemaate başka bir vazife, doğal olmayan durum karşısında ise; daha başka
bir vazife yüklemiştir. Yani Müslüman cemaat ve cemaatlere, Halifenin olduğu
durumlarda, yönetimde O’na yardımcı olmayı, aynı zamanda onu murakabe ederek
gerektiğinde muhasebe etmeyi, bir görev olarak tevdi etmiştir. İşin bu kısmı
nispeten doğru anlaşılmış ve o nispette de yerine getirilmiştir.
Ancak Müslümanların doğal olmayan Hilafetsiz ve Halifesiz durumu, son
yüz yılda tezahür ettiğinden, böyle bir durumda nasıl bir vazife ile yükümlü
olduğu konusunda ümmet, bilerek veya bilmeyerek zihin karışıklığı içine
sürüklenmiştir. Şu anda vakasını yaşadığımız hal, bu doğal olmayan durum
olduğundan, acilen bu zihin karışıklığının giderilmesi hayat memat meseledir.
Zira ümmetin bu olumsuz vakıadan kurtulması tek kelimeyle, üzerine vazife
kılınmayan farz ve nafileleri bırakıp, Allah’ın Subhanehu ve Teâlâ
kendisine yüklemiş olduğu esas vazifesine evrensel ölçekte dönmesine bağlıdır.
İşte bu vazife; Hilafet’i yeniden ikame edip Halifeyi naspetme
mükellefiyetidir. Bu olağanüstü durumda, bir İslam cemaatinin, bundan daha
öncelikli bir mükellefiyeti naslarda varid olmamıştır. Bu işin siyasi bir
çalışma gerektirmiş olması durumu değiştirmez. Zira siyaset bu vazifenin
doğasında mevcuttur.
İslami cemaatlerin, İslam uleması ekseninde teşekkül ettiği bir gerçek.
Bu nedenle âlimler, büyük sorumluluk sahibidirler. Âlimlerin Hilafet ve
Halifenin naslardaki önem ve önceliğine vurgu yapmaları üzerlerine bu nedenle vaciptir.
Bu düşüncenin ümmet arasında yayılmasını sağlamak durumdadırlar. Aksi takdirde
bundan sorulacaklarını bilmelidirler.
Ümmeti teşkil eden cemaatlerin, küfrün egemenliğine rağmen, ümmeti
İslam ahlakıyla ahlaklandırma çabaları beyhude olduğu gibi, onları oyalayan ve
esas işlerini unutturan bir faktöre dönüşmüştür. Nitekim münkerin egemenliği
göz ardı edilerek, harcanan bunca mesaiye rağmen gelinen noktanın iflas olduğu,
her halimizden belli değil midir?
Yapılması gereken, Müslüman cemaatlerin asli vazifelerine geri
dönmeleridir. Bütün mesailer, çabalar bir an önce İslam ile yönetecek bir
Halifenin naspedilmesi için harcanmalıdır. Zira Hilafet ikame edilip Halife
naspedildiğinde Allah’ın terbiyesi anlamına gelen şer’i hükümler belirleyici
olacağından ve münker hayattan kovulacağından, Müslümanların böylesi bir rahmet
ikliminde Sünnet’i Seniyye’ye göre bir hayat sürdürmeleri gayet kolay
olacaktır. Zira o zaman Rasul SallAllahuAleyhi ve Sellem’in Sünnetine göre bir hayatın yaşanmasından, savunma pozisyondaki
sera hükmündeki cemaatler değil, devlet sorumlu olacaktır. Devletin hakka taraf
olduğu, münkere engel koyup, marufa ortam hazırladığı bir iklimde, bu halk
fıtratına uygun bir nizamda bulmuşken, meleklerin kıskandığı sahabece bir
hayatı yaşamalarından daha doğal ne olabilir. İşte iman kurtarma budur!
İnsanları İblis’in tuzaklarından azade kılmak budur. İnsan fıtraten İslam’a
uygun yaratılmışken, bugün bu denli baştan çıkmış olmasının ana sebebini daha
ne zaman sorgulayacağız.
Evet, gün İslami cemaatlerin asli vazifelerine dönme günüdür. Bu dünya
daha fazla geç kalmayı ve ihmali kaldıracak gibi görünmüyor. Ya İslami
cemaatler, asıl vazifelerini hatırlayıp Hilafeti ikame etmeye yönelip bunu
başaracaklar ya da dünya büsbütün fesada uğrayacak ve bugünümüzü bile aratacak
günler başımıza gelecektir. Üçüncü bir ihtimal yoktur.
Allah, Muhammed SallAllahuAleyhi
ve Sellem’in ümmetini birinci şıkla şereflendirsin.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış