Meşhur âlim İbni Haldun “tarih
tekerrürden ibarettir” sözünü şu cümleyle desteklemişti: “Geçmiş
geleceğe suyun suya benzediğinden daha çok benzer.” Meselemiz hak-batıl mücadelesi olunca bu söz
hakikati beyan etmektedir. Allah Subhanehu ve Teâla göndermiş olduğu Rasul ve
Nebiler ile insanoğluna şu mesajı göndermiştir: Yalnız Allah’a kulluk edin!
Sizin O’ndan başka İlahınız yoktur! Olmamalı! Bu mesaja karşılık insanın
kurduğu cümleler değişkenlik gösterse de aynıdır. Heva ve heveslerine ters
gelen bu çağrıya kulak asmamak ve karşısında durmak.
İşte kardeşlerim
hak-batıl mücadelesi böyle bir şeydir ve insanlık tarihiyle yaşıttır. Bu
mücadelede nice aktörler, nice kavimler gelip geçmiştir. Bunlar tarih
sahnesinde ibreti âlem olması için yerini almıştır. Ancak tarihi, doğru
okuyanlar ibret alabilirler. Zira tarih okuması yapmakla tarihi okumak arasında
fark vardır. Tarihi okumak tarihe sahih bir nazarla bakmaktır. Tarihi okumak
sahih bir ideoloji ile birlikte tarihin sayfalarında gezinti yapmak ve
hakikatlere ulaşmaktır. İşte bu nedenle tarihi yazanların hain olarak
gösterdiği kimileri bizim nazarımızda kahramandır, kahraman olarak gösterdikleri
ise hain. İşte bu bakış açısıyla yani
sahih ideolojik bir zaviyeyle İslam Birliği kavramına ve kavramı ortaya atan,
bu kavramı taşıyan, bu kavramı destekleyen kişilere bakılması elzem olmuştur.
Zira İslam Birliği/İttihadî İslam kavramı son dönemlerde sıkça dile getirilmeye
başlanmış, Müslümanları cezbeder bir kılıfa konulmuş ve hakikatlerden habersiz
Müslümanların ideali konumuna getirilmeye çalışılmaktadır.
İttihadî İslam
denildiğinde bugün için; birbirinden bağımsız ulus devletlerin birbiriyle
dayanışma halinde olması, ortak kararlar alması, sömürgecilerin sömürü
planlarına karşı birlikte hareket edilmesi kast edilmektedir.
Bu fikrin fikir babası
olarak Cemaleddin Afgani gösterilmektedir. Onun İslam Birliği tanımı ise bugünkü
algılanandan biraz daha farklıdır. Afgani, güçlü bir devletin etrafında
birleşmiş bağımsız devletlerden bahsetmektedir. Yani başında Halifenin bulunduğu
bir devlet ve onun etrafında iç işlerinde bağımsız hareket eden ulus devletler.
Bu haliyle Ademi Merkeziyetçilik ile İttihadî İslam arasında fark yoktur. Varsa
da bu fark, teferruatlarda kalan bir farktır. Bu iki fikrin ortak yönü Fransız
menşeili olmalarıdır. Fransız İhtilali ile birlikte fikri tartışmaların yoğun
olduğu Fransa, kültür ihracatında ön safta yer almaktadır. İngiltere ise bu
kültür ihracatını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta usta bir
siyasetçidir.
İşte böyle bir zamanda
hayat bulan İslam Birliği fikri, masumane ve tamamen sâfi niyetlerle ortaya
atılmış bir fikir olarak görünse de gerçekler hiçte öyle değildir. Cemaleddin
Afgani iyi etüd edilmesi gereken bir figürdür. Zira neredeyse son yüzyıla
damgasını vuran, birçok fikir akımının manevi lideri konumunda bulunan bir
kişidir. Said Nursi’nin, Hasan el Benna’nın ve Mevdudi’nin Afgani’den
etkilendiklerini söylemek sanırım meselenin boyutunu göstermesi açısından
yeterlidir.
Afgani’nin nerede
doğduğu belli değildir. Onun destekçileri Afganistan doğumlu olduğunu söylemekte,
onun tehlikesinin farkında olanlar ise onun İran’da doğduğunu ve Şii olduğunu
söylemektedir. Her nerede doğarsa doğsun onun çalışmaları İslam dünyasını
derinden etkilemiştir.
Afgani, yoğun tempoda
geçen çalışmalarını 1858 ile 1897 yılları arasında yapmıştır. Dikkat edilirse
bu tarihler İngilizlerin Hilafeti parçalama ve yok etme gayretlerinin zirvede
olduğu dönemlerdir.
Konumuz İslam Birliği
olduğu için burada Afgani’nin hayatını tek tek ele almayacağız. Ancak onun
yaptığı çalışmalardan özellikle Mısır ve İstanbul bölümleri konumuzu yakından
ilgilendirdiği için bu bölümlere değineceğiz.
Afgani ilk İstanbul
ziyareti, 1869 ile 1871 yılları arasındadır. 1870 yılında halka açık bir
konferans verdi. "Peygamberlik Sanattır" konulu konferansta
peygamberliğin insan yeteneğine ve becerisine dayandığını öne sürdü. Bu görüş,
önde gelen din adamlarınca hoş karşılanmadı ve dinden sapma olarak nitelendi.
Gösterilen büyük tepki üzerine İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı. İstanbul’un
bu tepkisi üzerine soluğu Mısır’da aldı.
Bu İstanbul macerası
muhtemelen İngilizlerin ilgisini çektiği ziyarettir. Zira İstanbul’dan ayrılışından
hemen sonra Afgani’yi İngiliz Mason Locasının bir üyesi olarak görürüz. İngiliz
Mason Locasını ziyarete gelen İngiliz Veliaht Prens ile yaptığı görüşmeden
sonra istifa etti ve kendisi Ulusal Mason Locası/Doğu locasını kurdu. Mısırlı
birçok yönetici ve aydını locasına üye yaptı. Bu locada onları eğiterek başkan
ve yönetici yetiştirdi. Arap milliyetçiliğini ön plana çıkartarak ordudaki üst
rütbeli Osmanlı subaylarının ordudan atılması için isyan hareketi başlatanlar
bu locanın üyeleriydi. (Urabi
İsyanı)
Nitekim Urabi Paşa
tarafından başlatılan isyan hareketini bahane eden İngilizler Mısır’a asker çıkartır
ve Mısır fiili olarak işgal edilir. Bu ayaklanmadan kısa bir süre önce Afgani
Hindistan’a geçmiştir.
Afgani’nin Mısır’daki
çalışmalarından biri de Vatan ve Özgürlük Partisidir. (Hizb el-Vatan el-Hur) Bu partinin sloganı: “Mısır
Mısırlılarındır”dır ve Osmanlı Hilafetine karşı bir tutum izlemekteydi.
Afgani Mısır’dan
Hindistan’a ve oradan 1883’te Londra’ya geçti. Londra’da İngiliz diplomat W.S
Blunt ile tanıştı daha doğrusu tanıştırıldı. Blunt, Osmanlı Hilafetini yıkmak
için görevlendirilmiş diplomatlardan biridir. Nitekim bu şahıs, “Ruhani
Hilafet” fikrinin İslam âleminde kabul görmesi için büyük gayretler içine
girmiştir. Afgani ve Abdurrahman el- Kavakibi, Bluntla birlikte hareket eden
kişilerden bazılarıdır.
Afgani, Bluntla olan bu
buluşmasından sonra Paris’e geçmiş ve Muhammed Abduh ile birlikte Urvet-ul
Vuska isimli dergiyi çıkarmaya başlamıştır.
1885 yılında tekrar
Londra ve Blunt ile yapılan görüşmeler.
Bu hareketlenmeleri
yakından izleyen ve her şeyin farkına varan Halife Abdülhamid onu nazik bir
davetle İstanbul’a davet etti. Afgani bu nazik daveti büyük bir memnuniyetle
karşıladı ve 1892’de İstanbul’a geldi. Ancak memnuniyeti fazla sürmedi. Zira
Halife Abdülhamid onun nasıl bir ihanet içinde olduğunu gayet iyi biliyordu. Ne
yapmak istediğinin farkına varmış ve gerekli önlemleri almıştı.
İstanbul’da kendisine
bir yalı tahsis edildi. İki hizmetçi ve sekiz hafiye. Kimseyle görüştürülmedi.
Onun ziyaretine gelenler içeri alınmadı ve bu hal üzere 9 Mart 1897’de öldü.
Kimilerine göre de Abdülhamid tarafından zehirlendi.
Abdülhamid Afgani
hakkında şöyle der:
“Benim halife ünvanım
İngilizler için sürekli bir endişe kaynağıydı. İngiliz Dışişleri Bakanlığında
Blunt isimli bir İngiliz ve Afgani adında bir şarlatanın işbirliği ile bir
planın hazırlandığını keşfettim. Bu ikisi halifeliğin Türkler tarafından zor
kullanılarak ele geçirildiğini ileri sürerek, Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in
halife ilan edilmesini savunuyorlardı. Cemaleddin Afgani'yi çok iyi tanırdım.
Çok tehlikeli bir adamdı. Mısır'da iken kendisini Mehdi ilan ederek tüm Orta
Asya müslümanlarını ayaklandırmayı önermişti.”
Abdülhamid’in basireti
yıllar sonra Afgani’nin izini takip edenlerden Reşid Rıza’nın Şerif Hüseyin’e
verdiği destekle bir kez daha görülecektir. Reşid Rıza Şerif Hüseyin’in oğlu
Faysal’ın danışmanlığını da yapmıştır.
Afgani’nin Mısır’daki
çalışmalarına iştirak eden ve onun sıkı bir takipçisi olan Muhammed Abduh
Afgani’nin fikirlerini yaymaya devam etti. Onun nasıl bir ihanet içinde olduğu
İslami Şahsiyet kitabında Şeyh Nebhani tarafından afişe edilmiştir.
Muhammed Abduh
tefsirinde;
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ
اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ
"Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmeyenler fasıklardır" (Maide 47) ayetini tefsir ederken
Hindistan'da yaşayan Müslümanların İngiliz kanunlarını almalarına ve İngiliz
yargı hükümlerine boyun eğmelerine cevaz vermektedir. Eş-Şeyh Muhammed Abduh
"El-Menar" ismi ile meşhur Kur'an-ı Hakim tefsirinin altıncı cildinde
Maide suresindeki;
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ
اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ
"Allah'ın indirdikleri ile
hükmetmeyenler fasıklardır" ayetini 406-409. sayfalarda tefsir ederken
kendisine sorulan: "İngiliz kanunları ile hükmeden bir İngiliz'in yanında
çalışan bir Müslümanın orada Allah'ın indirdiklerinin dışındaki kanunlarla
hükmetmesi câiz midir? sorusunu uzunca bir cevapla aynen şöyle
cevaplandırmaktadır: "Daru-ul Harp, İslâm hükümlerinin uygulanacağı bir
yer değildir. Bu nedenle, dinde Müslümanları fitneye düşmekten emin kılacak bir
maslahat veya bir özrün bulunması durumu müstesna, oradan hicret etmek
vaciptir. Hükümet işlerinin üstlenilmesi gibi bir yolla Müslümanların
çıkarlarını koruyacak, İslâm'ın nüfuzunu kuvvetlendirecek bir vesilenin
olmadığı bir durumda ve özellikle de İngiliz hükümeti gibi milletler ve halklar
arasında adalete daha yakın ve kolaylaştırıcı, toleranslı bir hükümetin hâkim
olduğu bir bölgede, gücü yettiğince İslâm hükümlerini kuvvetlendirebilecek ve
Müslümanlara hizmet edebilecek bir kimsenin ikâmet etmesi gerekir. Birçok
konuda işleri hâkimlerin içtihadına bıraktığı için bu devletin (İngiltere'nin)
kanunları İslâm Şeriatına, diğer devletlerin kanunlarından daha fazla yakındır.
İslâm'da kadılık/hâkimlik yapmaya ehil olan bir kimse iyi bir niyet ve sağlam
bir kasıtla Hindistan'da hâkimlik görevinde bulunsa Müslümanlara büyük hizmetlerde
bulunabilir. İlim ve basiret sahibi kimseler, yargı ve yargı dışındaki hükümet
işlerini, küfür kanunları ile hükmetmenin günah olacağı düşüncesiyle terk
ederlerse Müslümanların dini ve dünyevi işlerinin önemli bir kısmının yok olup
gideceği açıkça ortadadır.” ve devamla "Hindistan'daki Müslümanların,
İngiliz hükümetinde böylesi bir görev almaları ve İngiliz kanunları ile
hükmetmeyi kabullenmeleri de yukarıda anlatılanlardandır. Böylesi bir amel, bir
ruhsattır ve Müslümanların çıkarlarını korumayı, İslâm'ı desteklemeyi kasteden
bir azimet durumu yoksa iki zarardan/günahtan daha hafif olan bir günah işlenir
kaidesi kapsamına girer.”
Tüm bu bilgiler ışında
Afgani’nin ortaya attığı İslam Birliği projesinin Hilafet Devletini yıkma girişimi
olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. İslam Birliği İngilizler tarafından
Hilafet Devletine olan güveni sarsmak ve Hilafeti ilga etmek için kullanıldığı
gibi onun tekrar hayat bulmasını engellemek için de kullanılmıştır. Nitekim
Hilafet’in ilgasının ardından İslam âlemi ciddi bir bilgi kirliliği yaşamış ve
ne yapacağını bilmez bir hale getirilmiştir. Kafalar karışmış neyin doğru neyin
yanlış olduğu anlaşılamamıştır. Hilafet tekrar ayağa mı kaldırılmalıdır yoksa
onun yerine ulus devletlerin birlikte hareket ettiği bir konfederasyon mu
kurulmalıdır? tartışmaları arasında hilafetin ilgası sindirilmiştir.
İslam birliği ile
Hilafet arasındaki derin uçurum ortadadır. Zira Hilafet tek bir Halifenin
liderliğinde tek bir devleti ifade ederken İslam Birliği denilen şey ulus
devletleri onaylamakta ve bu ulus devletlerin bir takım meselelerde ortak
hareket etmelerini öngörmektedir. Nitekim Erbakan’ın D8 projesi bu fikrin
somutlaşarak hiçbir işlevinin olmadığını göstermesi açısından önemli bir örnektir.
Dikkat edilirse Hilafet
söylemlerinin yoğunlaştığı zaman dilimlerinde İslam Birliği ve Ruhani Hilafet
fikirleri de tartışmaya açılmıştır. “Bizimde Papa gibi bir halifemiz olsa da
bayram günlerimizi belirlese” gibi ucuz laflar, AB’yi örnek göstererek “niçin
bizim de onlar gibi bir birliğimiz yok” denilerek İslam Birliğinden
bahseden âlimleri görmek hiçte şaşırtıcı değildir. Zira mesele bunları hayata
geçirmekten öte Hilafet fikrinden uzaklaştırmak ve Hilafet fikrini bastırmak
için ortaya atılmış boş sözlerdir.
İslam Birliği fikrinin
etkisini görmek için ilişkiler yumağını ortaya koymamız kaçınılmazdır.
1-Afgani, İngiliz diplomat
Blunt ile yakın bir ilişki içerisinde
2-Muhammed Abduh, Afgani
hayranı ve onun sıkı bir takipçisi
3-Reşid Rıza, Abduh’un
yanından ayrılmayan ve ondan sonra El Menar isimli dergiyi çıkaran kişi
4-Reşid Rıza Kur’an’ı
tefsir etmek istediği zaman Abduh’un kalmış olduğu yerden başladı. El-Benna
Kur’an’ı tefsir etmek istediğinde Reşid Rıza’nın bırakmış olduğu yerden
başladı. Muhammed Gazali el-Benna’ya “Niye buradan başladın?’’ Diye
sorduğunda şu karşılığı almış: “İmam Reşid Rıza’nın yapmış olduğunu boşa mı
çıkarayım.” Benna, Reşid Rızanın çıkartmış olduğu El Menar adlı dergiyi
devralmış ve çıkarmaya devam etmiştir.
5-Said Nursi, İttihadî
İslam meselesinde Afgani için “selefim” demiştir ve onun yolunu takip ettiğini
dile getirmiştir.
6-Mehmet Akif Ersoy,
Afgani ve Abduh hayranıdır ve bu hayranlıktan ötürü düzinelerce İttihadî İslam
hakkında yazılar yazmıştır.
7-Bunlarla birlikte
Türkiye’de birçok etkin yazarda da bu ekolün etkisi görülmektedir.
Kuşkusuz bu silsile
uzadıkça uzar. Bu anlayışın, Mısır ve Türkiye’deki âlimlerin, İslami hareketlerin
üzerindeki etkisi, yadsınamayacak kadar büyük olduğunu göstermesi açısından
yeterlidir.
Hülasa: İslam Birliği fikri
Fransızlardan kotarılmış ancak İngiliz siyasetiyle şekillendirilmiş bir
akımdır. Onun gerçek kullanım alanı dün için hilafeti yıkmak iken bugün için
Hilafet’in kuruluşuna engel olmaktır. Müslümanlar bu gerçeğin farkında olmalı
ve bu tür saptırıcı fikirlerden uzak durmalıdır. Burada en önemli rol İslam
davetini taşıyan İslam davetçilerine düşmektedir. Zira saptırıcıların
tuzaklarının farkında olan ancak bu daveti taşıyanlardır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış