İSLAM BİRLİĞİ PARLAK BİR İDEAL Mİ? YOKSA ALDATMACA MI?

Hamza Arslan

Meşhur âlim İbni Haldun “tarih tekerrürden ibarettir” sözünü şu cümleyle desteklemişti: “Geçmiş geleceğe suyun suya benzediğinden daha çok benzer.”  Meselemiz hak-batıl mücadelesi olunca bu söz hakikati beyan etmektedir. Allah Subhanehu ve Teâla göndermiş olduğu Rasul ve Nebiler ile insanoğluna şu mesajı göndermiştir: Yalnız Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka İlahınız yoktur! Olmamalı! Bu mesaja karşılık insanın kurduğu cümleler değişkenlik gösterse de aynıdır. Heva ve heveslerine ters gelen bu çağrıya kulak asmamak ve karşısında durmak.

İşte kardeşlerim hak-batıl mücadelesi böyle bir şeydir ve insanlık tarihiyle yaşıttır. Bu mücadelede nice aktörler, nice kavimler gelip geçmiştir. Bunlar tarih sahnesinde ibreti âlem olması için yerini almıştır. Ancak tarihi, doğru okuyanlar ibret alabilirler. Zira tarih okuması yapmakla tarihi okumak arasında fark vardır. Tarihi okumak tarihe sahih bir nazarla bakmaktır. Tarihi okumak sahih bir ideoloji ile birlikte tarihin sayfalarında gezinti yapmak ve hakikatlere ulaşmaktır. İşte bu nedenle tarihi yazanların hain olarak gösterdiği kimileri bizim nazarımızda kahramandır, kahraman olarak gösterdikleri ise hain.  İşte bu bakış açısıyla yani sahih ideolojik bir zaviyeyle İslam Birliği kavramına ve kavramı ortaya atan, bu kavramı taşıyan, bu kavramı destekleyen kişilere bakılması elzem olmuştur. Zira İslam Birliği/İttihadî İslam kavramı son dönemlerde sıkça dile getirilmeye başlanmış, Müslümanları cezbeder bir kılıfa konulmuş ve hakikatlerden habersiz Müslümanların ideali konumuna getirilmeye çalışılmaktadır.

İttihadî İslam denildiğinde bugün için; birbirinden bağımsız ulus devletlerin birbiriyle dayanışma halinde olması, ortak kararlar alması, sömürgecilerin sömürü planlarına karşı birlikte hareket edilmesi kast edilmektedir. 

Bu fikrin fikir babası olarak Cemaleddin Afgani gösterilmektedir. Onun İslam Birliği tanımı ise bugünkü algılanandan biraz daha farklıdır. Afgani, güçlü bir devletin etrafında birleşmiş bağımsız devletlerden bahsetmektedir. Yani başında Halifenin bulunduğu bir devlet ve onun etrafında iç işlerinde bağımsız hareket eden ulus devletler. Bu haliyle Ademi Merkeziyetçilik ile İttihadî İslam arasında fark yoktur. Varsa da bu fark, teferruatlarda kalan bir farktır. Bu iki fikrin ortak yönü Fransız menşeili olmalarıdır. Fransız İhtilali ile birlikte fikri tartışmaların yoğun olduğu Fransa, kültür ihracatında ön safta yer almaktadır. İngiltere ise bu kültür ihracatını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta usta bir siyasetçidir.

İşte böyle bir zamanda hayat bulan İslam Birliği fikri, masumane ve tamamen sâfi niyetlerle ortaya atılmış bir fikir olarak görünse de gerçekler hiçte öyle değildir. Cemaleddin Afgani iyi etüd edilmesi gereken bir figürdür. Zira neredeyse son yüzyıla damgasını vuran, birçok fikir akımının manevi lideri konumunda bulunan bir kişidir. Said Nursi’nin, Hasan el Benna’nın ve Mevdudi’nin Afgani’den etkilendiklerini söylemek sanırım meselenin boyutunu göstermesi açısından yeterlidir.

Afgani’nin nerede doğduğu belli değildir. Onun destekçileri Afganistan doğumlu olduğunu söylemekte, onun tehlikesinin farkında olanlar ise onun İran’da doğduğunu ve Şii olduğunu söylemektedir. Her nerede doğarsa doğsun onun çalışmaları İslam dünyasını derinden etkilemiştir.

Afgani, yoğun tempoda geçen çalışmalarını 1858 ile 1897 yılları arasında yapmıştır. Dikkat edilirse bu tarihler İngilizlerin Hilafeti parçalama ve yok etme gayretlerinin zirvede olduğu dönemlerdir.

Konumuz İslam Birliği olduğu için burada Afgani’nin hayatını tek tek ele almayacağız. Ancak onun yaptığı çalışmalardan özellikle Mısır ve İstanbul bölümleri konumuzu yakından ilgilendirdiği için bu bölümlere değineceğiz.

Afgani ilk İstanbul ziyareti, 1869 ile 1871 yılları arasındadır. 1870 yılında halka açık bir konferans verdi. "Peygamberlik Sanattır" konulu konferansta peygamberliğin insan yeteneğine ve becerisine dayandığını öne sürdü. Bu görüş, önde gelen din adamlarınca hoş karşılanmadı ve dinden sapma olarak nitelendi. Gösterilen büyük tepki üzerine İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı. İstanbul’un bu tepkisi üzerine soluğu Mısır’da aldı.

Bu İstanbul macerası muhtemelen İngilizlerin ilgisini çektiği ziyarettir. Zira İstanbul’dan ayrılışından hemen sonra Afgani’yi İngiliz Mason Locasının bir üyesi olarak görürüz. İngiliz Mason Locasını ziyarete gelen İngiliz Veliaht Prens ile yaptığı görüşmeden sonra istifa etti ve kendisi Ulusal Mason Locası/Doğu locasını kurdu. Mısırlı birçok yönetici ve aydını locasına üye yaptı. Bu locada onları eğiterek başkan ve yönetici yetiştirdi. Arap milliyetçiliğini ön plana çıkartarak ordudaki üst rütbeli Osmanlı subaylarının ordudan atılması için isyan hareketi başlatanlar bu locanın üyeleriydi. (Urabi İsyanı)

Nitekim Urabi Paşa tarafından başlatılan isyan hareketini bahane eden İngilizler Mısır’a asker çıkartır ve Mısır fiili olarak işgal edilir. Bu ayaklanmadan kısa bir süre önce Afgani Hindistan’a geçmiştir.

Afgani’nin Mısır’daki çalışmalarından biri de Vatan ve Özgürlük Partisidir. (Hizb el-Vatan el-Hur) Bu partinin sloganı: “Mısır Mısırlılarındır”dır ve Osmanlı Hilafetine karşı bir tutum izlemekteydi.

Afgani Mısır’dan Hindistan’a ve oradan 1883’te Londra’ya geçti. Londra’da İngiliz diplomat W.S Blunt ile tanıştı daha doğrusu tanıştırıldı. Blunt, Osmanlı Hilafetini yıkmak için görevlendirilmiş diplomatlardan biridir. Nitekim bu şahıs, “Ruhani Hilafet” fikrinin İslam âleminde kabul görmesi için büyük gayretler içine girmiştir. Afgani ve Abdurrahman el- Kavakibi, Bluntla birlikte hareket eden kişilerden bazılarıdır.

Afgani, Bluntla olan bu buluşmasından sonra Paris’e geçmiş ve Muhammed Abduh ile birlikte Urvet-ul Vuska isimli dergiyi çıkarmaya başlamıştır.

1885 yılında tekrar Londra ve Blunt ile yapılan görüşmeler.

Bu hareketlenmeleri yakından izleyen ve her şeyin farkına varan Halife Abdülhamid onu nazik bir davetle İstanbul’a davet etti. Afgani bu nazik daveti büyük bir memnuniyetle karşıladı ve 1892’de İstanbul’a geldi. Ancak memnuniyeti fazla sürmedi. Zira Halife Abdülhamid onun nasıl bir ihanet içinde olduğunu gayet iyi biliyordu. Ne yapmak istediğinin farkına varmış ve gerekli önlemleri almıştı.

İstanbul’da kendisine bir yalı tahsis edildi. İki hizmetçi ve sekiz hafiye. Kimseyle görüştürülmedi. Onun ziyaretine gelenler içeri alınmadı ve bu hal üzere 9 Mart 1897’de öldü. Kimilerine göre de Abdülhamid tarafından zehirlendi.

Abdülhamid Afgani hakkında şöyle der:

“Benim halife ünvanım İngilizler için sürekli bir endişe kaynağıydı. İngiliz Dışişleri Bakanlığında Blunt isimli bir İngiliz ve Afgani adında bir şarlatanın işbirliği ile bir planın hazırlandığını keşfettim. Bu ikisi halifeliğin Türkler tarafından zor kullanılarak ele geçirildiğini ileri sürerek, Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in halife ilan edilmesini savunuyorlardı. Cemaleddin Afgani'yi çok iyi tanırdım. Çok tehlikeli bir adamdı. Mısır'da iken kendisini Mehdi ilan ederek tüm Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı önermişti.”

Abdülhamid’in basireti yıllar sonra Afgani’nin izini takip edenlerden Reşid Rıza’nın Şerif Hüseyin’e verdiği destekle bir kez daha görülecektir. Reşid Rıza Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın danışmanlığını da yapmıştır.

Afgani’nin Mısır’daki çalışmalarına iştirak eden ve onun sıkı bir takipçisi olan Muhammed Abduh Afgani’nin fikirlerini yaymaya devam etti. Onun nasıl bir ihanet içinde olduğu İslami Şahsiyet kitabında Şeyh Nebhani tarafından afişe edilmiştir.

Muhammed Abduh tefsirinde;

 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ

"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler fasıklardır" (Maide 47) ayetini tefsir ederken Hindistan'da yaşayan Müslümanların İngiliz kanunlarını almalarına ve İngiliz yargı hükümlerine boyun eğmelerine cevaz vermektedir. Eş-Şeyh Muhammed Abduh "El-Menar" ismi ile meşhur Kur'an-ı Hakim tefsirinin altıncı cildinde Maide suresindeki;

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ

 "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler fasıklardır" ayetini 406-409. sayfalarda tefsir ederken kendisine sorulan: "İngiliz kanunları ile hükmeden bir İngiliz'in yanında çalışan bir Müslümanın orada Allah'ın indirdiklerinin dışındaki kanunlarla hükmetmesi câiz midir? sorusunu uzunca bir cevapla aynen şöyle cevaplandırmaktadır: "Daru-ul Harp, İslâm hükümlerinin uygulanacağı bir yer değildir. Bu nedenle, dinde Müslümanları fitneye düşmekten emin kılacak bir maslahat veya bir özrün bulunması durumu müstesna, oradan hicret etmek vaciptir. Hükümet işlerinin üstlenilmesi gibi bir yolla Müslümanların çıkarlarını koruyacak, İslâm'ın nüfuzunu kuvvetlendirecek bir vesilenin olmadığı bir durumda ve özellikle de İngiliz hükümeti gibi milletler ve halklar arasında adalete daha yakın ve kolaylaştırıcı, toleranslı bir hükümetin hâkim olduğu bir bölgede, gücü yettiğince İslâm hükümlerini kuvvetlendirebilecek ve Müslümanlara hizmet edebilecek bir kimsenin ikâmet etmesi gerekir. Birçok konuda işleri hâkimlerin içtihadına bıraktığı için bu devletin (İngiltere'nin) kanunları İslâm Şeriatına, diğer devletlerin kanunlarından daha fazla yakındır. İslâm'da kadılık/hâkimlik yapmaya ehil olan bir kimse iyi bir niyet ve sağlam bir kasıtla Hindistan'da hâkimlik görevinde bulunsa Müslümanlara büyük hizmetlerde bulunabilir. İlim ve basiret sahibi kimseler, yargı ve yargı dışındaki hükümet işlerini, küfür kanunları ile hükmetmenin günah olacağı düşüncesiyle terk ederlerse Müslümanların dini ve dünyevi işlerinin önemli bir kısmının yok olup gideceği açıkça ortadadır.” ve devamla "Hindistan'daki Müslümanların, İngiliz hükümetinde böylesi bir görev almaları ve İngiliz kanunları ile hükmetmeyi kabullenmeleri de yukarıda anlatılanlardandır. Böylesi bir amel, bir ruhsattır ve Müslümanların çıkarlarını korumayı, İslâm'ı desteklemeyi kasteden bir azimet durumu yoksa iki zarardan/günahtan daha hafif olan bir günah işlenir kaidesi kapsamına girer.”

Tüm bu bilgiler ışında Afgani’nin ortaya attığı İslam Birliği projesinin Hilafet Devletini yıkma girişimi olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. İslam Birliği İngilizler tarafından Hilafet Devletine olan güveni sarsmak ve Hilafeti ilga etmek için kullanıldığı gibi onun tekrar hayat bulmasını engellemek için de kullanılmıştır. Nitekim Hilafet’in ilgasının ardından İslam âlemi ciddi bir bilgi kirliliği yaşamış ve ne yapacağını bilmez bir hale getirilmiştir. Kafalar karışmış neyin doğru neyin yanlış olduğu anlaşılamamıştır. Hilafet tekrar ayağa mı kaldırılmalıdır yoksa onun yerine ulus devletlerin birlikte hareket ettiği bir konfederasyon mu kurulmalıdır? tartışmaları arasında hilafetin ilgası sindirilmiştir.

İslam birliği ile Hilafet arasındaki derin uçurum ortadadır. Zira Hilafet tek bir Halifenin liderliğinde tek bir devleti ifade ederken İslam Birliği denilen şey ulus devletleri onaylamakta ve bu ulus devletlerin bir takım meselelerde ortak hareket etmelerini öngörmektedir. Nitekim Erbakan’ın D8 projesi bu fikrin somutlaşarak hiçbir işlevinin olmadığını göstermesi açısından önemli bir örnektir.

Dikkat edilirse Hilafet söylemlerinin yoğunlaştığı zaman dilimlerinde İslam Birliği ve Ruhani Hilafet fikirleri de tartışmaya açılmıştır. “Bizimde Papa gibi bir halifemiz olsa da bayram günlerimizi belirlese” gibi ucuz laflar, AB’yi örnek göstererek “niçin bizim de onlar gibi bir birliğimiz yok” denilerek İslam Birliğinden bahseden âlimleri görmek hiçte şaşırtıcı değildir. Zira mesele bunları hayata geçirmekten öte Hilafet fikrinden uzaklaştırmak ve Hilafet fikrini bastırmak için ortaya atılmış boş sözlerdir.

İslam Birliği fikrinin etkisini görmek için ilişkiler yumağını ortaya koymamız kaçınılmazdır.

1-Afgani, İngiliz diplomat Blunt ile yakın bir ilişki içerisinde

2-Muhammed Abduh, Afgani hayranı ve onun sıkı bir takipçisi

3-Reşid Rıza, Abduh’un yanından ayrılmayan ve ondan sonra El Menar isimli dergiyi çıkaran kişi

4-Reşid Rıza Kur’an’ı tefsir etmek istediği zaman Abduh’un kalmış olduğu yerden başladı. El-Benna Kur’an’ı tefsir etmek istediğinde Reşid Rıza’nın bırakmış olduğu yerden başladı. Muhammed Gazali el-Benna’ya “Niye buradan başladın?’’ Diye sorduğunda şu karşılığı almış: “İmam Reşid Rıza’nın yapmış olduğunu boşa mı çıkarayım.” Benna, Reşid Rızanın çıkartmış olduğu El Menar adlı dergiyi devralmış ve çıkarmaya devam etmiştir.

5-Said Nursi, İttihadî İslam meselesinde Afgani için “selefim” demiştir ve onun yolunu takip ettiğini dile getirmiştir.

6-Mehmet Akif Ersoy, Afgani ve Abduh hayranıdır ve bu hayranlıktan ötürü düzinelerce İttihadî İslam hakkında yazılar yazmıştır.

7-Bunlarla birlikte Türkiye’de birçok etkin yazarda da bu ekolün etkisi görülmektedir.

Kuşkusuz bu silsile uzadıkça uzar. Bu anlayışın, Mısır ve Türkiye’deki âlimlerin, İslami hareketlerin üzerindeki etkisi, yadsınamayacak kadar büyük olduğunu göstermesi açısından yeterlidir.

Hülasa: İslam Birliği fikri Fransızlardan kotarılmış ancak İngiliz siyasetiyle şekillendirilmiş bir akımdır. Onun gerçek kullanım alanı dün için hilafeti yıkmak iken bugün için Hilafet’in kuruluşuna engel olmaktır. Müslümanlar bu gerçeğin farkında olmalı ve bu tür saptırıcı fikirlerden uzak durmalıdır. Burada en önemli rol İslam davetini taşıyan İslam davetçilerine düşmektedir. Zira saptırıcıların tuzaklarının farkında olan ancak bu daveti taşıyanlardır.  


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz