Görev Bağlamında İslâm Ve Ümmet

Mustafa Küçük

لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا

“…Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir metot kıldık…” (Maide 48)

Her işi hikmetle yapan Allah Subhanehu ve Teâlâ Rububiyyet sıfatıyla kulları için, hayata kılavuz olan bir nizamı içeren Kitabı Mübin’i, Resul-i Kibriyası’na indirdi. Yeri-göğü terbiye edip emrine amade kılan yüce yaratıcı, indirdiği nizam ile de kullarının bireysel, ailevi ve sosyal hayatlarını düzene koyup, terbiye etmeyi diledi.

Bu nizamın kullarının hayatına, kuşatıcı bir şekilde egemen olmasını, bu nizamla yönetip yönetilmelerini emredip, bunun dışındaki cahiliye nizamlarıyla yönetmek ve yöneltilmekten şiddetle menetti. Bu yüzden, O’nun indirdiği nizamın şekillendirmediği her birey, aile ve toplumun terbiyeden yoksun olmaktan başka şansı kalmadı.

Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا

“Doğrusu, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hainlerden taraf olma." (Nisa 105)

Resul-i Zişan, O’nun gösterdiği metot üzere yürüdü ve O’nun muradına uygun olarak, şeriatını kuşatıcı bir şekilde hayata hâkim kılıp, bir asrısaadet iklimini meydana getirerek, kendi toplumuna dünya ve ahiret saadetini bahşetti.

Bugün Müslümanlarda, yeniden İslam nizamına dönmek konusundaki yoğun arzunun varlığı bir gerçektir. Dahası bu arzu; İslam nizamının hâkim olduğu bir toplumu inşa etmek için, kâfi gelen bir şiddettedir. Lakin görev bağlamında ümmet, hangi organının İslam’ın ortaya koyduğu hangi yükümlülüklere muhatap olduğu konusunda bir zihin karışıklığı yaşadığından, bunu gerçekleştirememektedir. Organlar vazifesini şaşırıp, birbirinin alanına müdahale edince, nusret ve zafer gecikmektedir. Yeryüzüne, İslam’ın hâkim olmadığı yıllar uzayıp giderken, ekin ve nesiller ifsat olup durmaktadır.

Hâlbuki her şeyi hikmetle yaratan Allah Subhanehu ve Teâlâ İslam ümmetine mükellefiyetler yüklerken, her şeyi yerli yerince koymuş, ümmeti teşkil eden hiçbir organa, kaldıramayacağı yükü yüklememiştir.

Kaldı ki; biz “Teklifi hükümler nelerdir?” “Mükellef kime denir?” vb. konuları hep işleyip durduk. Ancak içinde bulunduğumuz vakıaya uygun düşecek, kuşatıcı bir şekilde İslam’ı ve ümmeti ana gövdelere ayırarak, vazife taksiminde bulunmadık ki; her kısım, her organ neyle yükümlü olduğunu bellesin, üzerine düşeni hakkıyla yerine getirmeye koyulsun ve üzerine vazife olmayana yeltenip, esas işini ihmal etmesin.

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا

“Allah her kişiyi ancak gücünün yeteceğiyle mükellef tutar.” (Bakara 286) ayetini bir de bu boyutuyla ele alsaydık hakikati keşfetmiş olacaktık.

Kuşkusuz ilk etapta İslam; farz-ı ayın, farzı kifaye ve haramlardan meydana gelmiştir. Ümmet ise; fertlerden, cemaat/lar/dan ve devletten oluşmuştur. Fert bazında birey öncelikle farz-ı ayınları yerine getirmekle yükümlüdür. Artı her haramdan kaçınmakla da yükümlüdür. Lakin Müslüman bireyin yükümlülükleri bununla bitmediğinden, fert olarak kalması caiz değildir. Müslüman ferdin, fert olarak hayatını sürdürmesi, sayıları pek çok olan, hayati öneme haiz ve ağır görevleri ihtiva ederken söz konusu farzı kifayelerin ihmal edilmesi anlamına geleceğinden dolayı haramdır.

Gelelim konunun can alıcı bölümüne. O da Farzı kifayelerin kendine özgü bir özelliğe sahip olmasıdır. Farzı kifayelerin en önemli özelliği; onların edası için İslami otoritenin mevcudiyetinin şart olması meselesidir. Farzı kifeyelerin bu özelliği, mevcut otoriteyle karşı karşıya gelmemek adına hep gizlenmiştir. Kaldı ki hakikat adına bu bir cinayettir. Bu kadar potansiyel gücüne rağmen, İslam ümmetinin bu halde olmasının yegâne sebebi; bu hakikatin bilerek veya bilmeyerek gizlenmiş olmasıdır.

İslami otoriteden maksat kuşkusuz devlettir, Hilafettir. Emir-ül Mü’minin’dir, Halifedir. Diğer bir ifadeyle (taç-ül fürüz) farzların tacıdır. Onun varlığıyla İslam’ın bilumum hükümleri yürürlüğe girer. Onun mevcudiyetiyle İslam hayat sahasına iner. Allah Subhanehu ve Teâlâ bunu böyle kılmış, Şeriat ahkâmının icra edilmesini Hilafet’in/Halifenin mevcudiyetine bağlamıştır.

Bu bağlamda Müslümanların bir doğal durumu bir de doğal olmayan durumu vardır. Doğal olan; Müslümanların Halifesinin olduğu, dolayısıyla İslam ahkâmının uygulandığı durumdur. Doğal olmayan ise; Müslümanların Halifesiz oldukları ve dolayısıyla İslam ahkâmının uygulanmadığı durumdur.

Diğer taraftan Allah Subhanehu ve Teâlâ; Müslüman cemaate, karşı karşıya kaldığı duruma uygun düşen bir mükellefiyet yüklemiştir. Doğal durum karşısında cemaate başka bir vazife, doğal olmayan durum karşısında ise; daha başka bir vazife yüklemiştir. Yani Müslüman cemaat ve cemaatlere, Halifenin olduğu durumlarda, yönetimde O’na yardımcı olmayı, aynı zamanda onu murakabe ederek gerektiğinde muhasebe etmeyi, bir görev olarak tevdi etmiştir. İşin bu kısmı nispeten doğru anlaşılmış ve o nispette de yerine getirilmiştir.

Ancak Müslümanların doğal olmayan Hilafetsiz ve Halifesiz durumu, son yüz yılda tezahür ettiğinden, böyle bir durumda nasıl bir vazife ile yükümlü olduğu konusunda ümmet, bilerek veya bilmeyerek zihin karışıklığı içine sürüklenmiştir. Şu anda vakasını yaşadığımız hal, bu doğal olmayan durum olduğundan, acilen bu zihin karışıklığının giderilmesi hayat memat meseledir. Zira ümmetin bu olumsuz vakıadan kurtulması tek kelimeyle, üzerine vazife kılınmayan farz ve nafileleri bırakıp, Allah’ın Subhanehu ve Teâlâ kendisine yüklemiş olduğu esas vazifesine evrensel ölçekte dönmesine bağlıdır. İşte bu vazife; Hilafet’i yeniden ikame edip Halifeyi naspetme mükellefiyetidir. Bu olağanüstü durumda, bir İslam cemaatinin, bundan daha öncelikli bir mükellefiyeti naslarda varid olmamıştır. Bu işin siyasi bir çalışma gerektirmiş olması durumu değiştirmez. Zira siyaset bu vazifenin doğasında mevcuttur.

İslami cemaatlerin, İslam uleması ekseninde teşekkül ettiği bir gerçek. Bu nedenle âlimler, büyük sorumluluk sahibidirler. Âlimlerin Hilafet ve Halifenin naslardaki önem ve önceliğine vurgu yapmaları üzerlerine bu nedenle vaciptir. Bu düşüncenin ümmet arasında yayılmasını sağlamak durumdadırlar. Aksi takdirde bundan sorulacaklarını bilmelidirler.

Ümmeti teşkil eden cemaatlerin, küfrün egemenliğine rağmen, ümmeti İslam ahlakıyla ahlaklandırma çabaları beyhude olduğu gibi, onları oyalayan ve esas işlerini unutturan bir faktöre dönüşmüştür. Nitekim münkerin egemenliği göz ardı edilerek, harcanan bunca mesaiye rağmen gelinen noktanın iflas olduğu, her halimizden belli değil midir?

Yapılması gereken, Müslüman cemaatlerin asli vazifelerine geri dönmeleridir. Bütün mesailer, çabalar bir an önce İslam ile yönetecek bir Halifenin naspedilmesi için harcanmalıdır. Zira Hilafet ikame edilip Halife naspedildiğinde Allah’ın terbiyesi anlamına gelen şer’i hükümler belirleyici olacağından ve münker hayattan kovulacağından, Müslümanların böylesi bir rahmet ikliminde Sünnet’i Seniyye’ye göre bir hayat sürdürmeleri gayet kolay olacaktır. Zira o zaman Rasul SallAllahuAleyhi ve Sellem’in Sünnetine göre bir hayatın yaşanmasından, savunma pozisyondaki sera hükmündeki cemaatler değil, devlet sorumlu olacaktır. Devletin hakka taraf olduğu, münkere engel koyup, marufa ortam hazırladığı bir iklimde, bu halk fıtratına uygun bir nizamda bulmuşken, meleklerin kıskandığı sahabece bir hayatı yaşamalarından daha doğal ne olabilir. İşte iman kurtarma budur! İnsanları İblis’in tuzaklarından azade kılmak budur. İnsan fıtraten İslam’a uygun yaratılmışken, bugün bu denli baştan çıkmış olmasının ana sebebini daha ne zaman sorgulayacağız.

Evet, gün İslami cemaatlerin asli vazifelerine dönme günüdür. Bu dünya daha fazla geç kalmayı ve ihmali kaldıracak gibi görünmüyor. Ya İslami cemaatler, asıl vazifelerini hatırlayıp Hilafeti ikame etmeye yönelip bunu başaracaklar ya da dünya büsbütün fesada uğrayacak ve bugünümüzü bile aratacak günler başımıza gelecektir. Üçüncü bir ihtimal yoktur.

Allah, Muhammed SallAllahuAleyhi ve Sellem’in ümmetini birinci şıkla şereflendirsin.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz